İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri : Tenkit


İsmail Gaspıralı *

[12-] OSMANLI GAZETELERİNDEN

[ İlâve-i Tercüman, 28 R. Evvel 1314 / 25 Ağustos 1896, No: 33]

Neşrinden evvel suret-i ilânı hususunda muaheze yollu bazı mülâhazalar dercettiğimiz ve şimdi “Sabah” gazetesinde tefrika edilmekte olan “Güller Dikenler” nam roman tamam olmadığı hâlde hakkında bir fikir peyda etmek güç olduğu sırada şimdilik romanın lisanı sade ve tasavvuratı mükemmel ve tabiî olduğunu söyleyebiliriz. Elimize yetişmiş üç beş parçasına göre güzel hikâyelerden addedileceğini tahmin ederek muharririni tebrik ederiz.

[imzasız]

[13-] MUAHEZE

( İlâve-i Tercüman, 9 Zi’l-ka’de 1314 / 30 Mart 1897, No: 13)

Edebiyyat�ı şarkiyyenin şiir, hikâye, durub�ı emsal,[i] letaif, medhiyye, mersiye, hiciv gibi aksamı evvelden beri mevcut olup roman, facia ve komedi gibi aksamı bu devirde zemmedildiği hâlde işbu aksam�ı edebiyyenin birincisi değil ise de en mühimi addolunacak “muaheze” kısmı her nasılsa meydan almayıp kalmıştır. Hicv bir dereceye kadar muaheze işini görmekte ise de muaheze sayılmaz. Hicv yalnız noksandan kaba surette haber verir; muahezenin bundan esasen farkı iyi zannedilmiş fenanın üstünü açtığı gibi fena zannedilen iyiliği dahi meydana çıkardığıdır.

Muaheze, ister acı, ister leziz olsun keşf�i hâli ve hakikati izlemekten ve her şeyin mahiyet�i[ii] hakikiyyesini tayin etmekten ibarettir. Muahezeden edilen istifade muahizin kudret-i fikriyyesine ve mülahazat�ı hükmiyyesine bağlıdır. Kuvvetsiz muahiz saçma döker; kuvvetli muahiz büyük hizmet�i edebiyyede bulunabilir.[1]

Her işin, vakanın ve eserin mizanı olan “muaheze”nin şarkta yuva bağlamadığı[iii] ve meydanı yalnız sükût ile medhiyeye boş bıraktığı teessüflü hâllerdendir ki şarkın fikren durgunluğu muahezenin fıkdanından ileri gelmiştir zannederiz.

Avrupa’da efkâr uyanması muaheze doğduğundan sonra görülmüştür. Ehl�i malumata bunlar mestur değildir. Şark muharrirleri arasında muahezenin kadir ve kıymetini bilen çoktur. Ekser muharrirler bir ya iki garp dili bildikleri hâlde Avrupaca muahezenin ne kadar iş gördüğü ma’lumlarıdır, fakat bugüne kadar edebiyyat�ı Arabiyye, Türkiyye ve Farisiyye muaheze babından mahrum bulunuyorlar. Bunun aybı muharirlerde olmayıp “ahvalde” ve bir dereceye kadar da “görenek”tedir. Lâkin biraderler bizi afv buyursunlar cüz’î bir ayıp bizlerde yani yazı yazanlarda da vardır.

Farz edelim ki “ahvâle” galebe edecek kadar kuvvete malik göreneğe tâbi olmamak kadar cesaret�i medeniyye bulunmasın. Ahvâl ve görenek mani olmadıkları bazı sıralarda dahi muaheze yerine methiyye; “hayır” denilecek[iv] yerde evet efendim yollu kalem çekmek “kalem ayıbıdır” ve arasıra hatta “kalem hıyaneti” bile olabilir.

Uzunca bu mukaddimeden muradımız kısa bir arzudur: Eğer cümle muharrirler her yazdıklarında muahezeyi elde tutup her okuduklarını ve her ne görürlerse gördüklerini muahezeye çekip kalem oynatsalar şarkın ıslahına ve tecdid-i efkârına pek büyük hizmetler etmiş olurlar.

“Mekân ve zaman manidir” cevabı olur ise, kadrü’l-hâl yazmalı deriz, çünkü tünel ile geçilmez dağdan araba yolu ile geçilir; araba yolu yok ise at ve keçi sokağı ile aşmak mümkündür.

Yalnız âleme ve bu zamana hitaben değil gelecek zamanlara karşı yazı yazmak pek büyük bir şan olduğu herkesin malumudur. Doğruya doğru, eğriye eğri, fenaya fena, güzele güzel demek bu şanın esas-ı asliyyesidir. Böyle olmadıkça kalemde şan ve şeref bulundurmak belki mümkün olamaz. Ahval ve görenek söyletmiyor, manidir; evet ama sükût elimizde değil mi?

Falan adamın işi fenadır; ya ki filan eserin mevadd�ı münderecesi beş para etmez demeye müsaade ya ki cesaret yok ise şu adam, “böyle âlimdir, şöyle ganidir” ya ki mezkûr eser “gayet müfîd bir şeydir; her kütüphaneye yaraşır bir kitaptır.” diye hilaf�ı hakikat yazmaya bizleri mecbur eden kuvvet de bulunamaz. Sükûtta ihtiyar eldedir.

Mecmuaların birinde “falan prens[v] nihayet derece âlimdir; merhameti ve sehaveti meşhurdur; vatana hizmeti şayan�ı teşekkürdür, maarif�i milliyye muhabbeti ve maarifin intişarına hizmeti büyüktür” yolunda ibareler gördüğümde “âlim” olduğu neden malûm; merhameti, sehaveti ne ile müsbit, vatana hizmeti nedir ki vucuduna şükürler edilsin, maarife muhabbeti, bunun intişarına gayreti neden ibarettir, tesis ettiği mektepler nerededir, kendi cebinden okutup millete bahşeden çırakları kaçtır, kimdir, nerededir? sual-lerine cevap bulamadım. Hâlbuki delilsiz sözler sel suyu makamındadır; gelir geçer, faydası ve tesiri olmaz, zararı ihtimaldir.

Bu yolda tercüme�i hâlleri yazmamak “muaheze�i mesture” addolunur ve te’siri tembellerin, efkârsızların bir kat daha ileri gitmemesine sebep olur ve ahâlinin gözüne sade, ak maden gümüş olarak görülmez. Bu da büyük faydadır.

[14-] MECBURİ DEĞİL, LÂZIM CEVAP

[ İlâve-i Tercüman, 23 Zi’l-ka’de 1314 / 13 Aprél 1897, Sayı:15 ]

26. nüshamızda dercolunmuş “Muaheze ve Mülahaza”da bir muharrir yazdığını ve ya ki naşir neşredeceğini medhetmek ve böylece ileriye sürmek muvafık-ı edeb olmadığından bahsederek misal olarak “Sabah” gazetesinin “Bir İhtar-ı Mahsus”unu nakletmiş idik. Her ne kadar mülahazamız “Sabah” refikimize mahsus değil ise de “Bir Cevab-ı Mecburî” yazıp “Tercüman“ı şiddetlice sıkıştırmışlar ve ya ki sıkıştıracak olmuşlar… Buyurun, bakın ne diyorlar:

Gazetemize tefrika edilmekte olan “Güller-Dikenler” romanı henüz neşre başlanılmazdan evvel ale’l-usul mezkûr romanın mevzu ve mahiyetini beyan ile hakkında celb-i enzar-ı erbab-ı mütalaa için “Bir İhtar-ı Mahsus” yazmıştık.

Bu ihtar-ı mahsus her nedense Kırım�da neşrolunan “Tercüman” gazetesi sahib-i imtiyazının hoşuna gitmeyerek son nüshasında “Müaheze” ünvanı tahtında mâlâyaniden mürekkep birkaç sütunluk bir hezeyanname neşreylemiştir.

Tercüman gazetesi bir muharririn mahsul-ı kalemi bulunan bir romanın erbab-ı mütalaaya tavsiyesi için bir fıkra-i mahsusa yazmayı[vi] haysiyyet-i kalemiyyeden ayrılmak suretinde telakkî etmiştir.

“Medh ü senâ olmayan bir şeye muhayyilesinde öyle bir süs verip de gazetecilikte haysiyyet-i kalemiyyeyi[vii] her hâlde ondan ziyade bilen ve muhafaza edenlere ders-i edep vermek…”

“Sabah”ın cevabı daha uzundur fakat meseleye ait noktaları naklettiğimiz satırlardan ibarettir. Muahezemizde isti’mal ettiğimiz “birçok elfaz-ı galize”, “hezeyanname” ve “bir kahvehane peykesinde söylenilemeyecek” sözler ve “Tercüman” gibi bir gazeteci bulunmasından dolayı gazeteci bulunduğumuz için hakikaten müteessif ve mahcup olduk gibi hayırlı “Sabah”ın lisan-ı nazikânesinden sarf-ı nazar işe bakalım: “Sabah” refikimizin yazdığına göre “ihtar-ı mahsusî” medh ü senâ olmayıp yalnız romanın mevzu ve mahiyyetini erbab-ı mütalaaya beyandan ibaret imiş. Böyle ise pek güzel. Demek oluyor ki medh ü senâyı “Sabah” da biz gibi münasip görmüyor; binaenaleyh bir efkârdayız, fakat refikimizin yazdığı ihtarı anlamayıp sadece bir haberi medh zannedip yazı yazmış oluyoruz ki sersemliktir; kabul edemeyiz. Mezkûr ihtar budur; bakın “haber” mi “medhiyye” mi?

Yarından itibaren “Güller-Dikenler” namıyla millî bir romanın dercine ibtidar edilecektir. Esasını en sengîn dilleri müte’essir edecek müthiş, feci, esrarengiz bir cinayet, en hissiz gönüllere bile rikkat verecek saf, tabiî, lâhutî bir muhabbet teşkil eden bu roman gayet meraklı ve şayan-ı mütalaadır.”

Eğer yukarıda naklettiğimiz satırlara sade haberdir diyecek bulunur ise hiç teslim edemeyiz çünkü neşredilecek bir romandan erbab-ı mütalaaya haber vermek lâzım ise “falan hikâyecinin fennî (ve ya ki millî) ve ya ki (tarihe müstenid) falan romanıdır” demek kâfidir. Büyükçe âlem�i matbuatda “ale’l-usul” böyledir. Tenezzülen İngiliz, Fransız, Alman ve Rus matbuatına bir nazar edin; görürsünüz ki “falan romancının (mesela Zola�nın ya ki Şipilgagın[Spielhagen]’ın) yeni bir eserini dercedeceğiz” gibi haber ile iktifa edilmektedir. Lâkin ihtara “mezkûr eserde de naklolunan vakıalar şu kadar müthiştir ki erbab-ı mütalaanın yüreği çatlar; şu kadar gülünçtür ki güle güle ta Makri köyüne kadar koşar yollu beyanat ilave edilir ise helvacının bağırıp çağırmasına benzer.

Darlanmak, hiddetlenmek lâzım değil; gazeteci bulunduğunuzdan mahcup olmak da lâzım gelmiyor. Kaba veya ki hamalcasına lisanımız ile dediğimiz hakikât “bir adam kendi işlediğini veya ki yazdığını kendi medh ü senâ etmemelidir ve hatta hafi surette bile ileri sürmemelidir” diyoruz. Buna şark ve garp ve kendiniz de ittifakdırsınız. Binaenaleyh vazifeniz pek sadedir: Yazdığınız “ihtar” ihtar suretinde reklam ve medhiye olmadığını erbab-ı mütalaaya isbattan ibarettir.

Fennî bir eserin mahiyyet ve derecesi erbabı tarafından; edebî bir eserin tarz-ı ifadesi, usul�i tasavvuru, tesiri, hikemiyyatı, muahiz ve okuyanlar canibinden tayin olunmak umumî kâide�i edebiyyedir. Bahçesaray gazetesinin “malayani” “hezeyannamesi” değildir. Bana kanmıyor iseniz Sami Bey, Ahmet Midhat Efendi�ye ve Ebüzziya Tevfik Bey efendilere müracaata muhtarsız.


[1]
İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri


[i] Metinde  “durub-ı misal”  şeklindedir

[ii] Metinde  “maiyet” şeklindedir.

[iii] Metinde  “bağlemdigi”  şeklindedir.

[iv] Metinde  “dilnecek”  şeklindedir.

[v] Metinde  “perensin” şeklindedir.

[vi] Metinde  “yazmanı”  şeklindedir.

[vii] Metinde “kalemeyi”  şeklindedir.


* Derleyen: Prof. Dr.  Yavuz AKPINAR , Yayınlandığı Yer: Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, IX, İzmir, 1998 s. 87-115 (Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları)

İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri : Tenkit


İsmail Gaspıralı *

[10-] EBÜZZİYA TEVFİK BEY

[İlâve-i Tercüman, 27 Şevval 1313 / 31 Mart 1896, No: 13 ]

Zamanımızda Osmanlı muharrirleri ve naşirleri arasında şöhret almışların biri Ebüzziya Tevfik Bey�dir. Muharrirlikte ve naşirlikte kendine mahsus bir mevki sahibidir. Edebiyyat-ı Cedide�nin terakkisine ve maarifin umum arasında intişarına hizmet eden Şinasi, Ziya Paşa, Ahmet Vefik Efendi, Kemal Bey, Ahmet Midhat vesairler gibi “fırka-i münevvere” efradından bulunan Tevfik Bey, Türkleşmiş Arap hanedanına mensuptur. Tertip ve neşrettiği mecmualar; yazdığı risale ve salnameler münderecesi nazarından hep ehemmiyyetli ve istifadeli şeylerdir. Edebiyyat-ı Osmaniyye�de bulunan güzel ve parlak sahifeleri adî göz ile seçilmeyen bahisleri umuma göstermek umumu bunlara aşina etmek meslek-i edebiyyesi dahilindedir. “Kütüphane-i Ebüzziya”, “Numune-i Edebiyyat-ı Osmanî” mecmuaları bu yolda tertip edilmiştir ki Edebiyat-ı Cedide dershanesi ve tarihçesidirler.

Tevfik Bey�in lisanına ve tarz-ı ifadesine gelince güzeldir, fakat lâzım derece sade değildir. Ahmet Mithat Efendi�nin ve Şemsettin Sami Bey�in lisanı daha ziyade “Türkçe”dir; binaenaleyh daha ziyade kavmî ve umumîdir.

Tevfik Bey Efendi�nin başlıca bir eseri “Lugat-i Ebüzziya”dır ki Türkçe�de kullanılan elfaz ve ıstılahattan yirmi-yirmi beş bin kelimenin beyanından ve tarifinden ibarettir. Müfîd kitaplardandır ki tahsil-i lisan için büyük bir medardır.

Naşirliği kesbe medar bir sınâat değildir; nefaset-i tıbâate[i] ve güzel kitapları hakikat güzel bir surette çıkarmaya fedakârî ve fahrî bir hizmettir ki bu yüzden dahi şayan-ı teşekkürdür.

Ebüzziya matbaasından çıkan eserler Avrupa�nın en mu’teber matbaalarının meyvesiyle bir derecededir. Güzel basılmış kitap heveslisi olan kütüphanesini asar-ı Ebüzziya ile tezeyyün eder. Yazdığı hep istifadeli, tab ettiği hep güzel şeylerdir.

[11-] MUAHEZE

[ İlâve-i Tercüman, 8 Safer 1314 / 7 İyul 1896, No: 26 ]

Bir helvacı yaptığı helvasını, bir bozacı sattığı bozasını ve küfeci yüklenmiş bamyasını bağırıp çağırıp methederse bir dereceye kadar afvolunur. Çünkü evvelen malına dikkat celbetmeye gayrı çaresi yoktur ve bir de helvacı ve ya ki bozacı muallim�i edeb değildir. Lâkin bir edip, şair, romancı ya ki gazeteci kendi yazdığını helvacıya imtisalen bağırıp çağırıp kendi medh ve sena ederse gayet çirkin bir şey olmaz mı?

Şüphe yok ki pek büyük bir edebsizliktir. Ne kadar zahir bir edebsizliktir ki eslaf bizler gibi terbiyeli bizler gibi malumatlı ve bizler gibi Avrupalı olmadığı hâlde bile bunun farkında olup hiç biri kendi yazdığını kendi methedip kendi kalemine kendi dellal olmamıştır. Halbuki “iş bu zaman terakkî ve medeniyyette” İstanbul gazetelerinde bazan böyle ilânlar ve idareden ihtarlar görüyoruz ki okudukta kızarıyoruz!

Gerçi gazeteciliğin bir ciheti edebiyyat ise de diğer ciheti nâçare ticarete bağlı olduğu malumdur. Fakat gazete ticaret için te’sis edilmediği ve para kazanmak “meslek” dairesinden hariç olduğu sırada müşteri cem’etmek ve perakende satışı ilerletmek için  haysiyet�i kalemiyyeden ayrılmak hiç caiz görülemez. Kâr etsin zarar etsin muharrir ve edip helvacı ve bozacı rengine giremez.

Yağmurlu havalarda çürüklükte[ii] peyda olan mantar gibi zuhur eden reklam, şantaj, dellal, ….venk gazeteleri Avrupa’da çoktur. Lâkin bunların edeb ve edebiyyatta alıp verecekleri olmadığından Şark’a emsal olamaya-cakları ma’lumdur. Dersaadet gazeteleri edebî ve fennî varakalardır ki her biri birer ayine�i edeb olmaya gayret ettikleri aşkârdır. Bu hâlde bazı “ihtar”lar kaçırıyorlar ki hiç şan ve şereflerine yakışmıyor. Mesela “Sabah” gazetesinin Muharrem 1’de neşredilmiş nüshasında bu gibi ihtarlardan birini gördük. İdareden haber veriyorlar ki “yarından itibaren “Güller, Dikenler” namıyla millî bir romanın dercine ibtidar edilecektir. “Güller, Dikenler” gazetemiz muharrirlerinden Abdullah Zühdî Bey tarafından kaleme alınmıştır. Esasını en sengîn dilleri müteessir edecek müthiş, feci, esrarengiz bir cinayet en hissiz gönüllere bile rikkat verecek saf, tabiî, lâhûtî bir muhabbet teşkil eden bu roman âdat�ı milliyyemize  muvafık bir surette yazılmış olduğundan gayet meraklı ve şayan�ı mütlaâdır.”

Mezkûr roman âdat�ı milliyeye muvafık surette yazılmış olsa olur, fakat böylece göze sürülüp reklam edilmesi âdât�ı milliyyeden değil; Beyoğlu bid’atındandır. Belki “Güller, Dikenler” hakikaten “en hissiz gönüllere bile rikkat verecek”tir. Fakat burasını tasdik ve beyan edecek naşir ve muharrir değildir, okuyacak adamlardır. Buna razı olmayan mutlak helvacıdır: Buyurun efendiler, halis kamış şekerindendir, yüz dirhemi kırk para!

Sütunların aşağısında dercedilecek bir roman görülmezden evvel methedilir de sütunların yukarısında dercedilen mevaddın kabahati nedir ki beyan ve methedilmiyor.

“Dercedeceğimiz telgramlar en son sistem makinalardan alınıyor; havadislerimiz en doğru havadislerdendir; eski havadis hiç dercedilmeyecektir; güzel ve tesirli lisanımızı dilsizler bile anlayacaktır” yolunda ihtarlar yazmalı. Misali “Sabah” gazetesinden aldık; lâkin sözümüz yalnız bu refikimize değildir. Öğle, ikindi ve akşam gazeteleri de reklam ile methiyyeye uşayan[iii] “ihtar”lara hiç yer vermez iseler pek büyük bir hizmet etmiş olurlar.
İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri


[i] Metinde  “tebabete”  şeklindedir.

[ii] çürüklükte (?): rutubetli yerde (?)

[iii] uşamak: benzemek, uşayan: benzeyen


* Derleyen: Prof. Dr.  Yavuz AKPINAR , Yayınlandığı Yer: Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, IX, İzmir, 1998 s. 87-115 (Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları)

İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri : Tenkit


İsmail Gaspıralı *

[9-] TENKİT

Ekrem Beyefendinin “Sâime”si

[ İlâve-i Tercüman, 25 Şaban 1313 / 28 Yanvar 1896, Sayı: 4 ]

Türkçe çıkan gazetelerin en ilerisinde bulunan “İkdâm” gazetesinin  516’ıncı numarasından itibaren ilerisinde Recaizade Ekrem Beyefendi�nin “Sâime” nam, millî hikâyesi dercolunuyor. Bu güzel hikâyenin ancak sekiz nüshada tab edilmiş kısmını okuyabildik. Şöyle ki aşağıda diyeceklerimiz yalnız hikâyenin ibtidasına mahsustur.

“Güzel hikâye” dedik. Böyle demeye hakkımız vardır, çünkü “Sâime” bulvar kızının ya ki Kafe Şantan [Café Chantant] bülbülünün hikâyesi değil, millî bir hikâyedir. Lisanı sadedir ve sadeliği ile beraber yaraşıklı ve lezzetlidir. Ümit-vârız ki bu hikâyeyi okuyanlar lisanı ve tasavvuratı cihetlerinden lezzet alıp memnun olurlar. Hikâyeyi görmeyenlere görmek ve okumak tavsiye ederiz.

“Sâime” maişet�i Osmaniyyenin ve daha doğrusu İstanbul maişetinin bir iki noktasını resm ve nakşediyor. Hikâyenin hulâsası budur:

Saraç ustalarının zenginlerinden İsmail Ağa�nın Saadet isimli bir kızı varmış. Ağa, okur yazardan değilse de maarife râgıp adam olduğundan Saadet’i bir miktar okutup, okur yazardan (ketebeden) birine vermek fikrinde bulunur, binaenaleyh esnaftan kızı isteyenler geri çevirilürler.

İsmail Ağa’nın ikamet ettiği mahallede gümrük kolcularından Fey-zullah Ağa’nın oğlu Sadık Efendi bulunuyor. Bu Efendi rüştiyede ikmâl�i tahsil ederek gümrük hizmetine girmiş ve yavaş yavaş ilerleyip ayda bin kuruş alır kâtiplerin biri olarak babasından kalmış hanede validesi ile birlikte geçinir. Çiçek meraklısı, kitap ve mütalaa heveslisi olarak Sadık Efendi, evlenmek fikrinden uzak bir adammış; gelecek kadın, validesi ile uyuşamaz korkusunu çekiyormuş, fakat günlerden bir gün komşusu İsmail Ağa, Sadık Efendi�nin hanesine gelip Saadet’i buna vermek fikrinde olduğunu söylemesi üzerine Sadık Efendi evlenmek fikrine düşer ve validesi Saadet Hanım’ı evvelce görmüş, bilmiş olduğundan bu iş fi’l�hâl olur biter. Sadık ve Saadet pek muhabbet ve mesut geçinirler. Koca kadından, valide gelinden ziyadesiyle razı ve memnun olur. Cenab�ı Hak bunlara bir kız çocuğu ihsan eder. İsmini Fatma Saime tesmiye ederler. Bu sabiyenin dünyaya gelmesi aileye bir kat daha mesudiyyet ve ferah verip, Sadık Efendi bahtiyarane ömreder. Böylece bir kaç seneler geçiyor. Saime altı yedi yaşına geliyor. Senelerce devam eden rahat ve saadet-i insan bir dakikada berbat olduğu daim görülmekte olan vak’alardan olduğu gibi Sadık Efendi’nin dahi açık ve parlak günleri birdenbire kapkara oluyor. Saadet Hanım merdivenden düşüp başını fena surette yaralayıp vefat eder. Sadık Efendi yangılı ve Saime yetim kalır. Merhumeye olan muhabbetinden ve yetim kalmış kızcağızın hâlini düşünmekten biçare Sadık Efendi varacak yer bulamaz. Bu ağır vakadan biraz sonra aileyi tutan valide  Hanım dahi vefat eder. Sadık Efendi�nin hâli daha ziyade fenalaşıp, hanenin idaresi aşçı bir zenciye eline kalır. Sadık Efendi kapıda, aşçı kadın aşhanede bulundukları esnada biçare Saime bütün bütün yalnız kalıp valideciğinin hasretinden ve yalnızlık sıkıntısından fena hâllere gelir; şefkatli, muhabbetli pederi Saime’ye refik olmak üzere genç bir cariye alırdı ama buna hâli vakti müsait değil; evlenip bir kadın alırdı ama Saime’yi üvey ana eline vermek istemiyor ve merhume Saadet Hanım gibi birinin bulunmayacağını fikrederek aile içine ecnebi kirgizmek[i] istemiyor. Ancak yalnızlık da bir taraftan hâlleri müşkil ettiğinden ne yapacağını bilemeyip kalıyor… Böyle biraz vakit geçiyor; komşu kulum[ii] evlenmek tavsiye ediyorlar; bir de hanım buluyorlar.

(Hikâyeden aynen) “Teehhül!.. Ne münasebet?.. Bana bu yaştan sonra tekrar evlenmek?.. Olacak işlerden değil… Hâlâ çekmekte olduğum bu mihnetler… Bu ıstıraplar bütün evlenmek yüzünden değil mi?.. Ah mücerredlik benim neme elvermiyordu?… Bir vakit çiçeklerimle… kitaplarımla ne kadar mesuttum. Çiçeklerimin biri solarsa diğeri açar… Biri kurursa diğeri yetişirdi. Kitaplarımın birisi canımı sıkmağa başlarsa diğeri gönlümü eğlendirir… Birisi bıkkınlık getirirse diğeri hevesimi arttırırdı!.. Bî-minnet olan bu mesudiyyete kani olmadım da evlendim. Gerçi o da fena bir âlem değildi. Fakat o âlem saadetin devam etmemek ihtimalini ben düşünmeliydim! Ah o facia ne müthiş şeydi!.. Bir daha evlenmek öyle mi?.. Uzak uzak!..

“Saadet seni unutmadım… Ben o kadar vefasız mıyım?.. Lâkin ah pek yalnız kaldım!.. Hayalin de bana pek büyük görünmeğe başladı… Çiçeklerimin, kitaplarımın da hayrı kalmadı… Ah! Gaflet!..Ya Saime nedir? O da bir çiçek değil mi?.. Hem nasıl çiçek ya?.. Şair olmalıyım ki bu çiçeği vasfedebileyim!.. Benim bildiğim şu kadar ki bu hem nazenin bir şükûfe… Hem de ulvî bir kitap!

“Yalnızlık bu biçareyi harap etti diyorlar. Teehhül!.. O ne demek?.. Niçin? Gelecek kim?.. Bir yabancı kadın… Bundan Saime’ye ne fayda hasıl olacak? Bir arkadaş!.. Ya o arkadaş kızı sevmiyecek olursa?.. O kolay geldiği yere gider… Öyle mi?.. Fakat Saadet ne diyecek?.. (Vah yazık sana!..) diyecek. Afvedersin!.. Bunu ben çıkarmadım… İşte Ferah kadın da söylüyor… Ne demek?.. Ben bir daha evlenmeğe kendi arzumla karar versem hasbe’l-beşeriyye mazur olmaz mıyım? Lâkin istemem, başkaları istiyor…

“Gelecek kadın Saime’ye arkadaş değil… Bir ana… Üvey ana!.. Ne fena şey!.. Bana evlen diyenler üvey anayı düşünmüyorlar mı acaba? Üvey ana olmayacak… Aklı başında bir kadın olacak, çocuğa bakacakmış… Dedikleri işte bu… Hamiyyetli bir kadın… Yürekli bir hanım… Mürüvvetli, şefkatli bir nâzenin ki hem bana yâr olacak hem Saime’ye hamilik… mürebbilik edecek… Olmaz şey değil a… Lâkin bu tecrübe fena çıkarsa?”

Biçare Sadık Efendi’nin bu mülahazalarından vicdan ve edep ve hamiyyet sahibi bir adam olduğu anlaşılıyor. Başına gelen vakıa dünyanın en ağır hâllerinden biridir. Sadık Efendi’nin hâl ve hükmetmek istediği mesele ömrün en güç meselelerindendir. (Hikâyeden aynen):

“İbtidaları hazin, sonraları alelade olan bu mülahazat iki saat kadar Sadık Efendi’yi meşgul etti. Bu müddet içinde beş altı çubuk tazeledi. Nihayet Saime’den de bir kere istimzac ile muvafakatı hâlinde teehhülü ihtiyar kararı üzerine Sadık Efendi mumu söndürdü. Yorganı başına çekti. Saadet Hanım’ı hazin bir çehre, zayıf bir endam ile daima kendisinden uzaklaşır gösteren otuz beşlik bir hanımı beşuş bir sima�yı simin, bir vücut ile muttasıl kendisine takarrüp eder gösterdiğinden işte bu otuz beşlik hanımın tefekküratıyla Sadık Efendi müsterihane gunûde�i hâb�ı nûşîn oldu.

Sabah olur; Sadık Efendi evlendirici Penbe Hanım’ın geldiğini işitip keyiflenir; fakat vicdan yine baş götürdüğünden Saime�den, bu kızcağızdan evlenmeye müsade almak niyyetiyle çağırır; söyleşir. Biçare kızcağız neye razı olduğunu pek de bilmiyorsa da “Öyleyse de razı olurum baba” der. Sadık Efendi rahat bulur. “Yaşı otuz beş; vücudu semiz” hanıma, Penbe Hanım ile aşçı kadını gönderir. İş meydan alır. Nikâh tedariği başlanır. Hikâyenin burasına kadar okuyabildik. İlerisini son bakarız.

Okuyanlara bu hikâye sade bir şey görünmüş ise anlamamışlar; sade görünen bu hikâyede derin ve mühim mesele-i maişiyye hâlline çalışılıyor. Kalbi pilav kazanı gibi kaba olan bir adam kadını vefat ettiği ile “Ben öldürmedim, eceli geldi öldü” tesellisi ile az vakitte diğer birini alıp yan gelir, fakat ehl�i insaf, ehl�i vicdan indinde bu mesele at pazarı işleri gibi yüngül yüngül hâllolunamaz… Rağbetlimiz muharrir�i nâdir Ekrem Bey Efendi derin ve nazik bir meselenin hâlline çalışıyor. Muhabbetli bir refika hakkında tabiî mevcut olacak vefa; ciger-paresi olan bir yetime şefkat ve muhabbet�i pederâne hâl�i dünya ile mücadele ediyor. Hâl�i dünya “Evlen fena olmaz; keyif ve rahat edersin” diyor; hissiyyat�ı âliyye, nazik ruhaniyyet buna razı olmuyor.

Ekrem Bey Efendi sahib�i vicdan Sadık Efendi’nin ahval�i kalbiyyesini pek güzel resmetmişler; mücadele�i ruhaniyyeyi pek doğru olarak göstermişler, fakat vakı’anın nihayeti psikoloji nazarından pek de muvaffak görülmüyor.

Merhumeye vefası, kızcağızına şefkati derkâr olan Sadık Efendi iki saat ağır mülahaza ba’dunda “yorganı başına çektiği ile otuz beşlik bir hanımı, beşûş bir sima… simin bir vücut ile muttasıl kendisine takarrüp ettiğini” görmemeliydi. Eğer Sadık Efendi, Ekrem Beyefendi’nin tasavvur ettiği ehl�i insaf ise yorganı başına çektiği ile şu gördüğünü göremeyecektir. Sadık Efendi’nin nazik kalbi merhume Saadet Hanım’ın hayali ve Saime’nin üvey ana elinde görebileceği hâller ile uğraşacaktır. Sadık Efendi’nin kalbi sabiyye Saime’nin “Böyle ise razı olurum baba” gibi masumane müsaadesiyle kani olamıyacaktır.

Hikâyenin bu ciheti biraz daha açılıp ikinci teehhül böyle acele tasavvur edilmemiş olsa idi hikâye daha ziyade tesirli ve daha ziyade muhakkak olur idi zannederiz.

Bu dediğimiz hürmetli muharrire ağır gelmesin; efkârımız müzakeredir; cüz’î istifade edilir ise pek memnun oluruz.

Yukarıda hikâyenin lisanı sade ve sadeliği ile güzel olduğunu söylemiş idik. Bu hâlde  “Hanımın tefekküratı ile Sadık Efendi müsterihane gunûde�i hâb-ı nûşîn oldu”  ibaresini hoş göremiyoruz. Sade değil ve sade olmadığı hâlde güzel de değil. Ekrem Bey Efendi bu ibarenin açık Türkçesini pek güzel bilir; bildiği hâlde yazması lâzım idi.

Hikâyenin hitâmında daha bir bahsetmek ümidinde olduğumuzdan bu defa bu kadar ile iktifâ ediyoruz.

(İsmail)
İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri


[i] kirgizmek: sokmak.

[ii] komşu  kulum: konu  komşu (?)


* Derleyen: Prof. Dr.  Yavuz AKPINAR , Yayınlandığı Yer: Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, IX, İzmir, 1998 s. 87-115 (Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları)

İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri : Tenkit


İsmail Gaspıralı *

[7�] TENKİT

( İlâve-i Tercüman, 4 Şaban 1313 / 7 Yanvar 1896, No:1 )

Edebiyyatı teşkil eden şiir, hikâye, facia, rivayet, temsil, latife, med-hiyye, hiciv babları müslümanlara malum olduğu hâlde edebiyyatın belki en mühim bir kısmı addolunacak “tenkit” malûm olmayıp kalmıştır. Bazı eserler ve adamlar hakkında “hicv”ler görülmekte ise de “hicv” tenkitten addolun-maz. Tenkit edebiyyatın mizanı ve ölçüsüdür. Tenkitten matlab keşf�i haki-kattır. Her eserin, her fikrin ve hatta her işin derece�i hakikiyyesini tayin ve zahir edecek tenkittir. Tenkit bir ziyadır ki hakikat güzel, hakikat istifadeli fikir ve amel bunun sayesinde tayin edilebilir. Tenkit gözden geçirilmedikçe efkâr hatadan, tarih mübalağadan, şiir ve hikâye lüzumsuz satır ve sahife-lerden emin olamadıkları gibi güzel amelin, fena ve fena amelin güzel görülmek ihtimali de vardır. Ve’l-hasıl tenkit, fikir ve amelin mizanıdır ki peyda edilmesi mutlak lâzımdır.

Tenkit neden ibarettir ve bâhistir? Bunu tayin ve beyan etmek için koca bir kitap yazmak lâzımdır. Fakat burada gazete betinde[i] mümkün olduğu kadar malumat vermek istiyoruz ve bunun ile beraber herkes anlar surette beyan etmek istediğimizden görülecek bazı kusurların afvedilmesi temenni olunur. İleride bu babdan edilecek bahislerden yavaş yavaş tenkidin ne olduğu daha güzel anlaşılıp  �tenkîd[t]en meram�  güzelliği ve hakikati tayin etmek olduğu görülür.

Tenkit başlıca üç kısma münkasımdır: Biri tenkidat�ı ilmiyye, diğeri tenkidat�ı tarihiyye ve üçüncüsü tenkidat�ı edebiyye.

Tenkidat�ı ilmiyye, kütüb�i mukaddeseden bahsedip bunların hakikat olduğunu, yazıların doğru okunmasını, okunan şeylerin doğru ve tamam anlaşılmasını araştırır, keşf ve tayin eder.

Tenkidat�ı ilmiyye ne kadar mühim ve lâzım bir şey olduğunu anlamak müşkil değildir. İman edilecek bir maddeyi inkâr etmek ne kadar ağır bir günah ise, iman edilmeyecek bir mübalağayı hakikat addetmek şu derecede bir hatadır. Bu hatadan bizleri emin edecek tenkittir.

Avamü’n-nas arasında  bazı vilâyetlerde “Aşık Kerem”, bazı vilâyetlerde “Boz Yiğit” ve bazı vilâyetlerde “Köroğlu” evliyadan hesap edildiği işitilmiştir. Bu ise cüz’î tenkidat ile meydana çıkacak hatalardandır.

Tenkidat�ı tarihiyye daha serbestçe hareket edip, asırların, zamanların karangısından türlü eserlerin ve nişanların ve rivayetlerin muhtelif ve birbirine muhalif malumatlarından hakikat çıkarmaya çalışır.

Malûm bir eserin matlab olan eser olduğu ve eserde bulduğumuz bahis ve haber matlabımız olan vak’aya ya ki adama taalluk olduğu etraflıca tenkit ve araştırma ile tayin edilebilir.

Umumiyyet nazarından tenkit ehl�i İslam beyninde müstamel olmamış ise de tenkidat�ı tarihiyyenin babası ve mucidi ulema-yı İslamdan İbni Haldun olduğunu kemal�i fahr ile beyana borçluyuz. İbni Haldun bütün âlem�i insaniyyete bu yolda ettiği hizmet Avrupa uleması tarafından ikrar edilmektedir. Tarihe ve rivayetlere şifalı “şüphe” gözü ile bakıp hakikatı ve vak’ayı mübalağa ve imiş, demiş bataklarından kurtarmaya ibtida çalışmış İbni Haldun�dur. Bu âlimin meşhur “Mukaddime”si tenkidat ile dolu olarak Avrupaca felsefe�i tarihiyyeye ve kritik�i tarihiyyeye esas tutulmuştur.

Pek büyük teessüf edilecek bir hâldir ki Avrupalılar bunca istifade  ettikleri İbni Haldun’un ism�i şerifi bile cümle mollalarımıza malûm değildir.

Tenkidat�i edebiyye pek erte zamanlardan beri malumdur. Aristo ve Eflatun’un eserlerinde, tenkit bahisleri vardır; bâ�husus bunlar şiir, dram ve sanayi-i nefise hakkında bir hayli  kavaid�i tenkidiyye kabul edip ayrıca bir fen suretine koymuşlardı.

Yunanlıların ilmi ve medeniyeti Romalılara ve bunlardan Avrupalılara geçtiği gibi usul�i tenkid�i edebiyye dahi böylece Avrupa’ya mâl olup, daha ileriye çıkarılmıştır. İnsanın fikrinden, kaleminden ve elinden zuhur eden cümle eserler etraflı tenkide çekilmek, her eserin güzelliği ve faydası ölçünmek kaide hükmüne girmiştir. Rusya�da usul�i tenkit Avrupa’dan ziyade meydan alıp, daha güzel meslek tutmuştur. Avrupa’da tenkidat�ı edebiyye, güzellik araştırmak ve tayin etmekten ibaret kaldığı hâlde (sistem�i estetik) Rusya’da maddiyata el uzatıp her işin ve hâlin faydasını ve zararını tayin ve beyan etmeye çalışmaktadır.

Hâl ve maişet  ve edebiyyat�ı İslamiyyeyi araştırmak için tenkidat�ı Rusî kaideleri, tenkidat-ı efrenciyyeden  daha uygun görülüyor, çünkü Rusya’da tenkit insanların yalnız sözünü değil, işlerini dahi mizana çekmeyi kaide etmiştir.

(İlerisi var)

[8-] TENKİT

İlerisi*

* 1. nüshada, bak.

[ İlâve-i Tercüman, 12 Şaban 1313 / 14 Yanvar 1896, Sayı: 2 ]

Tenkidat�ı edebiyyenin meydanı pek büyüktür. Her eserin lisanını, suret ve usul�i ifadesini, mahiyyet�i şi’riyyesini ve derece�i edebiyyesini araştırıp beyan ve tayin etmeye çalışır. Ba’de, maneviyyattan maddî hâllere inip maişet ve istifade�i umumiyyeye taalluk işleri araştırır. Nâçâre insanlardan bahseder; Alinin işi, Velinin işinden daha güzel, daha edepli veya ki daha istifadeli olduğunu tayin eder. Ve’l-hasıl, tenkit her tarafa bakan bir gözdür ki eğer görücü ise çok iş görebilir. Tenkit en ibtida her eserin lisanına göz eder; lisanın iyisi ve fenası olur; herkesçe anlaşılır sade lisan olur. İnce kalemden düşmüş sunî kötürendi[ii] lisan olur. Bir maddeden bah-sederek iki muharrir iki türlü yazı yazar; herbirinde bir güzellik ve başkalık olur. Bunların güzelini, istifadelisini göstermek tenkide mahsustur.

Birbirine benzeyen iki şair bulunamaz. Her birinin hayali, lisanı, usul�i ifadesi ve sevdiği başkadır. Bunların esrarını ve her birinin nasıl ve ne dediğini açacak, delil ve muhakeme ile tayin edecek yine tenkittir.

Hikâye, roman, facia gibi eserlere gelince, bunlarda bulunan letafet�i şi’riyyeyi, güzel lisanı, istifadeli efkârı ve maişet�i milliyyeye olan münasebetini keşfedecek tenkid�i nazarîdir.

Eser olur ki gayet güzel ve süslü lisan ile yazılmıştır fakat istifadesizdir. Eser olur ki lisanı kabadır, güzel değildir, fakat açtığı efkâr pek kıymetlidir.

Maişet meydanında tenkidin edebileceği hizmet daha büyüktür. İyi ve fena işleri, lüzumsuz âdetleri, boş zanları, asılsız hissiyatları ortaya koyup, efkâr�ı umumiyyeyi uyandıran tenkittir. Görücü ve bî�tarafâne tenkit güneş ziyasıdır; karangıyı def’eder, âdi göz ile görülmez, seçilmez şeyleri aşkâr eder. Vukuatın esbab ve neticelerini zahir eder; büyük zannolunan bazı kahramanların kaba gövde olduğunu veya ki görülmeyen, işitilmeyen bazı adamların hakikat kahraman olduklarını keşfeder.

Hulasa�i kelam, tenkidin göz etmediği iş, hâl ve eser olmaz; tenkidin mizanı büyüktür. Cümlesini çekebilir, lâkin yanlış çektiği ve anladığı dahi olur. Öyle eserler vardır ki tenkitçi lâzımınca anlayamaz ve binaenaleyh dediği tabiî yanlış olur; ancak tenkidin hatası dahi izhar�ı hakikate hizmet eder ve her hâlde beyan�ı hakikatten gayrı mesleğe hizmet etmez.
İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri


[i] bet: sahife

[ii] kötürendi veya kütrendi : (?)


* Derleyen: Prof. Dr.  Yavuz AKPINAR , Yayınlandığı Yer: Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, IX, İzmir, 1998 s. 87-115 (Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları)

İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri : Tenkit


İsmail Gaspıralı *

[2-]TENKİT

[ İlâve-i Tercüman, 2 C. Evvel 1313 / 8 Oktyabr 1895, No: 38, s. 38 ]

Beş on senelerden beri İstanbul’da neşrolunmuş edebî kitapların hemen bir nısfı tercüme romanlardan ibarettir. Bunların tesir ve hizmet ve mahiyyet-i edebiyyesi nedir?

Burasını tayin etmeli. Roman ve bâ-husus “tercüme” edilmiş roman saat geçirmek, gönül eğlendirmekten ibaret olamaz. Tercüme edilen bir roman, okuyanın tenvir-i efkârına ya ki, terbiye-i hissiyyatına veya ki tevsî-i malûmatına hizmet edecektir. Buna göre edebiyyatın roman kısmı üç büyük tarzda kaleme alınmaktadır. Biri “efkârî roman”lardır ki, maişet ve münasebat-ı insaniyyenin oldukça daha güzel suretlerini beyan ve tasavvur eder. İkincisi “ruhanî roman”lardır ki insanların ahval-i ruh ve hissiyyatlarını keşf ve beyana hizmet eder ve üçüncüsü “fennî” ya ki “tarihî” romanlardır ki okunması yüngül ve heveslendirir surette vukuat-ı tarihiyyeden veya ki hakikat ve tasavvurat-ı fenniyyeden haber verip tevsî-i malumata hizmet eder. Bu üç büyük kısım haricinde yazılmış bazı romanlar daha bulunuyor ise de bunlara “roman” demek pek de caiz değildir. Falanca Jozefina�nın falanca Alfred ile olan muaşakasını veya ki bizim Fatmalardan birinin, bizim Süleymanların birine yaşmak arkasından çektiği âh ve vâhları hikâye etmek roman yazmak değildir.

Romancı güzel ve işlek bir kalem sahibi olduğundan maada yazacağı romana göre ya efkâr çeşmesi ya ahval-i ruh ehli ya ki mevadd-ı fenniyyeyi sadeleştirmeye mahir olmalıdır ve bunun ile beraber az görüp çok anlamaya ve her gördüğünü ve fikrettiğini resimci gibi fakat fırçasız(1) yalnız dil ve yazı ile ayan beyan etmeğe istidadlı olmalıdır. Bunun içindir ki Takerey [Thackeray], Viktor Gugo [Victor Hugo], Spilgagın [Spielhagen], Graf Tolstoy, Filamaryon [Flammarion], Jul Vern [Jules Verne] gibi romancıları taklit edenler “romancı” olmayıp güzel yazabilseler dahi “hikâyeci” payesinde kalmaktadırlar.

Büyük romancıların romanları her lisana tercüme ediliyor yani bunların yazdıklarından akvam-ı muhtelife istifade edebiliyor. Bunların verdiği efkârdan, keşfettiği hissiyyattan ve açtıkları hakikatten her taraf insanları hisse ve ibret alabilir; çünkü ya efkârları şu kadar parlak ve meydandadır ya ki hissiyyatları ve resimleri şu kadar derin ve umumîdir ki âdetler ve usul-i maişetler ile tefrik olunan insanların kalpleri köşesinde mestur kalmış umumî beşer vicdanına ve hissiyyatına kalem ve nüfuz işletirler. Gugo’nun [Hugo’nun] “Sefiller”inde bulunan eşhas Anadolu’da bulunamaz fakat bunların canları ağırdığı ve şadlandığı[2] gibi ağlar ya şadlanır canlar bulunur.

Meşahir-i üdebanın yazdığı romanların tercümesine ve okunmasına cevaz ve münasebet olduğu derkardır, lâkin ecnebî âdi romanların tercümesine lüzum göremiyorum. Pol de Kok, Gaburyo ve hatta Emil Zola [Emile Zola], Pol Burje [Paul Bourget] gibi romancıları Türklere takdim etmede bir istifade göremiyorum. Bunlar sayesinde Avrupa’yı, maişet-i  garbiyyeyi medeniyyet-i hazırayı, efkâr-ı âliyyeyi tanıyacaklar ise tanıyamazlar. Bunları okuyup eğlenecekler ise bunlardan aşağı derecede addolunan “millî hikâyeler”i okutmak daha efzaldir.

(İlerisi var)  İsmail

[3-] TENKİT

İkinci Bahis (*)

*  38. Numeronun ilâvesine bak

[ İlâve-i Tercüman, 16 C. Evvel 1313 / 22 Oktyabr 1895, No: 40, s. 42 ]

Evvelki bahsimizde âdi ecnebî romanlarını okumada ehemmiyyetli bir fayda olmadığını söylemiştik. Bu fikrimiz taassuba ve emsaline isnad edilmesin. Mir Ali Şir Nevaî, Fuzulî, Hafız ve Sadi ne kadar muteber iseler garbın Şekspir’i [Shakespeare], Gugo’su [Hugo], Şilleri [Schiller], Puşkin’i indimizde şu nisbette muteberdir. Meşahir-i üdebanın umum-ı âlem-i insaniyyete rehber makamında olduklarını inkâr etmiyorum ancak saylanmayup[3] bayağı roman tercümelerini yağmur gibi yağdırmaya -raison d’etre- yol göremiyorum.

Ecnebî romanlarının ondan sekizinde rastgelmekte olduğumuz mayaların birine dikkat edelim:

Mösyö Şarl zengin ve terbiyeli bir tüccar ya ki sarraf ya ki çorbacıdır. İkinci defa evlenmek üzere 18 yaşında olan Jülyete’yi alır. Bu kız ya mektepte ya manastırda nazik bir terbiye görüp cümle evliyaların ve Muhit-i Kebir adalarının isimlerini tahsil etmiş ise de ömrü ve hanesi için lâzım olan malumatlardan bî-behredir. Piyano çalar, şarkı söyler fakat “süt” ve “su” nedir bilmez. Balolarda orçık[4] gibi çevrilir. Eline kaşık alıp kazan ve ocak başında bir iş göremez… Amcası ya halası Mösyö Şarl şöyledir, böyledir, paralıdır, durgundur, ona varmak lâzımdır; bahtlı olursun dediğine göre heveslenip Jülyete Şarl’a muhabbet yüzü gösterip varmıştır. Vakıa bir iki aya kadar aralarında muhabbete veya ki muhabbete uşar[5] bir hâl devam etmiştir.

Fakat şu aylar içinde Jülyete bir hayli ilim öğreniyor. Mösyö Şarl’ın cismen ve ruhen ne olduğunu ve ona nisbeten hane aşinalarından ve dostlarından Mösyö Ferdinand’ın ne kadar ilerüde olduğunu görür, bilir. Mösyö Ferdinand�ın otuz yaşlarında yani kemal çağında olduğu Jülyete’ye bir kat daha tabiî tesir edip başında bazı fikirlerin cereyanına ve kalbinde bazı hissiyyatların doğmasına bais olur.

“Benim Şarl’ım Mösyö Ferdinand gibi olmuş olsa idi, daha güzel olur idi; Şarl fena adam değil ama Ferdinand daha iyi görünüyor; Şarl beni seviyor, fakat Ferdinand’ın muhabbeti daha derin daha ateşli olsa gerek…  Bu gibi ziyansızca fikirler yavaş yavaş hücum ederek Jülyete’nin metanet-i kalbiyyesine sakat vermektedir.

Mösyö Ferdinand ise dostu Şarl’ın genç kadına pek de refik olamayacağını fikre alır, güzel ve cilveli Jülyete ile mükâlemeden, görüşmeden lezzet alır. Gelir gider. İbtida Mösyö Şarl hanesinde bulunduğu vakitlerde gelir; ba’de Mösyö Şarl bulunmadıkta sohbetler daha parlak daha lezzetli geldiğini hissedip mahsus tenhaca görüşmeleri arzu eder. Bu arzu Jülyete�nin keyfine dahi muvafık gelir. Gittikçe münasebet ilerler; Mösyö Ferdinand ile Jülyete arasında muhabbet ya ki muhabbet gibi bir his meydan alır… Bu noktadan itibaren Jülyete bir türlü Mösyö Şarl ikinci türlü ve Mösyö Ferdinand üçüncü türlü kalp marazına uğrarlar. Birinin hissiyyat-ı kalbiyyesi sadakat ile diğerinin kin ve şüphe ile; Ferdinand’ın kalbi dostuna karşı irtikap edeceği aşağılık ile uğraşmaya başlar. Her üçü ağrı ve ıstırap çekerler. Nefsleri ve istekleri ile iddia ederler. Birbirinden hâllerini setrederler, kalblerini zabta çalışırlar fakat dağdan aşağı kurtulmuş suyun yolunu kesmek güç olduğu gibi hissiyyata mukavemet edilemiyor. Jülyete Ferdinand’a teslim olur; biraz vakit Mösyö Şarl işin bu derecelere vardığından haberi olmaz; Jülyeteciğim sadıkadır diye muhabbette ve emniyette bulunur. Naz ve hürmetini artırır. Kendisini beğendirmeğe gayret eder; elli beşte  iken otuzluk olmak ister. (İlerisi var)

[4-] TENKİT

İkinci Bahis (*)

*  40. numeronun ilavesine bak.[6]

( Tercüman, 23 C. Evvel  1313 / 29 Oktyabr 1895, No: 41, s. 44 )

Bir hayli zaman böyle geçer. Ba’de işi anlar. Odasına kapanır, düşünür, taşınır, ne yapmayı bilmez… İşi meydana verirse sevdiği Jülyete’yi mashara ve bedbaht etmek lâzım gelir; seviyor… sükûta karar verip işi zamana havale ediyor; bir gün olur Jülyete hatasını görür; zevcin kadr ve kıymetini bilir. Ferdinand’ı terkeder; eski dost daha hayırlı olduğunu anlar; muhabbeti tecdid  ve daha âlâ olur fakat bu kadar felsefeye, bu kadar sabra bakmayıp kalbi ağlıyor, zehirleniyor; ara sıra tenhada Mösyö Şarl’ın gözlerinden yaş geliyor. lâkin bîçare adamcağız bildirmeyip Mösyö Ferdinand’a dostluk, Jülyete’ye muhabbet yüzü göztermeye kendi kendini mecbur ediyor.

Bu üç eşhasın ahval-i kalbiyyesinin tasavvuru koca bir roman oluyor. Okuyanlar bunların hâlini fikr ve mülahaza ediyorlar. Her biri bir türlü tesir alıyor, hükmediyor… Böyle bir romanı okuyan ehl-i şark ne gibi his çeker ve hükmedebilir?..

Vakıa mezkûr eşhasın ahval-i kalbiyyeleri pek müşkildir, pek naziktir. Avrupalı nazarında Mösyö Şarl’ın sabır ve merhametinde “büyüklük” ve “insanlık” görülür ama böyle mi? Madem ki Jülyete’de muhabbet kalmadı; madem ki hıyanete kadar tenezzül etti, yola gelmedi -hürriyyeti eline verip geri çekilmek daha tabiî ve binaenaleyh daha insaniyyetli olmaz mıydı?

Bu yolda romanların ehl-i şarka verecek dersi, edecek hüsn-i tesiri nedir? – Hiç! Tabiatlara mülaimet, ahlâka süs, maişete imtisal olabilir mi? Hiç.

Hissiyyat-ı kalbiyyeden, psikolojiden ders vermek lâzım ise ehli elinde millî vak’alar ve maişet şu kadar büyük sermaye olabilir ki yazmak ile tükenmez. Roman yazmak için eşhası mutlak balolara, millet bahçelerine, tiyatrolara götürüp getirmek lâzım değildir. Paris fahişesinin başına gelenden hayrette kalıyoruz; bunun ıstırab-ı kalbiyyesinden  gözümüze yaş geliyor. Bursa ve Eskişehir Fatmalarının hâlini yazan, hissiyyatlarını beyan eden edib-i kâmil bulunur ise Dumaların, Zolaların kalemlerinden dökülen madama-lardan daha ziyade ibretli ve tesirli ders alınabileceği şüphesizdir. Maişet-i şarkiyye roman suretinde tasavvur edilmez zannında olanlar çoktur lâkin yanlış zannediyorlar. Şurası çok gariptir ki bazı Osmanlı muharrirleri eşhası Frenk, âdat ve nazarları efrencî romanlar yazıyorlar güyâ Avrupa’da romancı az olmuş da şarktan istimdat istemişler.

(İlerisi Var)

[5-] TENKİT

( Dördüncü Bahis )

[ İlâve-i Tercüman, 30 C. Evvel  1313 / 5 Noyabr 1895, No: 42. s. 46]

Meşahir-i üdebanın kaleminden dökülmüş hakikat büyük eserlerden maadasının garp lisanlarından şark lisanlarına tercümede istifade görme-diğimizi söylemiştik. Fransız romanlarının cümlesi Nemselerin ve İngiliz romanlarının cümlesi İspanyolların mizacına muvafık  gelmediği hâlde ehl-i şarkın mizacına daha ziyade gelmeyecekleri sade bir hakikattir zannederiz. Binaenaleyh tercümelere sarfedilen mesai millî hikâye ve roman yazmaya verilir ise daha güzel olacağı bedîhîdir… Herkes romancı değildir; herkes roman yazamaz… Evet, böyledir ama bunun için herkese tercümelere bel bağlamak lâzım gelmez; güzel fakat faydasız bir tercümeden ise o kadar süslü olmayan lâkin faydalıca bir millî hikâye yazmak efzaldir. Bunlar, bu hikâyeler neden bâhis olabilir? Maddeler pek çoktur. Meydanınız pek büyüktür. Tarih, hâl ve istikbal maişet-i Osmaniyye ve İslamiyye şu kadar facialı, şu kadar dalgalı bir meydandır ki ne kadar yazılır ve araştırılırsa tükenmez. Tekrar edelim: Roman ve hikâye yazmak için eşhası mutlak aşhaneli bulvara ya ki piyanolu salona çıkarmak lâzım gelmez; Kemal Bey’in “Cezmi”sinde Mehmet Murat Bey�in “Turfanda”sında bulvar, balo, salon, otel odası, şehir postası, aktris falan yoktur, fakat bunların birinde bulacağınız efkâr-ı tarihiyyeyi ve diğerinden anlayacağınız efkâr-ı âliyyeyi kırk tercümede bulamazsınız. Mesela Ertuğrul’un zuhuru; Ankara vak’ası, Çaldıran zamanı, Viyana muhasarası, Cem Sultan faciası, Yunan ve Mısır âsiyânı müstakil üçer beşer roman olabilir.

Ruhanî (Psikolojik) roman istiyorsanız -mesela esir satılıp gelmiş Gürcü zadegân kızının veya ki kündeşinden[7] yoksa göze girmiş cariyeden verem döşeğine girmiş hanımın hâlinden, kocası Girit’te, büyük oğlu Karadağ’da, ikincisi Plevne’de düşmüş, Anadolu Fatmalarının binde birinin ahvâl-i ruhaniyyesinden, efkârından vesair hâlinden bahsederek keşf ve resme nâil olsanız ne ibretli, ne dehşetli, ne tesirli şeylerin üstünü açmış olursunuz ki okuyan hakikat istifade eder; düşünmeye ve vicdanı ile mükâlemeye mecbur olur.

Rumeli’nin, Anadolu’nun her bir kariyesi koca bir hikâye teşkil edebilir. Sade şeylerdir diye geçmeyiniz: Dikkat ve tefekkür buyurursanız görürsünüz ki maişet-i Osmaniyye asırlarca gece gündüz  devam eden en parlak bir hikâyedir; en dehşetli bir faciadır, en güzel bir tarihtir. Bunların içinde hakîki eşhas olarak nice nice kahramanlar, büyükler, sadıklar, ganiler, alçaklar, görünmeyip ağlayanlar vardır ki keşf ve resm ve beyan edilmelidir; edebiyyatın esası tercümeler olamaz, millî hikâyedir. Lisan ve efkâr ve muhabbet-i milliyyeyi terakkî ettirecek, süslendirecek ve tabiat ve ahlâkı terbiye edecek millî hikâyelerdir. Bunlara çalışmak ehl-i kalemin borcudur; milliyyet ve kavmiyyet rengi edebiyyatın şerefidir.

[6-] TENKİT YAKİ ÖLÇÜ

[İlâve-i Tercüman , 28 C. Ahir 1313 / 3 Dékabr 1895, Sayı: 44, s. 50]

Avrupa lisanlarında kullanılan “kritik” ya ki “kritik” (critique) lugatini Osmanlı yazıcılarından bazıları “tenkit” ve bazıları “muaheze” sözü ile tercüme ediyorlar. Bize kalırsa “muaheze”den ziyade “tenkit” lafzının istimali daha haklıdır. Lâkin en münasibi lugatin Türkçesini bulup ya ki kabul edip kullanmaktır.

Türkçe’de “kritik” sözü bulunur mu? Bulunmuyor ise bulundurmalı. Malûm bir hükûmetin hâl ve terakkî�i askeriyyesine dikkât ve lâzım malumatın cem’i için elçi-hane heyetine koşulan askerî memura “ateşe militer” ve hâl ve terakkî�i bahriyyeyi gözetmek için tayin olunan memura “ateşe neval” diyorlar… Fransızlar bunlara bakıp, bilmem neden, böylece söylüyorlar… Türkler, hâlbuki Türkçe söyleseler mümkün idi. Hem daha münasip olur idi. Meselâ ateşe militere “vekil�i askerî”, ateşe nevale “vekil�i bahrî” denilse câiz olmaz mıydı; ama bu da Türkçe olmaz deseniz, “Türkleşmiş Arapçadır”, diyeceğim; istiklâl�i lisaniyye ve haysiyyet�i kavmiyye nazarından Türkleşmiş Arapça çibçi[8] Fransız ıstılahından efdal olduğu herkesçe teslim edilir.

Gelelim “kritik” sözüne. Buna bir Türkçe uydurmak için sözün ne olduğunu tayin etmeli.

Bir eser�i edebiyyenin ve bazan dahi bir insanın amel ve işinin mahiyyetini[9] tayin ve zahir eden mülahazaya ve mütalaaya “kritik” derler.  Kritik demek bir eserin ya ki bir işin yalnız fena cihetini, kusurunu, hatasını açmak değildir. Derece�i edebiyyesi veya ki mahiyyeti[10] umumca anlaşıl-mayan bir eserin ve ya ki amelin hakikat�i hâlini keşf ve izhar etmek kritik ameliyyatı dairesindedir. Umum indinde rağbetsiz ve metrûk kalmış bazı eserler mülahaza�i kritikiyye sayesinde meydana çıktıkları ve meşahirden biri bir kritikçi kaleminin zehri ile kapkara edildiği hâlde diğer bir kritikçinin daha derin daha etraflı mütalaatı ile hürmet meydanına konulduğu görülmektedir.

Binaenaleyh “kritik” vazifesi her eserin mahiyyet�i[11] hakikiyyesini tayin etmekten ibaret oluyor; bu hâlde buna Türkçe bir isim vermek mümkündür zannederim. Hakikî ağırlık “çeki” ile, mesafe ve meydan “ölçü” ile tayin olunur. Eser ve iş dahi çekiye ve ölçüye gelir ve bundan böyle şu nazik “kritik” lafzını (ölçü ya çeki) sözleriyle tercüme etmek istiyorum. Kaba gelir ama kullanılmadığından kaba görünüyor, zatında kaba değildir.

Bu dediğimi çekiye alınız; hakkım olup olmadığını fikre çekiniz, eğer çekiniz doğru olup yanlışım çeki ile meydana koyulur ise bu çekinizden çok razı olurum.

(İsmail)
İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri


(1) Metinde  “furcısız” şeklindedir.

[2] Metinde “şadlendigi” şeklindedir.

[3] saylanmak: seçilmek, ayıklanmak.

[4] orçık: iğ, mil

[5] uşamak: benzemek, uşar: benzer

[6] Aslında “3. bahis”tir, kayıt yanlış konulmuş.

[7] kündeş: kuma

[8] Metinde “çib çi”  şeklinde.  “çip çiğ” olmalı (?)

[9] Metinde  “maiyet” şeklindedir.

[10] Metinde  “maiyet” şeklindedir.

[11] Metinde  “maiyet” şeklindedir.


* Derleyen: Prof. Dr.  Yavuz AKPINAR , Yayınlandığı Yer: Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, IX, İzmir, 1998 s. 87-115 (Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları)

İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri : [1] MATBUAT-I OSMANİYYE

*


İsmail Gaspıralı

[İlâve-i Tercüman,  10 R. Ahir 1313 / 17 Sentyabr 1895,  No: 35, s.110-111]

On beş yirmi seneden beri Memalik-i Osmaniyye’de her dilde ve bâ-husus Türkçe pek çok fennî ve edebî kitaplar neşredildi. Şöyle ki Osmanlıların edebiyyatta ve intişar-ı maarifte büyük terakkîleri görülmektedir. Bugün de Osmanlı Türkîsinde her fenden ve ilimden eserler bulunduğundan ma’da Avrupa meşahir�i üdebasından Şekspir [Shakespeare], Göte [Goethe], La Fonten [La Fontaine], Şiller [Schiller], Bayron [Byron], Gugo [Hugo] ve sairlerin bazı eserleri ve numuneleri tercüme edilmiştir. Hikâyecilerden hemen ekseri Osmanlılara ma’lumdur. Bizim Griboyédof’un “Akıldan Belâ”sı, Puşkin ve Lermantof’un ve Graf Tolstoy’un bazı parçaları Türkçe’ye köçürülmüştür.[1]

Telifat-ı milliyyeden olarak belki daha ziyade fennî ve edebî eserler meydana koyulup bunlar arasında fen kitapları, hikâyeler ve mecmualar görülmektedir, fakat şu terakkî ile beraber ikmal edilecek pek çok noksan daha bulunduğu inkâr olunamaz… Dünya böyledir: Ne terakkînin nihayetine varılır; ne noksanın âhiri alınır. Bugünkü terakkî ertesi gün bir terakkî daha ister; durmak yoktur. Hergün terakkî istiyor zamanımız, ne terakkî biter ne noksanımız!

Ancak Osmanlı âlem-i edebiyyatında bir hâl mevcuttur ki terakkîye hayli mânidir. Bu da edebiyyatın bunca ilerlediği hâlde mizansız kaldığıdır. Osmanlılar’da “tenkit” ve “tenkidat”-ı edebiyye meydan alamıyor. Halbuki tenkit edebiyyatın mizanıdır; mizansız bazar- tenkitsiz edebiyyat lâzımınca parlak olamaz.

Edebiyat-ı Cedîde’nin ibtida-i zuhurunda meydan-ı intişara her ne koyulur ise “tergîb ve teşvîk” makamında beş âferin ile on nazar değmesin demek caiz ise de edebiyyat ve neşriyat bir hayli ilerledikten sonra tenkit baş gösterip işini görmelidir. Bez pazarına arşın, ekmek pazarına okka nasıl lâzım ise edebiyyata ölçü olan tenkit belki daha ziyade lâzımdır. Edebiyyat gıda-yı maneviyyemizdir ki gıda-yı maddiyyeden daha mübarektir. Mizan ister her ne olur ise olsun giymiyoruz, her ne olsa olsun yemiyoruz da her ne olur ise olsun okunur mu? Çuhaları, bezleri çeşm edip [2] derecelerini bilmek zarur olur da alınacak ve okunacak eserleri hikâyeleri ve fennî kitapları mizana alıp ne derece şeyler olduğunu bilmek gerek olmaz mı?

Bunların mahiyyet [3] ve derecesini tayin edecek “bî-tarafâne tenkit”tir. Lâkin bütün memalik-i İslamiyye’de “hiciv” malûm “medhiyye” mu’teber olunup “tenkit” lisanlarda ve lûgatlerde görülmemektedir. Tenkidin makam-ı âlisine arslan yuvasına girmiş tilki gibi gıybet yerleşmiştir. Bu hâl Mağrip zeminden ta Cava adalarına kadar hüküm sürmektedir. Fakat bir gün arslan yuvasını, tenkit makamını bulsa gerektir.

Tenkit lâzımdır ama tenkitçi kim olacak? Bu böyle bir iştir ki fırıncılıktan ve vapur kömürcülüğünden daha ağırdır. Fakat nîm�medenî Fas’ta ya ki Afganistan’da tahammül edilemeyecek “tenkit” medenî milletlerden bulunan heyet-i Osmaniyye indinde yalnız tahammül değil makbul olmak zamanı gelmiştir… Edebiyyat bunca ilerülemiş; senevî bunca eserler tercüme ve te’lif olunuyor. Bunlar nedir? Birbirinden farkı ve derecesi nedir? Cümlesi istifadeli midir? Aradan bazıları kara boyalı destelenmiş kâğıttan ibaret değil mi? Roman çıktı; komedya oynaldı [4]… Mü’ellif ne diyor? Efkârı nedir? İdare-i siyaset, imtizaç vesair vesair hususatta muhakeme-i umumiyyeye arz ettiği meslek nedir?

Bunlardan bahsederek bunları tayin ve beyan edecek tenkit ve tenkitçidir. Tekrar edelim: Güç ve ağır iştir lâkin lâzımdır. Mâye-i edebiyyeyi kabuğundan ve çürüğünden ayıracak budur.

İzzet Bey (değil ise diğer bir adlı olsun) coğrafya yazmış; Molla Hüseyin ilmihal yazmış, Süleyman Efendi “Yeni Usul Elifba” çıkarmış, biraderim Ali Ağa millî roman yazmış; birader falanca komedya uydurmuş… Bunların her birine iki aferin ile üç maşallah denilip geçilir ise kitap bazarı yakın zamanlarda boyalı kâğıttan aman bulamaz ve edebiyyatta gidiş ve meslek görülemez; boyalı kâğıt dibinde basılmış kalır.

Tenkidin meydan alamadığındandır ki bugün de bir kitap alınacak ise serlevhasına bakılıp alınamaz; içini araştırmak lâzım geliyor. Çünkü adı ile mayası [5] arasında Balkan dağları vardır.

Bunca romanlar ve tiyatro oyunları tercüme ve neşr olunuyor; okunuyor, görülüyor… Bunlara dair ehli ve erbabı tarafından fikir verilmelidir. Yoksa iki çavuşun kahramanlığından, Margaritea’nın halinden, Jülyete’nin başına gelenlerden, Mösyö Barbe’nin dolandırıcılığından o bizim Hüseyinler ve Ayşeler pek de istifade edemezler zannederim.

Edebiyat-ı Osmaniyye’nin en zayıf ciheti millî romanları ile millî piyesleridir. Merhum Kemâl Bey’in “Cezmi”si ile Mehmet Murat Bey’in[6] “Turfanda mı”sı müstesna tutulduğu halde “millî roman” yoktur demek caizdir. Halbuki maişet ve tarih-i Osmanî roman, dram, facia hazinesidir; bu hazineden efkâr ve meslek ihraç edenleri görmüyorum belki de göremiyorum.

Bugün de Osmanlı edebiyyatı “tenkitsiz” bir gidiş ile gittiğinden maada çok iş gören baba “sükût” dahi kullanılmıyor. Âdât ve görenek-i edebîleri ve muharrirleri boyunluyor.[7] Falan paşazade falan beyefendi “falan risaleyi telif ederek, âlem-i matbuata ya ki âlem-i maarif ya ki âlem-i insaniyyete bunca hizmet buyurdular; risaleleri (ya ki romanları) pek istifadelidir. Herkese birer adedini edinmek lâzımdır” yollu “takdimler” cümle gazetelerin cümle nüshalarında bulunmaktadır; hâlbuki takdim edilen “eser” beş paraya değmez! Böyle âdet olmuş; nezaket-i mahalliyye hükmünü almış.

Vakıan bir beyin yazdığı bir eser hakkında diğer bir beyefendi muhakeme-i tenkidiyyesini beyan edip gördüğü uygunsuzluğu ya ki yanlışları meydana koyar ise ülfete ve yerden verilen temennalara mahal kalmaz; dostluk poyraz dalgalarında gark olur gider.

Tenkit yalnız beyan-ı noksandan ibaret değildir. Bir eserin ne derece istifadeli olduğunu meydana çıkarmak, isbat etmek tenkide mahsustur. Fakat bu da görülmüyor. Ahmet Midhat, Ebuzziya Tevfik Bey, Şemsettin Sami Bey, Mehmet Murat Bey vesair efendilerin âsar-ı kalemiyyelerinden, mesleklerinden yüzde kaç İstanbullunun haberi vardır? Bunların büyük büyük eserleri hakkında etraflıca mülahazalar görülemiyor; “salon eğlenceleri” âlem-i matbuatı tezeyyün eyledi; istifadeli bir şeydir; altmış para köprü başında… yollu ibareler sırasında “Kâmusü’l�A’lâm”ın …nci cüzü neşrolundu; bunun ile ….nci cildi ikmal olunuyor… ibaresi görülüyor ki bilmeyenler “salon eğlencesi”ile “Kâmusü’l-A’lâm”ı tefrikten aciz kalır. Herkes tenkidata istidatlı olamaz; binaenaleyh böylelere tenkidat ile yol göstermeli; yoksa ehli olmayan âdem, edebiyyat bahçesine düşecek olup yağlı boya ormanında dolanır.

Âdi bir âdem mesela tarih-i umumî alacak ise Mehmet Murat Bey’in eseri ile diğerlerinin mikyâsını bilmelidir. “Cezmi” ile sair bir “millî” romanın değil yalnız lisanca efkâr ve meslekçe tefavütünü anlamalıdır.

Roman nedir, hikâye nedir  -falan romandan matlap nedir; filan oyunun ibreti nedir-  bunları açacak, anlatacak tenkittir.

İnsanların umum muamelesi tenkit süzgecinden geçirilmek âdet ve usul edilse daha hoş olur. Bu maddeden ötürü kuvvetimiz aldığı kadar bir iki bahisler edeceğiz.


* Derleyen: Prof. Dr.  Yavuz AKPINAR , Yayınlandığı Yer: Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, IX, İzmir, 1998 s. 87-115 (Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları)

1  köçürülmek: çevrilmek, tercüme edilmek

2  Çeşm etmek: Cinslerine göre ayırmak, sınıflandırmak (?)

3  Metinde bir çok yerde her hâlde tashih hatası olarak  “maiyyet”  şeklindedir.

4  “oynandı” anlamında

5  ayası: esası, konusu

6 Metinde yanlışlıkla “Ahmed Murad” yazılmıştı, düzeltildi. Mizancı Mehmet Murat Bey’in eserinin de tam adı “Turfanda mı Yoksa Turfa mı?”dır.

7  boyunlamak: (?)

Medrese Meselesi (2)

İsmail Gaspıralı


Medreseleri yahşırak ve yani bir usûle getirmek için hâl-i hâzıralarına dikkat etmek lâzımdır. Medreselerde her bir hücre ve odanın talebesi ayrıca bir cem’iyet olarak aş su ve şâir levazımını özi tedârik eder bundan ötrü günün büyük bir kısmı ağaç kesmek aş ve nân bakmak semâver koymak gibi zarûr işler ile geçer. Ba’zı vilâyetlerde bir hücrede on beş talebe ikâmet eder; ba’zı yerlerde büyük bir bölme perdeler ile iki ya üç dâ’ire dilip her dâ’irede beş on tâlibü’l-‘ilm ikâmet eder. Ekser hücreler sıhhat-i beden için lâzım mikdâr ziya ve hava almaz.

Talebenin büyükleri müderris efendiden ders alırlar; mübtedîler büyüklerden okurlar. Müderris efendiler dersten mâ’ada hitabet ya imamet ile meşguldür; idareleri ya’ni ma’âşlıkları ekser azdır; yeterlik değildir. Vakfı olan medrese azdır. Bu hâlde medreselerde senevi ancak altı ay kadar ders olunuyor; altı ay talebe medrese hâricinde bulunup kışlık rızkını tedârik edip cürer. Bunları herkes ‘öşürden sadakadan bakar. Güz ahiri ya kış başı bunlar medreselerine cem’ olup her biri birer mikdâr un, et, may ve bir mikdâr akçe peyda edip gelirler. Bunun ile ma’îşet ederler.

Talebenin hâl ve derslerine muntazam bir nezâret ve dikkat edilmiyor; bilip bilmediği imtihan ile ta’yîn olunmuyor; derece-i ‘ilmi ve tahsili teftîş ve imtihan ile ölçenmeyip “sene” ile kararlanıyor. “Bu softa filân filân fenlerden ve kitaplardan imtihan berdi.” denilmeyip “filân kadar sene medresede yattı” demek ile ‘ilm ve kemâlât ta’yîn olunuyor.

Tahsilde lisân-ı ‘Arap, fıkıh ve ‘akâ’id fenlerinden mâ’ada ders edilmiyor; ana dilinde, kitabet ve hüsn-i hatta cüz’î bir sa’y görülmüyor bunlara dikkat olunmuyor. Küllî müşkilâta daha bir müşkilât olmak üzere ba’zı medreselerde ‘ Arabî dersleri lisân-ı Farisî ile beyân olunuyor. Ana dilimizde ders edildiği hâlde pek ağır olan ‘Arabî dersleri Farisî ile söylenip daha müşkil bir tarza koyuluyor.

Bu hâller ile tahsîl-i ‘ilm ve terakki olur mu? Evet olamaz senede altı ay günde üç sâ’at bilâ-nezâret bilâimtihân bilâ-nizâm ve intizam tahsil evet on beş yirmi seneler ‘ömür ister ve bunca ‘ömrü aldıktan son ne lisân-ı ‘Arabî bize mal eder, ne lisân-ı Türkîde kemâlât verir. Çok garip ve ta’accüptür ki bu hâller ile dahi üç beş ‘ulemâ yetişiyor, lâkin ekserin yalnız nâmı ve kıyafeti “molla”dır. Şâyân-ı teessüf budur. Bu ‘asrın ehl-i İslâmı tedennide bulunduğu; ekser insanların fehmsizliği nihayet derecelere bardığı medrese tahsili derece-i lâzımede olmadığındandır.

Fünûn ve kemâlât-ı cedide tursun; bunlardan bahs etmiyoruz; fünûn ve edebiyât-ı ‘atika-i ‘Arabî tahsîl olunmuyor; eğer medreselerde fünûn ve edebiyât-ı ‘Arabî lâzımınca tahsîl edilse; lisân-ı ‘Arapta mevcut edebî fennî ve siyâsî asâr-ı mu’tebere gözden geçirilse ‘ulemâmızın hâli ve milletin fehm ve basîreti ileride olur idi. Cümleden biri meselâ “Mu-kaddime-i Tarih-i İbn-i Haldun” mutâla’ası deryâlarca fehm ve fikr berir idi, lâkin İbn-i Haldun’ı okumak için lisân-ı ‘Arabîyi bilmek gerek; bu lisân ise neçik bilinsin ki elifbası makamında olan “sarf ve nahv” tahsiline on sene ‘ömür gidiyor. Bu hâlde evet Farabî’nin, İbn-i Sina’nın, Gazalî’nin, İbn-i Haldun’un ve sâ’ir meşâhirin ‘asarı mütrek kalıyor. Meyl-i ‘avam dünyâmızı berbâd ediyor.

Çâre ne? Islâhat-ı mülâhaza ve gayrettir.

Bugünde tahsîli arttırmak, meydânlaştırmak hîç mümkin değildir, lâkin bir hayli ıslâhat icra etmek mümkindir zannederiz. En ibtidâsında dokuz ay tahsîl ‘âdet edilmeli; ikinci, talebeyi aş, su, çay tedârikinden kurtarıp her gün sekiz dokuz sâ’at ders ile mesul etmeli; üçüncü- medrese ve hücrelerin meydanlığı müsâ’ide ettiği kadar talebe cıyıp bunları rahat etmeli; Tatar oğlu cidar deyi tuzlu balık şekilli dizip koymamalı; dördüncü- talebenin aşını, suyunu, çayını hazırlap bermeli. Sınıf sınıf edip ders bakmak için iki üç mümeyyiz ve molla softalara emânet edip bunlar talebenin ve medresenin her hâline dikkat ve nezâret kılmalı ve derslerde medrese mu’âvin ve senede bir imtihân olmalı; beşinci- her medresede bir aşçı ve bir hizmetçi bulundurmalı; bunlar aş ve çay ve sâ’ir hizmet ile meşgul olmalı. Altıncı- müderris efendiler imamlık ve hatîplik gibi me’mûriyetlerden azâd olunup ma’îşetlerine kâfi idare ta’yîn ya vakf edilmeli; yedinci- ders vermekte, usûl-i fikr ve mülâhaza olunup ana dilimizde okumak yazmak ve ‘ilm-i hesaba biraz ziyâde yol vermeli. Haftada bir iki gün ‘Arapça tekellüm olunacak günler medresede şâir dil ile söyleşmek memnu’ edilmeli; sekizinci- cümle talebenin ders ve aş ve istirahat sâ’atleri ta’yîn olunup sınıf sınıf cümlesi birden derste ve aşta bulunmalı.

Bu gibi ya buna uşar tertibat ile seneden “üç ay” ve günlerden “üçer” sâ’at kesb edilse on senelik dersler beş senede hâsıl olacağı der-kârdır. Daha ziyâde ıslâhat ba’de fikr olunur.

Usûl-i hâzırada üç beş talebe bir olup bir kazan ve bir semâver isti’mâl ediyorlar. Medresede on hücre bar ise on kazan kaynıyor, yirmi talebe bunlara me’mûr oluyor. Medresede mevcûd meselâ elli altmış talebe koşulup bir kazan kaynatmaya ittifak etseler hâsıl olan bereketler hemen bir aşçı tutacak kadar fâ’ide hâsıl olur. Büyük talebeler nöbet ile kilere ve aşhaneye nezâret edebilirler. Her hâlde elli altmış talebe koşulup bir aşçı ile bir hizmetçi tutmaya çâre bulurlar. Ancak talebeye ‘öşür, zükût ve sadaka berecek hamiyetmendân vereceğini ka-aldırmayıp üç ayda yazda vermeli ki talebe sentabr başında medresede bulunsun.

25 Fevral (Şubat) 1894, sayı: 8.

Medrese Mes’elesi (1)

İsmail Gaspıralı


Medrese-i îslâmiyelerde ‘ulûm-ı dîniyeden mâ’ada fünûn-ı cedîde tahsîli ‘âdet edilse fâ’ideden hâli olmayacağı geçen bir nüshamızda Trabzon vilâyetinden alınıp kısmen dere edilmiş bir mektupta arzu edilmiş idi. Bu mes’ele ‘indimizde en büyük ‘ad olunan bir mes’eledir. 1881 senesi elimize ibtidâ kalem aldığımızda bu mes’eleye dâ’ir mahsûs bir risale neşr etmiş idik.

 

Târîh-i İslama nazar edildikçe hilâfet-i Abbâsiye zamanında Azya, Afrika ve Endülüs medreselerinde ‘ulûm-ı dîniyeden mâ’ada târîh, hendese, hikmet-i tabî’iye, felsefe ve hatta ‘ilm-i tıp tedris ve tahsîl edildiği görülür. Bu sayede ‘ulûm ve ma’ârif en yukarı tabakalardan ta köylüler arasına kadar bir derecede intişâr olunmakta idi. Mezkûr medreselerde yetişen “ulemâ” mü-nevverü’l-efkâr olup her cihette isti’dât ve kemâlât gösteriyor idi. Gazalîler, İbn-i Sinalar, İbn-i Rüşdler, Farabîler mezkûr medreselerin mahsulü idi.

Moğol tahribatından biraz daha evvelce zarar ‘ad edilip terk edilmiş fünûn ve ‘akliyatın fıkdanı ‘âlem-i îslâmiyeti en ziyâde kederlendirmiş hâllerdendir ve hâlâ pek çok kıt’aları hâb-ı gaflette bırakan ‘ulemâ-yı İslâmın ma’lûmâtsızlığıdır ve bu da medrese-i İslâmiyelerin usulsüz bir hâlde devam ettiklerindendir.

Bir düşünülsün: Meselâ Kaşgar’da ve yâki Afrika içi Burno’da medreseler de var, ‘ulemâ da var; ancak ne okuyorlar ve ne biliyorlar su’âline en ağır bir cevâp vermek lâzım gelir.

İslâm kaptanları bir direkli kayıklar ile bir taraftan bahr-i Atlantik’e kadar diğer tarafından Çin ve Muhît-i kebîr adalarına kadar gittikleri, dünyânın yolsuz zamanında tüccâr-ı İslâmın bilâ-tereddüt en uzak kıt’alara daldıkları, emti’a-i İslâmînin her tarafta mu’teber olduğu, seyyahlarımızın, vâ’izlerimizin cenubun en sıcak ve şimalin en soğuk yerlerine kadar vardıkları ve ‘umûm ahâlide efkâr-ı terakkî ve dirilik görüldüğü medrese-i îslâmiyelerin vaktiyle kalb-i ‘umûmîye saçtıkları ma’lûmât ve ziya sayesinde meydana gelmiş idi.

Medrese-i İslâmiyelerde ‘ulûm-ı diniye ile beraber ‘ulûm-ı ‘akliye ve ma’îşiye tedris edildikte efkârlı ve ma’lûmâtlı ‘ulemâ hükümet merkezleri olan şehirlerde bulunduğu gibi her köyde biri ikisi bulunuyor idi. Her mahallenin her karyenin bir imâmı olmak lâzım geldiği hâlde şu imâm gördüğü tahsilin netîcesi olarak hem “bir “âlim” hem bir “ehl-i kemâl”, idi. Mahalle cemâ’atinin ‘ibâdetine riyaset ettiğinden mâ’ada tevsî’-i ma’lûmâtına, ikdam ve terakkisine hadim olabiliyorlar idi…. >şimdi? Şimdi ne olduğunu söylemeye pek de hacet yoktur; daha iyisi ne yapmak lâzım olduğuna bakalım.

Medrese-i İslâmiyelerin cedvel-i tahsilleri ve usûl-i idareleri ve talebenin sûret-i ma’îşeti ıslâh edilmek lüzumunu göstermek için Avrupa’nın ve hatta memâlik-i şarkiyede sakin Ermeni Rum, Bulgar ve sâ’irlerin bu yolda ettikleri ikdam ve tedâbirin beyânından sarf-ı nazar yalnız patrikhane mekteplerinin programına bir göz edilip yetiştirdikleri papazların ma’lûmâtına dikkat edilir ise mükemmel programlı mektep-i milliyenin ne kadar büyük iş gördüğü anlaşılmış olur.

1881’de neşr ettiğim risâlde yazdığım üzre ‘umûm medreseler taht-ı nezârete alınıp talebe dinlendirilmeyip senede on ay tahsilde bulunmalıdır. Sarf ve nahv-i ‘Arabî dersleri sühûletli bir tarza konulmalıdır; talebe sınıf sınıf edilip imtihansız aşağıdan yukarı derse geçirilmemelidir; her medresede iki ve mümkün olur ise üç müderris bulundurmalı ki bunların biri lisân ve edebiyât-ı Türkîden ve hesaptan ders vermeli.

îbtidâ-yı hâlde her vilâyette bir “medrese-i ‘âliye” te’sîs etmeli ki bu medreseye gelen talebe lisân ve kavâ’id-i ‘Arabiyeyi ve Türkîyi bilip ve bir derece fıkıhtan, âkâ’id ve tefsirden ma’lûmâtı olmalı. Medrese-i ‘âliyeden ‘ulûm-ı ‘Arabiyenin ilerisi, edebiyât-ı ‘Arabiye, mantık, ‘ilm-i hesap, coğrafya, târîh, hikmet-i tabî’iye, usûl-i tedris, nizâmât-ı mülkiye ve ‘ilm-i servet tahsîl edilmeli. Huddâm, vâ’iz, nâ’ib, kadı, mu’allim-i mekteb-i sıbyân olmak isteyen efendiler “medrese-i ‘âliye”den çıkma olmalı.

Bu hâlde yavaş yavaş zıyâ-yı ma’ârif en çet karyelere kadar ve efkâr-ı terakkî en yüksek dağlara, en derin vadilere kadar gider.

Yersiz ta’assup kalkar; görenek vebası köterilir; “neme lâzım” durgunluğu ikdama yer verir; milletin fikri ve eli ayağı harekete gelir ve eski terakkîmiz yeni tarzda tecdîd eder.

Medreseleri ıslâh ve her vilâyette birer medrese-i ‘âliye etmek için pek büyük para lâzım olmaz.

(7 R. Evvel 1314 (4 Ağustos 1896) Sayı:30’un ilâvesi

LİSÂN MES’ELESİ

İsmail Gaspıralı


İzmir’de “İzmir” namında neşr olunan yeni ve güzel gazetenin bir nüshasında “umûm-ı üdebâmıza bir ihtar” ser-levhasıyla bir bent okuduk.

“Türk, ‘Arap, ‘Acem lisân-ı edebîlerinin hey’et-i mecmu’asından mürekkep enmüzec-i bediî” olan Osmanlı lisânının kısm-ı edebîsini nazar-ı tedkîkden geçirecek olur isek en evvel nazar-ı dikkatimizi -tenâfür- bahsi celp eder ki o bahisde de üdebâmızın isti’mâllerini şiddetle men’ etmekte oldukları “istasyon, konsültasyon, sikovastra, kart dö vizit, vapur, şimendöfer, kongre, konferans” gibi soğuk ve mütenâfir kelimeler; görür ve şu hâlin gitgide tekessür ederek lisânımızın teferrukuna bâ’is olacağını anlarız. Dünyâda insanların her türlü menâfi’ine mâni’ olan şey’i neş’et-i lisân maddesinden ‘ibaret olup bir kavmin bâ’is-i terakkisi olan şey’i de o kavmin efradının his ve lisânda ittihadlarıdır.” demişler. Pek doğru söylemişler.

Bugün ‘Araplarda Fransız ve İngiliz ve sâ’ir lisânlardan kendi lisânlarına karışmak isteyen kelimeleri der-‘akab yakalayıp mukabillerini bulup lisânlarından tard ediyorlar, “vapur”u görür görmez “bahre” nâmını veriyorlar. “Kart dö vizit”i işitir işitmez batakate’z-ziyâre nâmını çıkarıyorlar.

Şimdi bunu biz de yapmalıyız. Hatta şimdiye kadar yapmadığımız kabahattir.

İşte biz bugün üdebâmızı bu hizmet-i lisâniyeye da’vet ediyoruz.

“Tercüman”

Bu da pek doğrudur ve da’vet de güzel da’vettir.

‘Osmanlı lisânını sadeleştirmek aslı “Türkî” olan bu lisânı oldukça “Türkleştirmek” demektir; bundan matlap ise edebiyattan milleti ya’ni Türkleri müstefîd etmektir. Garp dillerinden dilimize karışmak isteyen kelimelerin mukabilini bulup kullanmak ve mukabilini bulamayıp kabul ettiklerimizi kavâ’id ve tabî’at-ı Türkîye tabîk edip kullanmak lâzım geldiği gibi ‘Arap’tan, Fars’tan kabul ettiklerimizi dahi böyle etmelidir. Türkçesi bulunan bir kelime yerine diğer bir lisânın kelimesini isti’mâl etmek cinâyet-i edebiyedir.

Lisân en ibtidâ’ “kavmî” olmalıdır ki herkes anlayabilsin. Lisânın yaraşığım letafetini ikinci derecede tutmalıdır. Bu hakîkati ben demiyorum hâl ile “Türkler” söylüyorlar. Mizân-ı edebiyeden beş paralık kıymeti olmayan bilmem nerede basılıp çıkan “Âşık Garip’ler, “Şah İsma’il”ler, “Köroğlu”lar, “Kerem”ler Edirne’den Bursa’dan başlayıp ta Azerbaycan, Horasan ve Kaşgar Türklerine kadar münteşir olduğu hâlde ma’lum edebîlerin yazdıkları eserler; o meşhur şâ’irlerin “idi” ile “dedfden mâ’ada Türkçesi olmayan ateşli şiirleri Türklere kapalı kalıyor!

Diyorlarki Türk lisânında nâzik ahvâl ve hissiyât-ı ruhaniye ifâdesine lâzım kelimeler bulunmuyor; binâenaleyh terkîb-i ‘Arabî ve Farisî olmadıkça lisân da lisân olmuyor. Belki böyledir, ama hâlâ bu zamana kadar Türk diline mahsûs bir lügatimiz olmadığı hâlde bu kadar kestirici bir hüküm etmeye hakkımız yoktur zann ederim; Türkçe’yi mükemmel bilen kimdir?

Türkçesi bulunmadı da onun için mi “demir yola” “şimendöfer” denilmek ‘âdet edildi? Türk dili aranılır ise; tahsîli lâzım görülür ise şimdi zann olunduğundan ziyâde zengin olduğu anlaşılır ümidindeyim.

Türk dili Türkçe olmalıdır; ‘Osmanlılar ise âl-i ‘Osman devletine mensup akvama hâkim olan ‘Osmanlı Türkleridir.

*

“Servet-i Finûn” gazetesinin 680. inci numrasında ‘A. Nadir beyin şâyân-ı dikkat musâhabe-i edebiyesi derc edilmiştir. “Ma’ârif-i edebiyemize hizmet için ne yapmalıyız?” su’alini edip cevâp vermeye çalışıyorlar, fakat yazdıkları güzel mülâhazalar “Ne yazmalıyız”dan ziyâde “Nasıl yazmalıyız” su’âline daha muvafıktır zannederiz.

Ne yazmalıyız? su’âline cevaben akvâm-ı ‘Osmaniye’nin ve ba-husûs ‘Osmanlı Türklerinin ma’lûmâtını tevesü’, efkârını işlek ve ‘âlî edecek şeyler yazmalıyız ve nasıl yazmalıyız? Su’âl ekseriyetin okup anlayabileceği bir tarzda ya’ni sade olarak yazmalıyız desek olmaz mı ‘acaba?

‘A. Nâdir bey böyle zannetmiyor. Lisân-ı ‘Osmaniye’yi sadeleştirmek nerede kaldı ki öz Türkîye ile şiir söylemek mümkün olamaz…. “Çünki lisânımız Türkçe değil, “Osmânlıcadır.” diyor.

Hîç işitmediğimiz bir şey bu idi, işittik.

Şinâsi’den evvel yazı yazan ‘Osmanlı Türkleri bugün de herkesçe kullanılan “Osmânlıca”yı ve meselâ Şemseddin Sami beyin ve Ahmed Midhat efendinin “sade” dil ile yazdıkları edebî ve fennî makaleleri görseler ‘Osmanlıca’dır demezler idi. Tamâm bunlar gibi zamanımızda dahi “kûre-i kalemiye”ye tâbi’ olanların “Türkçe güzel şiir yazılmaz” “terkîb-i’ Arabîsiz ve Farisîsiz lisanımız dönmez.” zannettikleri tabî’îdir.

Şîve-i ‘Osmâniyeyi sadeleştirmek lisân-ı Türkî’yi ilerletmek mes’elesinin ehemmiyet-i edebîyesinden mâ’ada daha büyük ehemmiyet-i siyâsiyesi vardır. Yazının yalnız güzelliği aranılmamak daha ziyâde “umûmî”liği matlap edilmelidir.

En eski ‘Osmanlı olan “Türklerden” mâ’ada devlet-i ‘Osmâniyeye tâbi’ bunca akvâm-ı sâ’ire vardır ki bunların lisân-ı hâkimeyi tahsilleri farzdır, halbuki bu farzın edası için uzun senelerce ‘Arabistan çöllerinde ve İran gül bağçelerinde dolanmak lâzım olur ise iş bozulur……

14 R. Ahir 1314 (11 Ağustos 1896) sayı: 31-1

Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene


İsmail Gaspıralı

Mukaddeme

Zamanımızda Avrupa medeniyeti dünyanın her tarafında intişar yolundadır. Zamanımızdaki hayli memâlik-i îslâmiyede, medeniyet-i garbiye arzusunda bulunup, tarîk-i terakkiye girmiştir. Zamanımızdaki İslâmlar arasında malumatlı adamlar çoğalmakta olup intişâr-ı medeniyet zımnında teşvikât artmaktadır. Bu medeniyeti mu’ayene ve muvâzene etmek ve ne olduğunu bilmek en lâzım şeylerdir, değil mi?

Bahusus bu medeniyete İslâmlar dikkat etmeli ki, din-i islâm menba’-ı medeniyet ise de, Avrupa medeniyeti ile imtizacı nasıl olacak? Bu Avrupa medeniyeti umûmî bir medeniyet mi?

İslav kavminin pan-slavist efkârlısı Avrupa medeniyetini İslav kavmine her cihetten muvafık efkâr olmadığını ilân ediyorlar.

İslav’lara her cihetten muvâfık-ı meram ü efkâr olmayan medeniyet, İslâmlarca daha ziyâde tehlikeli olacağı hesap olunmaz mı? İşte bundan böyle bu müzakereye lüzum görülmüştür. Efkârım hal olunmuş bir meseleyi meydana koymak değil, acizlerinin bu kadar kuvveti yoktur. Velâkin mühim bir meseleyi az mı, çok mu müzâkereye düşürmek elimizden gelir ise, kendimizce büyük bir hizmet hesap ediniz.

Müzâkere

Avrupa medeniyeti veya ki diğer tabir ile Hristiyan medeniyeti namıyla ma’rûf olan suret-i ma’işet, nev’-i benî beşer için umûmî bir medeniyet mi ? Akvam ve zamanlar için bir kaide-i külliye rni? Akıl, fikir, feraset ve ahlak-ı insaniyenin son sözü meyve-i neticesi bu medeniyet mi? Avrupalıların i’tikadına göre- evet budur. Bunların itikadına göre bu medeniyet cümle âlemi ve akvâm-ı muhtelifeyi daire-i ziyadârına celp ve tâbi’ edecek bir kuvvet ve suret-i ma’işet imiş.. Şöyle ki Avrupa’nın ehl-i tarihi – ehl-i siyaseti ve ekser üdebâsı medeniyet-i hazıraya şu gözden bakdıklarından mâ’ada ehl-i ticareti ve bunların önünde, bazı peşinden düşüp hareket eden top ve tüfeng ve süngi erbabı dahi bu i’tikadın da’vasındadır! İngiliz bezleri, Fransız şarapları, Nemse biraları Avrupa haricinde her ne tarafa nakl olunurlar ise hep intişar-ı medeniyet zımnında nakl olundukları gibi Hind’de, Çin’de, Afrika’da, Amerika’da top fitilleyen nefer, medeniyet ve şeref ve ikbal-i insaniyet uğruna ateş ve kan püskürdüğüne kafiyen i’tikad etmiştir! Şu kadar var ki Avrupa suret-i ma’işetinde bulunmayan akvâm-ı saireyi daire-i medeniyete celp ve kani etmek için hukuk-u insaniyelerini inkâra kadar kalkışıyorlar. Çünkü şu mazlumların mu’amele-i cebriyeden ve naks-ı hukukdan çekecekleri mihnet ve zahmet ileride daire-i medeniyete dahil oldukdan sonra nail olacakları saadet ile katar katar örtülecek imiş! Amma hakikat bu mudur? Avrupa medeniyeti veya ki Hristiyan medeniyeti haricinde adem oğluna rahat ve sa’adet yokmu imiş? Daha açık ‘ibare ile-şu medeniyet macib-i sa’adetmi imiş?

Dünyanın en parlak kıtasının suret-i ma’işetine karşı aksi bir zanda bulunmak her ne kadar müşkül ise de ve bir nev’ dîvânelik hesap olunabileceği dahi şüphenin hâricinde değil ise de, fikir herhalde hür olduğuna arka verip Avrupa medeniyeti mucib-i sa’adet ü medeniyet-i ahiri olamayacağını katiyen itikat etmişimdir. Eğer bu maişet bu medeniyet suret-i ahiri ise insanlar çok tâli’siz imişler! Eğer bu medeniyetten a’lâ ve parlak medeniyet meydana gelmeyecek ise-insan oğlu rahat ü kıvanç-muhabbet ü hakkaniyet görmeyecek bir mahlûk imiş!

Şu söylediğimizden mezkûr medeniyet sayesinde olan keşfiyat ü ihtira’âtın mihanika ve teknika terakkiyâtının büyük medar-ı ma’işet olduğu inkâr olunur zannı olunmasın. Hayır asrımızda demirler yağ gibi eritildiği, çelikler ağaç gibi doğratıldığı, telgraf ve telefon muhâberâta vapur ve demir yolların nakliyata ve ticarete hizmetleri ma’lûmumuzdur. Velâkin semeresi bunlar ise de Avrupa medeniyetini başlıca ve a’lâ medeniyet hesap edemiyoruz. Avrupa ve Hristiyan medeniyeti bildiğimiz doğru ise eski komedyanın taze bir perdesidir. Ya’ni yeni bir medeniyet olmayıp eski medeniyetlerin sonudur ki medeniyet-i cedide ilerdedir? Her ne kadar bu medeniyetin eskilerden neş’et ettiğini Avrupa üdebâsı inkâr etmiyor ise de Avrupa medeniyeti başlıca bir medeniyet olduğu cümlesinin kavlidir. Burasına razı olamıyorum. Yunan ve Roma medeniyetlerinde müşahede olunan esâsî Avrupa medeniyetlerine dahi esâs olmuştur. Esâs bir olduğu hâlde medeniyet diğer olamaz. Ancak rengi, örneği başka olabilir. Vâkı’â Avrupa medeniyetinin özü cedid ve başlıca değil ise de rengi, tüsü cedid olduğunu inkâr etmiyorum….

Mütala’anın ilerisine dalmazdan evvel “Medeniyet” ne olduğunu kararlaştıralım. Zaten medeni şehirli ve medeniyet şehirlilik ma’nasmada olduğu cümleye ma’lûm olup, şehirli bir insan kırda ve sahra da ikâmet eden bedevî bir insandan rahatça, selâmetçe ihtiyatlıca ve emniyetlice bir hâlde yaşayabileceğinden “medeniyet” demeden, insanların rahat-selâmet-emniyet üzere yaşamakta olan bir usul ve süret-i ma’işet olduğu istihraç olunur. Bundan böyle bir medeniyetin sayesinde insanlar ‘umûmen ne derece rahat ve emin yaşarlar ise şu medeniyetin derecesi dahi ona nispeten ileridedir.Medeniyetin parlaklığını büyük büyük köyler-kiliseler-kaleler-fabriklar ve rövelver toplar ile ölçenlerden değiliz. Medeniyetin mikyası ‘umûmun ondan istifâdesidir. Diğer ölçü kabul edemiyorum.

Mısır medeniyetinden kalmış pramıdalar, dikili taşlar bir adamın nefsine ve keyfine milyonlarla âdem oğlu esir olduğunu rivayet ederler.

Yunan ve ba’de Roma medeniyetleri devrinde bir şehre ve şu şehrin yalnız ilerisine cümle’âlem esir olup hukuktan bî-behre kaldığı görünüyor.

Sanâyi-i nefiseler felsefîyyünlar, şu’âralar ve bunca cesim ebniyeler filânlar……denilirse evet bunları inkâr etmiyorum. Yunanlıların ve Romalıların ma’işet-i insaniyeye hizmetleri olmadı demiyorum. Velâkin medeniyetlerin nakış bir medeniyet olup belki on bin ebnâ-yı cinsinin sa’y-i semeresinden bir âdem istifâde ediyor idi. On bin âdem hukuk hâricesinde rahat yüzü görmez mihnet ü hakaretler kurtulmaz bir halde tutulup biri rahatça yaşıyor idi diyorum. Ve böyle usûl ve sûret-i ma’işete hoş nazar ile hiç de bakamıyorum. Avrupa medeniyeti ise bu medeniyetlerden tevellüt etti. Bunlardan a’lâca ve parlak ise de esasen bunlar ile bir medeniyet olduğundan bunlar ki nakıs bir medeniyettir. Romalılar esir etleri ile havuzlarda beslenmiş balığa doymayıp inkıraz buldukları gibi bunların oğullan olan Avrupalılar dahi bütün ‘âlemin semeresine doyamamaktadırlar.

Velhasıl medeniyet-i hâzıra Avrupalıların dedikleri gibi yeni bir medeniyet değildir. Eski usûl-i ma’işetin âhir şeklidir. Eski bir hikâyenin âhir sahifesidir.

Bu dediğime karşı iki türlü itiraz olunabilecektir: Her ne kadar Avrupa medeniyeti eski medeniyetlerden tevellüt etmiş ise de onlarda bulunmayan bir ruh ile taze can almıştır! Bu da Hristiyanlıktır deniliyor. Evet! Avrupa medeniyeti Hristiyanlık ile yan yana devam etmiştir. Velâkin Hristiyanlık inşaların ma’işetine ve birbiri ile mu’amelesine taze bir eser te’sis edebildi mi! Etmiş ise medeniyet taze (temiz) bir medeniyet olmuş olur. Hristiyanlığın ibtidası tabi’at-ı beşere mugayir bir hayli kavâ’id-i ahlâkiyeden ibaret olup, ba’de bu kava’idi neşredenler “Kilise” beyliği teşkil edip, değil eski medeniyete taze can ve esas versinler, kendileri eskilerin kavâ’id-i ma’işetine tâbi’ oldular! Târih ve vekâyi’ şahidimdir.

Roma zadeganları yerine baronlar, şövalyeler ve şato sahipleri geldiği gibi ruhbânî yerine kilise erbabı yerleşti! ‘Umümen ise, Roma medeniyeti inkıraz bulup Avrupa’nın güya cedid medeniyeti doğduğundan hiç haberi olmadı. Yine eski hukûksuzluk, bahtsızlık, kararsız mihnet ve zahmetten ‘umûm halâs olamadı.

Âletler, usûller, örnekler tebdil oldu.Velakin netice ve semere eski hâlinde kaldı.

Bir de denilir ki – evet! Avrupa’nın medeyinet-i hâzırası nakıs bir medeniyettir. Velâkin tabi’atiyle mürûr-ı zaman ile terakkiyi fehm ve ahlâk sayesinde eski medeniyetlerden kabul etmiş olduğu ba’zı esâsları terk ederek kemâl-i revnak kesb eder… Evet! nakıs esâsları terk eder ise, cedid ve yeni esâs üzre te’sis olunur ise bu medeniyet kemâlini bulur, ama buna taze medeniyet denilir ise de, Avrupa veya ki Hristiyan medeniyeti denilmez! Bu meşhûrenin nâmı ve zamanı geçmiş olur! Benim dediğim de bu.

Çok ertelere dalmayalım. Avrupa’nın hâl-i medenisi ne idi ve şimdi nedir? Pek çok resimler ile gözlerimizi, pek çok vâki’alar ile zihnimizi bozmaya hacet görmüyorum. Avrupa’nın hangi bir tarafına bakılır ise koca bir vilâyet bir milyon ahali zulme duçar olup, bir dük ve beş baron 15 şövalye ve kırk papaza esir ve bi-hukûk hayvan gibi onlara alet ve medâr-ı ma’işet değilmi idi? Ve bu da taze medeniyete taze can veren Hristiyanlığın en parlak, en güçlü nüfuzlu zamanında değilmi idi?

Gelelim bu güne: İşbu o ve meşhur ‘asra ki, sayesinde kıt’alar aynlıp deryalar deryalara katıldı.

Gökyüzüne çatlaşmış (karışmış) dağlar açılıp insan oğluna yol verdiler. Gelelim bu ‘asra… Muradımız XIX ‘asrın tarihini yazmak değil, semerât-ı medeniyesine bir göz atmaktadır.

* * *

Buyrun ister Paris’e, ister Londan’a ister diğer bir merkez-i medeniyet olan şehrin birine fikren sayâhat edelim. Meselâ London’a varmış olalım London’da ne göreceğiz? Dağlar gibi 5-6 kat kârgir binalar mı, cesim temür köprüler mi – Yer dibinden Femza nehri altından yapılmış temür yolları mı- 5-10 bin’amele işleyen fabrikaları mı- Hükümdar sarayları gibi olan mektepleri mi- ‘Âleme umûr-ı siyâset ve ‘adalet mümûnesi hesâb olunmuş meb’ûsân-ı divanhanesi parlementoyu mu göreceğiz? Hayır. Yalnız bunlara, aşikâre âsâr-ı medeniyete dikkat eder isek, ve maişetinin içyüzüne dikkat etmez isek, bir şey anlayamayız. Ancak kudretlerine, akıllarına şaşıp kalacağız. Maişetinin içyüzüne dikkat edelim.İşte beş yüz bin liralık bir kârgir bina. Yalnız içerisini ziynetlemiş mermer, ipek, billur, çini, fafûru akçeye tebdil olunur ise, şark ticaretine büyük bir sermâye olabilir. Bu bina bir adamındır.Yer zemininden yukarısında bir familya ikâmet ediyor. Üç beş adamdan ‘ibaret bu familyanın ahşam taamından sonra sofrasına naklolunan nâdir meyvenin ve müskiratın değeri olan akçe ile memâlik-i şarkiyese on familye, on gün rahat geçinebilir! Servet böyle toplanmış; ma’şet böyle bollanmış. Bu medeniyete tâb’i olmamak mümkün mü? Şu binanın yer zemininden aşağı katına dahi bir dikkat edelim. Üç beş ayak merdübar ile indik. Odaları insan dolu. Pencereler tavan dibinde. Duvar rutubetli yerden yine rutubet devam ediyor. Hava yok gibi… Kokudan insan terinden burnunuz varacak yer bulmaz. Sadâdan gürültüden kulaklar vazifesini terk eder. Gördüğünüz pislikten işittiğiniz edepsizlikten vicdan ayağa kalkar. Ufakça bir oda, sekiz on adam hapis olunmuş gibi kadın, kız, yaş, kart halsiz ve sarhoş ağlayan ve gülen hep bir yerde birbirini görmez ve işitmez gibi yaşamaktadırlar!…. Bunların mekânları değil bir odası olmayıp bir odada ancak kiralanmış bir yatak yerleri vardır. Yatak dahi kendilerin değildir. Şöyle ki, oturdukları, yatıp tur dukları yer icar iledir. Bir kazan bir çanağa malik olmayıp yedikleri lokantadan içtikleri tavernadan meyhanedendir. Alem yanar ise hakikaten bir hasırı yanmayacak bunlardır.

Şu milyonluk binanın üç beş katı bir familyaya mekân olup yer aşağısı alt katı bir iki yüz inşâna mekân ve dârî istirâhattir! Yukarı katta oturan familya bir kaymakamlık kadar mülke, 5-10 milyonluk servete mâlik! Aşağı katta 100-200 ebnâ-yı cinsin başını koymağa bir yastığı, örtünmeye bir yorganı su içmeyi bir bardağı yoktur! Mezkûr familya 100 sene bir iş etmeyip yatıp, yaşarsa hemen malı doymaz gibi, aşağı katta yüz adam iki üç gün hizmet bulmaz ise ne i’tibârı var ne aşayacağı!

…………………

………….

Buyrun darü’l-fününların birine girelim: Neler, tahsil olunmuyor: akıllardan hâriç gibi… Ne kemâlât, ne fehm, ne efkârlar bu? Fira’unlann nizâmnâmelerinden ‘asır-be-‘asır Mösyö Gladıston’un ba’zı tekliflerine gelince ‘ilm-i hukuku hıfz etmiş olan avukatlar. Bin atın kuvveti yetişmeyecek işi bir yük yer kömürine işleten makineciler. Beş on dirhem ecza ile koca dağı alt üst edecek kimyagerler. Deryalar üstüne köprü tutuşturacak mühendisler işbu fünunhânelerde yetişirler! Bu hanelere hayran olmamak mümkünmü? Evet! Avrupanın dârü’l-fünunlan ve gayrı, terbiye mahalleri bâis-i hayret ve şâyân-ı dikkatdir. Velâkin bunca ferden ve efkâr-ı ‘âlemi muhit olup da inşân içün en gerekli ve fünun-ı mütenevvi’anın en şerefli olacak bir fenni daire-i mer’iyenin ve tahsilin hâricinde bırakılmasına daha ziyâde ta’accüb ederim! Bu fen ise bir kaç bir senelerden beri öteden beriden inkıraz bulup sürülüp gelmekde olan Avrupa ma’işet-i medeniyesine nâ-ma’lüm “ahlâk ve tam hakkaniyet”ten bahs eden fenn-i âlidir!

Avrupa’nın neresi olursa olsun zâhir parlaklığı ile pek çok kimseyi aldatabilir. Zan edersin ki edeb ü rahat safa ü nezâket ‘adalet ve bahtiyarlık ‘alemin her tarafından kalkmış da yalnız buraya toplanmış! Heyhat parlak parlak amma, parlayan eşyanın hepsi altun ve gümüş değildir. Bir mîzân alalımda Avrupa’da göreceğimizi çekelim: Hesaba ve çekiye gelirmi ‘acaba ? Raşild gibi on on beş adamın yüz milyonlarla servetinemi ta’acüb edelim. On on beş milyon ahalinin ölümlük iki arşun toprağı olmadığına mı şaşalım! Londralı bir ladinin, Pariz hanımının terbiye ve letafet ve nezâketine mi hayran olalım. Londra ve Pariz caddelerinde vücûd ve ‘ırzını müzayede etmekte olan (defter mucibi) yüz elli bin fahişe hanımlara mı dikkat edelim!

Bir inekleri bizim on inek kadar süt verdiğinimi tahsin kılalım! Yüzde doksan dokuzu bir ineğe sahip olamadıklarından mı ibret alalım… Milyonlar sarf edip cihat-ı muhtelifede nasrâniyete da’vet ve tergibine mi bakalım. Avrupa’nın içinde kiliseye ve İncile imân kalmadığına mı hayran olalım! Güya hürriyet-i inşân için yaptıkları muharebeleri mi seyr edelim. Bîçâre Alzas-Loron bakire kızları Pariz de elli franga kadar firûhat olduğunu mîzân-ı insafa çekelim?!… Velhâsıl bir bakdıkça Avrupa ma’îşeti ve medeniyeti gayet süslü ziynetli ve yakışıklı bir kadına benzetiliyor velâkin birazda dikkat olunur ise şu kadının dişleri uydurma. Saçları takma. O, dolu dolu göğüsleri kabartma pamuk… Ve birde o canfes elbiseler taşladılır ise yaralara koturlara tesadüf olunup çevrilmeden gayri mecal kalmaz.

* * *

(Gaspıralı, Avrupa ‘nın bu çirkin yüzüne karşı çıkanların sosyalistler olduğunu ve yeni bir nizam kurmak istediklerini; ancak, “sosyalizme dair ileri sürülen bu fikirlerin ahlak dışı birtakım hayallerden ibaret olduğunu” söyledikten sonra, Avrupa’nın bu çürümüş yapısı sebebiyle sosyalist ihtilallerle çalkalanacağını haber verir:)

Avrupa’da ve belki cihanda bu mes’ele en büyük bir mes’eledir. İnkılâbât-ı müdhişe sosyalizm yüzünden gelecektir. Otuz yıllık muharebeler, Fransa İnkılâbat-ı Kebîri değilki Hun ve Moğol hareketleri sosyalizm inkılâbât-ı müdhişesi karşısında oyuncak derecesinde kalacaktır! Avrupa’nın istikbâline karşı toplanmakta olan belâyı kebîr budur. Ve medeniyeti ise sosyalizm dağlarında gark olunacaktır. Avrupa’nın müstemlekâta ‘aşk ü muhabbeti bu derdin zorundan vahşilere ve nim medenilere hamiyetten olmadığı ma’lûm yok!

…………

……………….

…………………….

(Batı anlayışındaki faydacılığı da eleştiren Gaspıralı, teklifini şöyle anlatır:)

Cedid hüsn-i ma’îşet ne yüzden gelecek. Bu ma’îşeti te’sîs edecek â’lâ esas ve kaide ne olabilir ki, meydân-ı tarakkiye çıkmış memâlik-i İslâmiye ve akvâm-ı müslime istikballerini te’min edebilsinler? Avrupa’nın peşinden gidip ba’de sosyalizm belâlarına uğrayacak isek yazık sa’y ü gayretimize. Okuya okuya sivilize olup Frenkler gibi olacağız diyecek isek ve mukaddes bir matlûb-ı marîşet kesb edemiyecek isek yazık bizlere!… İnsanların birbiriyle mu’âmelede fâ’ide ve faydadan evvel gözetecek bir şey yokmu imiş? Vardır! Bu da “hakkaniyet” dir.

İnsanların yekdiğeri ile mu’âmelesinde hakkâniyetden evvel gözetilecek bir şey yoktur. Nev’-i beşerin ma’işetine esas olabilecek hakkaniyetten mânada bir şey olamaz! Hakkaniyet üzre te’sîs olunan ma’îşet- en pak marîşet olacaktır. Bu ma’îşetin dâ’iresinde olan insanlar rahat yaşayabileceklerdir. Çünkü insanların her hareketi hakkaniyete istinâdan olursa zulm ortadan kalktığı gibi mazlum dahi bulunmayacaktır. Nefs ve zulm meydandan çekildikleri ile hakka niyet yüzünden meydana gelmiş ahvâl-ü maişete kangı insan ‘aks ve düşman olabilecek?

Eski medeniyetlerin kusuru ancak oldur ki hakkaniyet ma’işetin haricinde kalmıştır. Tasavvur edelim ki bir cem’iyet-i medeniyeyi teşekkül edenler ‘umûmen işlerini ve hareketlerini tam hakkaniyete bağlamış olsunlar. Hakkaniyete sığmayan surette “faide”yi terk etsinler… İnsanlar birbirinden nâ-râzı. Birbirine hasûd, birbirine emniyetsiz. Birbirinin varlığına kasd edebilir mi? Birbiri hakkında sû’-i zan ve sû-i kasda meyi kalır mı? Evet kalmaz! Kimse hukukum ‘aleyhinde olmadığına kani’ isem ve kimsenin hakkında değil isem kim benden nâ-hoş olacak ben kimden nâ-hoş olabilirim? Hiç!

Fünûn, mehânika, teknîka sayesinde insanlar suhulet ile esbâb-ı ma’işeti toplayabilirler. Velakin hakkaniyet hâricinde bunlardan insanoğlu rahat rahat istifâde edemez. Çünki herkes hissesini arttırmağa gayret eder. Kuvveti ziyâde olan hissenin ziyâdesini zabt eder amma hakkı da ziyâdemi idi bakalım.!?

Bilmem efkârımı anlata bilirmiyim? Velakin bu defa ziyâde bahs etmeye vakit kalmıyor. Gelelim bahsimizin neticesine:

Medeniyet-i cedîde hakkaniyet üzre te’sîs olunan bir maişetin semeresi olacaktır. Bu medeniyet-i cedîdeyi meydâna getirmeye İslamlardan ziyâde sermayedar bir millet görmüyorum. Bu sermâyemiz ise (Kelâm-ı kadimdir) ki icmâl-i hükmi “hakkaniyettir” Toprak ve mülk-sermâye ve fâ’iz-ferd ve cem’iyet-kesb ü kâr-sa’y ü gayret- hayr ü hayrat hakkında ‘öşür ve zekât kâ’ide-i külliyeleri insânları bahtiyar edecek hakikatlerdir! Sermâye-mülk-kesb ve kâr hakkındaki kavâid-i Kur’âniye Avrupaca esası hukuk ü ahlâk tutulabilmiş olsa idi, sosyalist efkâr-ı müdhişelerine hemân yer kalmaz idi. Çünkü azmi çokmı herkes Servete esir, fâ’ize ‘ömrü bir hidmetçi olmuş idi ve bunca nâ-hoşluğa meydan açılmaz idi!

Hukû-ı İslamiyenin derece-i â’lâlığını diğer bir tasavvur ile daha ziyâde izhâr edelim: Meselâ on dokuzuncu ‘asrın Avrupası maîşet-i beşer hakkında olan kavâ’id-i Kuraniye’yi kabul etmiş olsun. İbtidâ her sene hâsıl olan bunca varidatın zükût ya’ni kırkda biri ihtiyâclılara tahsîs olunacaktır. İstâtistikaya müraca’at edelim kaç milyona baliğ olacaktır, ikinci milyarlar ile nakd sermâyeler ki milyonlar ile insanları esîr etmiştir. Fâ’izsiz işlemeleri lâzım gelecektir. Ya’ni kuvve-i i’tibâri ile insanlara galebe edemeyip diğer surete tahvil edip bir sahibini değil pek çok efradı hissemend edecektir. Üçüncü, koca İngiltere dört beş bin, koca Fransa beş on bin adarrun mülkü olamaz idi. Ve olmuş bulunduğu halde dahi memâlik-i mezbürenin toprağından umûmun istifâdesi umûm için yengilce olur idi.

Artık Avrupa’yı bırakalım. Her ne kadar Avrupalılar kendi da’vâlarına kendileri mümeyiz olup medeniyetlerinin en a’lâ ve âhir medeniyet olduğunu hükm ederek cihanın her köşesine nakl etmeye cebre kadar varıyorlar ise de bu merhametin başlıca sebebi marş ile gelmekte olan haksızlık ve açlık inkılâbât-ı müdhişesidir. Bundan böyle te’mîn-i istikbâle muvâzene yolu ile çalışalım. Avrupa bir ihtiyardır. Tecrübesinden hisse alalım da hatâlarını tekrar etmeyelim: Mekteplerini darülfünunlarını bizler de te’sîs edelim velakin fünûn ile akıllarımızı ziyâlandırdığımız kadar hakkaniyet ile yürekleri doldurmağa çalışalım. Avrupa’da ne görsek çocuk gibi alıp çapmayalım. Baliğ gibi nedir neye varacak. Vicdan ve hakkaniyet hâricinde değilmi muvâzenesini etmeye dikkat edelim. Avrupa medeniyeti bilâ-muvâzene kabul olunacak bir şey olmuş olsa idi-bu medeniyete Avrupa’nın nısfı düşman olmaz idi.

Bir daha tekrar ediyorum. Fünûn keşfi yat ve ihtirârât-ı cedîdenin hizmet-i müfîdesini inkâr etmiyorum. Ancak ‘âlem-i İslâmiyetin ıslâhat ve terakkiyi hâcetli olduğu sırada bilâ-muvâzene Avrupa’yı taklîd etmesini akıl hesap etmiyorum. Rusya panslavistleri Rus ‘âlemi için Avrupa medeniyeti matlûb olamayacağını da’vâ ederlerde ‘âlem-i İslâmiyet müstakil bir tarîk-i terakki ve başlıca bir medeniyet araması lâzım gelmez mi?

(Ceride-i Tercüman muharriri Bağçesarâylı Ismâ’il Gaspırınski)

Matba-iEbuziya