İsmail Gaspıralı
Mukaddeme
Zamanımızda Avrupa medeniyeti dünyanın her tarafında intişar yolundadır. Zamanımızdaki hayli memâlik-i îslâmiyede, medeniyet-i garbiye arzusunda bulunup, tarîk-i terakkiye girmiştir. Zamanımızdaki İslâmlar arasında malumatlı adamlar çoğalmakta olup intişâr-ı medeniyet zımnında teşvikât artmaktadır. Bu medeniyeti mu’ayene ve muvâzene etmek ve ne olduğunu bilmek en lâzım şeylerdir, değil mi?
Bahusus bu medeniyete İslâmlar dikkat etmeli ki, din-i islâm menba’-ı medeniyet ise de, Avrupa medeniyeti ile imtizacı nasıl olacak? Bu Avrupa medeniyeti umûmî bir medeniyet mi?
İslav kavminin pan-slavist efkârlısı Avrupa medeniyetini İslav kavmine her cihetten muvafık efkâr olmadığını ilân ediyorlar.
İslav’lara her cihetten muvâfık-ı meram ü efkâr olmayan medeniyet, İslâmlarca daha ziyâde tehlikeli olacağı hesap olunmaz mı? İşte bundan böyle bu müzakereye lüzum görülmüştür. Efkârım hal olunmuş bir meseleyi meydana koymak değil, acizlerinin bu kadar kuvveti yoktur. Velâkin mühim bir meseleyi az mı, çok mu müzâkereye düşürmek elimizden gelir ise, kendimizce büyük bir hizmet hesap ediniz.
Müzâkere
Avrupa medeniyeti veya ki diğer tabir ile Hristiyan medeniyeti namıyla ma’rûf olan suret-i ma’işet, nev’-i benî beşer için umûmî bir medeniyet mi ? Akvam ve zamanlar için bir kaide-i külliye rni? Akıl, fikir, feraset ve ahlak-ı insaniyenin son sözü meyve-i neticesi bu medeniyet mi? Avrupalıların i’tikadına göre- evet budur. Bunların itikadına göre bu medeniyet cümle âlemi ve akvâm-ı muhtelifeyi daire-i ziyadârına celp ve tâbi’ edecek bir kuvvet ve suret-i ma’işet imiş.. Şöyle ki Avrupa’nın ehl-i tarihi – ehl-i siyaseti ve ekser üdebâsı medeniyet-i hazıraya şu gözden bakdıklarından mâ’ada ehl-i ticareti ve bunların önünde, bazı peşinden düşüp hareket eden top ve tüfeng ve süngi erbabı dahi bu i’tikadın da’vasındadır! İngiliz bezleri, Fransız şarapları, Nemse biraları Avrupa haricinde her ne tarafa nakl olunurlar ise hep intişar-ı medeniyet zımnında nakl olundukları gibi Hind’de, Çin’de, Afrika’da, Amerika’da top fitilleyen nefer, medeniyet ve şeref ve ikbal-i insaniyet uğruna ateş ve kan püskürdüğüne kafiyen i’tikad etmiştir! Şu kadar var ki Avrupa suret-i ma’işetinde bulunmayan akvâm-ı saireyi daire-i medeniyete celp ve kani etmek için hukuk-u insaniyelerini inkâra kadar kalkışıyorlar. Çünkü şu mazlumların mu’amele-i cebriyeden ve naks-ı hukukdan çekecekleri mihnet ve zahmet ileride daire-i medeniyete dahil oldukdan sonra nail olacakları saadet ile katar katar örtülecek imiş! Amma hakikat bu mudur? Avrupa medeniyeti veya ki Hristiyan medeniyeti haricinde adem oğluna rahat ve sa’adet yokmu imiş? Daha açık ‘ibare ile-şu medeniyet macib-i sa’adetmi imiş?
Dünyanın en parlak kıtasının suret-i ma’işetine karşı aksi bir zanda bulunmak her ne kadar müşkül ise de ve bir nev’ dîvânelik hesap olunabileceği dahi şüphenin hâricinde değil ise de, fikir herhalde hür olduğuna arka verip Avrupa medeniyeti mucib-i sa’adet ü medeniyet-i ahiri olamayacağını katiyen itikat etmişimdir. Eğer bu maişet bu medeniyet suret-i ahiri ise insanlar çok tâli’siz imişler! Eğer bu medeniyetten a’lâ ve parlak medeniyet meydana gelmeyecek ise-insan oğlu rahat ü kıvanç-muhabbet ü hakkaniyet görmeyecek bir mahlûk imiş!
Şu söylediğimizden mezkûr medeniyet sayesinde olan keşfiyat ü ihtira’âtın mihanika ve teknika terakkiyâtının büyük medar-ı ma’işet olduğu inkâr olunur zannı olunmasın. Hayır asrımızda demirler yağ gibi eritildiği, çelikler ağaç gibi doğratıldığı, telgraf ve telefon muhâberâta vapur ve demir yolların nakliyata ve ticarete hizmetleri ma’lûmumuzdur. Velâkin semeresi bunlar ise de Avrupa medeniyetini başlıca ve a’lâ medeniyet hesap edemiyoruz. Avrupa ve Hristiyan medeniyeti bildiğimiz doğru ise eski komedyanın taze bir perdesidir. Ya’ni yeni bir medeniyet olmayıp eski medeniyetlerin sonudur ki medeniyet-i cedide ilerdedir? Her ne kadar bu medeniyetin eskilerden neş’et ettiğini Avrupa üdebâsı inkâr etmiyor ise de Avrupa medeniyeti başlıca bir medeniyet olduğu cümlesinin kavlidir. Burasına razı olamıyorum. Yunan ve Roma medeniyetlerinde müşahede olunan esâsî Avrupa medeniyetlerine dahi esâs olmuştur. Esâs bir olduğu hâlde medeniyet diğer olamaz. Ancak rengi, örneği başka olabilir. Vâkı’â Avrupa medeniyetinin özü cedid ve başlıca değil ise de rengi, tüsü cedid olduğunu inkâr etmiyorum….
Mütala’anın ilerisine dalmazdan evvel “Medeniyet” ne olduğunu kararlaştıralım. Zaten medeni şehirli ve medeniyet şehirlilik ma’nasmada olduğu cümleye ma’lûm olup, şehirli bir insan kırda ve sahra da ikâmet eden bedevî bir insandan rahatça, selâmetçe ihtiyatlıca ve emniyetlice bir hâlde yaşayabileceğinden “medeniyet” demeden, insanların rahat-selâmet-emniyet üzere yaşamakta olan bir usul ve süret-i ma’işet olduğu istihraç olunur. Bundan böyle bir medeniyetin sayesinde insanlar ‘umûmen ne derece rahat ve emin yaşarlar ise şu medeniyetin derecesi dahi ona nispeten ileridedir.Medeniyetin parlaklığını büyük büyük köyler-kiliseler-kaleler-fabriklar ve rövelver toplar ile ölçenlerden değiliz. Medeniyetin mikyası ‘umûmun ondan istifâdesidir. Diğer ölçü kabul edemiyorum.
Mısır medeniyetinden kalmış pramıdalar, dikili taşlar bir adamın nefsine ve keyfine milyonlarla âdem oğlu esir olduğunu rivayet ederler.
Yunan ve ba’de Roma medeniyetleri devrinde bir şehre ve şu şehrin yalnız ilerisine cümle’âlem esir olup hukuktan bî-behre kaldığı görünüyor.
Sanâyi-i nefiseler felsefîyyünlar, şu’âralar ve bunca cesim ebniyeler filânlar……denilirse evet bunları inkâr etmiyorum. Yunanlıların ve Romalıların ma’işet-i insaniyeye hizmetleri olmadı demiyorum. Velâkin medeniyetlerin nakış bir medeniyet olup belki on bin ebnâ-yı cinsinin sa’y-i semeresinden bir âdem istifâde ediyor idi. On bin âdem hukuk hâricesinde rahat yüzü görmez mihnet ü hakaretler kurtulmaz bir halde tutulup biri rahatça yaşıyor idi diyorum. Ve böyle usûl ve sûret-i ma’işete hoş nazar ile hiç de bakamıyorum. Avrupa medeniyeti ise bu medeniyetlerden tevellüt etti. Bunlardan a’lâca ve parlak ise de esasen bunlar ile bir medeniyet olduğundan bunlar ki nakıs bir medeniyettir. Romalılar esir etleri ile havuzlarda beslenmiş balığa doymayıp inkıraz buldukları gibi bunların oğullan olan Avrupalılar dahi bütün ‘âlemin semeresine doyamamaktadırlar.
Velhasıl medeniyet-i hâzıra Avrupalıların dedikleri gibi yeni bir medeniyet değildir. Eski usûl-i ma’işetin âhir şeklidir. Eski bir hikâyenin âhir sahifesidir.
Bu dediğime karşı iki türlü itiraz olunabilecektir: Her ne kadar Avrupa medeniyeti eski medeniyetlerden tevellüt etmiş ise de onlarda bulunmayan bir ruh ile taze can almıştır! Bu da Hristiyanlıktır deniliyor. Evet! Avrupa medeniyeti Hristiyanlık ile yan yana devam etmiştir. Velâkin Hristiyanlık inşaların ma’işetine ve birbiri ile mu’amelesine taze bir eser te’sis edebildi mi! Etmiş ise medeniyet taze (temiz) bir medeniyet olmuş olur. Hristiyanlığın ibtidası tabi’at-ı beşere mugayir bir hayli kavâ’id-i ahlâkiyeden ibaret olup, ba’de bu kava’idi neşredenler “Kilise” beyliği teşkil edip, değil eski medeniyete taze can ve esas versinler, kendileri eskilerin kavâ’id-i ma’işetine tâbi’ oldular! Târih ve vekâyi’ şahidimdir.
Roma zadeganları yerine baronlar, şövalyeler ve şato sahipleri geldiği gibi ruhbânî yerine kilise erbabı yerleşti! ‘Umümen ise, Roma medeniyeti inkıraz bulup Avrupa’nın güya cedid medeniyeti doğduğundan hiç haberi olmadı. Yine eski hukûksuzluk, bahtsızlık, kararsız mihnet ve zahmetten ‘umûm halâs olamadı.
Âletler, usûller, örnekler tebdil oldu.Velakin netice ve semere eski hâlinde kaldı.
Bir de denilir ki – evet! Avrupa’nın medeyinet-i hâzırası nakıs bir medeniyettir. Velâkin tabi’atiyle mürûr-ı zaman ile terakkiyi fehm ve ahlâk sayesinde eski medeniyetlerden kabul etmiş olduğu ba’zı esâsları terk ederek kemâl-i revnak kesb eder… Evet! nakıs esâsları terk eder ise, cedid ve yeni esâs üzre te’sis olunur ise bu medeniyet kemâlini bulur, ama buna taze medeniyet denilir ise de, Avrupa veya ki Hristiyan medeniyeti denilmez! Bu meşhûrenin nâmı ve zamanı geçmiş olur! Benim dediğim de bu.
Çok ertelere dalmayalım. Avrupa’nın hâl-i medenisi ne idi ve şimdi nedir? Pek çok resimler ile gözlerimizi, pek çok vâki’alar ile zihnimizi bozmaya hacet görmüyorum. Avrupa’nın hangi bir tarafına bakılır ise koca bir vilâyet bir milyon ahali zulme duçar olup, bir dük ve beş baron 15 şövalye ve kırk papaza esir ve bi-hukûk hayvan gibi onlara alet ve medâr-ı ma’işet değilmi idi? Ve bu da taze medeniyete taze can veren Hristiyanlığın en parlak, en güçlü nüfuzlu zamanında değilmi idi?
Gelelim bu güne: İşbu o ve meşhur ‘asra ki, sayesinde kıt’alar aynlıp deryalar deryalara katıldı.
Gökyüzüne çatlaşmış (karışmış) dağlar açılıp insan oğluna yol verdiler. Gelelim bu ‘asra… Muradımız XIX ‘asrın tarihini yazmak değil, semerât-ı medeniyesine bir göz atmaktadır.
* * *
Buyrun ister Paris’e, ister Londan’a ister diğer bir merkez-i medeniyet olan şehrin birine fikren sayâhat edelim. Meselâ London’a varmış olalım London’da ne göreceğiz? Dağlar gibi 5-6 kat kârgir binalar mı, cesim temür köprüler mi – Yer dibinden Femza nehri altından yapılmış temür yolları mı- 5-10 bin’amele işleyen fabrikaları mı- Hükümdar sarayları gibi olan mektepleri mi- ‘Âleme umûr-ı siyâset ve ‘adalet mümûnesi hesâb olunmuş meb’ûsân-ı divanhanesi parlementoyu mu göreceğiz? Hayır. Yalnız bunlara, aşikâre âsâr-ı medeniyete dikkat eder isek, ve maişetinin içyüzüne dikkat etmez isek, bir şey anlayamayız. Ancak kudretlerine, akıllarına şaşıp kalacağız. Maişetinin içyüzüne dikkat edelim.İşte beş yüz bin liralık bir kârgir bina. Yalnız içerisini ziynetlemiş mermer, ipek, billur, çini, fafûru akçeye tebdil olunur ise, şark ticaretine büyük bir sermâye olabilir. Bu bina bir adamındır.Yer zemininden yukarısında bir familya ikâmet ediyor. Üç beş adamdan ‘ibaret bu familyanın ahşam taamından sonra sofrasına naklolunan nâdir meyvenin ve müskiratın değeri olan akçe ile memâlik-i şarkiyese on familye, on gün rahat geçinebilir! Servet böyle toplanmış; ma’şet böyle bollanmış. Bu medeniyete tâb’i olmamak mümkün mü? Şu binanın yer zemininden aşağı katına dahi bir dikkat edelim. Üç beş ayak merdübar ile indik. Odaları insan dolu. Pencereler tavan dibinde. Duvar rutubetli yerden yine rutubet devam ediyor. Hava yok gibi… Kokudan insan terinden burnunuz varacak yer bulmaz. Sadâdan gürültüden kulaklar vazifesini terk eder. Gördüğünüz pislikten işittiğiniz edepsizlikten vicdan ayağa kalkar. Ufakça bir oda, sekiz on adam hapis olunmuş gibi kadın, kız, yaş, kart halsiz ve sarhoş ağlayan ve gülen hep bir yerde birbirini görmez ve işitmez gibi yaşamaktadırlar!…. Bunların mekânları değil bir odası olmayıp bir odada ancak kiralanmış bir yatak yerleri vardır. Yatak dahi kendilerin değildir. Şöyle ki, oturdukları, yatıp tur dukları yer icar iledir. Bir kazan bir çanağa malik olmayıp yedikleri lokantadan içtikleri tavernadan meyhanedendir. Alem yanar ise hakikaten bir hasırı yanmayacak bunlardır.
Şu milyonluk binanın üç beş katı bir familyaya mekân olup yer aşağısı alt katı bir iki yüz inşâna mekân ve dârî istirâhattir! Yukarı katta oturan familya bir kaymakamlık kadar mülke, 5-10 milyonluk servete mâlik! Aşağı katta 100-200 ebnâ-yı cinsin başını koymağa bir yastığı, örtünmeye bir yorganı su içmeyi bir bardağı yoktur! Mezkûr familya 100 sene bir iş etmeyip yatıp, yaşarsa hemen malı doymaz gibi, aşağı katta yüz adam iki üç gün hizmet bulmaz ise ne i’tibârı var ne aşayacağı!
…………………
………….
Buyrun darü’l-fününların birine girelim: Neler, tahsil olunmuyor: akıllardan hâriç gibi… Ne kemâlât, ne fehm, ne efkârlar bu? Fira’unlann nizâmnâmelerinden ‘asır-be-‘asır Mösyö Gladıston’un ba’zı tekliflerine gelince ‘ilm-i hukuku hıfz etmiş olan avukatlar. Bin atın kuvveti yetişmeyecek işi bir yük yer kömürine işleten makineciler. Beş on dirhem ecza ile koca dağı alt üst edecek kimyagerler. Deryalar üstüne köprü tutuşturacak mühendisler işbu fünunhânelerde yetişirler! Bu hanelere hayran olmamak mümkünmü? Evet! Avrupanın dârü’l-fünunlan ve gayrı, terbiye mahalleri bâis-i hayret ve şâyân-ı dikkatdir. Velâkin bunca ferden ve efkâr-ı ‘âlemi muhit olup da inşân içün en gerekli ve fünun-ı mütenevvi’anın en şerefli olacak bir fenni daire-i mer’iyenin ve tahsilin hâricinde bırakılmasına daha ziyâde ta’accüb ederim! Bu fen ise bir kaç bir senelerden beri öteden beriden inkıraz bulup sürülüp gelmekde olan Avrupa ma’işet-i medeniyesine nâ-ma’lüm “ahlâk ve tam hakkaniyet”ten bahs eden fenn-i âlidir!
Avrupa’nın neresi olursa olsun zâhir parlaklığı ile pek çok kimseyi aldatabilir. Zan edersin ki edeb ü rahat safa ü nezâket ‘adalet ve bahtiyarlık ‘alemin her tarafından kalkmış da yalnız buraya toplanmış! Heyhat parlak parlak amma, parlayan eşyanın hepsi altun ve gümüş değildir. Bir mîzân alalımda Avrupa’da göreceğimizi çekelim: Hesaba ve çekiye gelirmi ‘acaba ? Raşild gibi on on beş adamın yüz milyonlarla servetinemi ta’acüb edelim. On on beş milyon ahalinin ölümlük iki arşun toprağı olmadığına mı şaşalım! Londralı bir ladinin, Pariz hanımının terbiye ve letafet ve nezâketine mi hayran olalım. Londra ve Pariz caddelerinde vücûd ve ‘ırzını müzayede etmekte olan (defter mucibi) yüz elli bin fahişe hanımlara mı dikkat edelim!
Bir inekleri bizim on inek kadar süt verdiğinimi tahsin kılalım! Yüzde doksan dokuzu bir ineğe sahip olamadıklarından mı ibret alalım… Milyonlar sarf edip cihat-ı muhtelifede nasrâniyete da’vet ve tergibine mi bakalım. Avrupa’nın içinde kiliseye ve İncile imân kalmadığına mı hayran olalım! Güya hürriyet-i inşân için yaptıkları muharebeleri mi seyr edelim. Bîçâre Alzas-Loron bakire kızları Pariz de elli franga kadar firûhat olduğunu mîzân-ı insafa çekelim?!… Velhâsıl bir bakdıkça Avrupa ma’îşeti ve medeniyeti gayet süslü ziynetli ve yakışıklı bir kadına benzetiliyor velâkin birazda dikkat olunur ise şu kadının dişleri uydurma. Saçları takma. O, dolu dolu göğüsleri kabartma pamuk… Ve birde o canfes elbiseler taşladılır ise yaralara koturlara tesadüf olunup çevrilmeden gayri mecal kalmaz.
* * *
(Gaspıralı, Avrupa ‘nın bu çirkin yüzüne karşı çıkanların sosyalistler olduğunu ve yeni bir nizam kurmak istediklerini; ancak, “sosyalizme dair ileri sürülen bu fikirlerin ahlak dışı birtakım hayallerden ibaret olduğunu” söyledikten sonra, Avrupa’nın bu çürümüş yapısı sebebiyle sosyalist ihtilallerle çalkalanacağını haber verir:)
Avrupa’da ve belki cihanda bu mes’ele en büyük bir mes’eledir. İnkılâbât-ı müdhişe sosyalizm yüzünden gelecektir. Otuz yıllık muharebeler, Fransa İnkılâbat-ı Kebîri değilki Hun ve Moğol hareketleri sosyalizm inkılâbât-ı müdhişesi karşısında oyuncak derecesinde kalacaktır! Avrupa’nın istikbâline karşı toplanmakta olan belâyı kebîr budur. Ve medeniyeti ise sosyalizm dağlarında gark olunacaktır. Avrupa’nın müstemlekâta ‘aşk ü muhabbeti bu derdin zorundan vahşilere ve nim medenilere hamiyetten olmadığı ma’lûm yok!
…………
……………….
…………………….
(Batı anlayışındaki faydacılığı da eleştiren Gaspıralı, teklifini şöyle anlatır:)
Cedid hüsn-i ma’îşet ne yüzden gelecek. Bu ma’îşeti te’sîs edecek â’lâ esas ve kaide ne olabilir ki, meydân-ı tarakkiye çıkmış memâlik-i İslâmiye ve akvâm-ı müslime istikballerini te’min edebilsinler? Avrupa’nın peşinden gidip ba’de sosyalizm belâlarına uğrayacak isek yazık sa’y ü gayretimize. Okuya okuya sivilize olup Frenkler gibi olacağız diyecek isek ve mukaddes bir matlûb-ı marîşet kesb edemiyecek isek yazık bizlere!… İnsanların birbiriyle mu’âmelede fâ’ide ve faydadan evvel gözetecek bir şey yokmu imiş? Vardır! Bu da “hakkaniyet” dir.
İnsanların yekdiğeri ile mu’âmelesinde hakkâniyetden evvel gözetilecek bir şey yoktur. Nev’-i beşerin ma’işetine esas olabilecek hakkaniyetten mânada bir şey olamaz! Hakkaniyet üzre te’sîs olunan ma’îşet- en pak marîşet olacaktır. Bu ma’îşetin dâ’iresinde olan insanlar rahat yaşayabileceklerdir. Çünkü insanların her hareketi hakkaniyete istinâdan olursa zulm ortadan kalktığı gibi mazlum dahi bulunmayacaktır. Nefs ve zulm meydandan çekildikleri ile hakka niyet yüzünden meydana gelmiş ahvâl-ü maişete kangı insan ‘aks ve düşman olabilecek?
Eski medeniyetlerin kusuru ancak oldur ki hakkaniyet ma’işetin haricinde kalmıştır. Tasavvur edelim ki bir cem’iyet-i medeniyeyi teşekkül edenler ‘umûmen işlerini ve hareketlerini tam hakkaniyete bağlamış olsunlar. Hakkaniyete sığmayan surette “faide”yi terk etsinler… İnsanlar birbirinden nâ-râzı. Birbirine hasûd, birbirine emniyetsiz. Birbirinin varlığına kasd edebilir mi? Birbiri hakkında sû’-i zan ve sû-i kasda meyi kalır mı? Evet kalmaz! Kimse hukukum ‘aleyhinde olmadığına kani’ isem ve kimsenin hakkında değil isem kim benden nâ-hoş olacak ben kimden nâ-hoş olabilirim? Hiç!
Fünûn, mehânika, teknîka sayesinde insanlar suhulet ile esbâb-ı ma’işeti toplayabilirler. Velakin hakkaniyet hâricinde bunlardan insanoğlu rahat rahat istifâde edemez. Çünki herkes hissesini arttırmağa gayret eder. Kuvveti ziyâde olan hissenin ziyâdesini zabt eder amma hakkı da ziyâdemi idi bakalım.!?
Bilmem efkârımı anlata bilirmiyim? Velakin bu defa ziyâde bahs etmeye vakit kalmıyor. Gelelim bahsimizin neticesine:
Medeniyet-i cedîde hakkaniyet üzre te’sîs olunan bir maişetin semeresi olacaktır. Bu medeniyet-i cedîdeyi meydâna getirmeye İslamlardan ziyâde sermayedar bir millet görmüyorum. Bu sermâyemiz ise (Kelâm-ı kadimdir) ki icmâl-i hükmi “hakkaniyettir” Toprak ve mülk-sermâye ve fâ’iz-ferd ve cem’iyet-kesb ü kâr-sa’y ü gayret- hayr ü hayrat hakkında ‘öşür ve zekât kâ’ide-i külliyeleri insânları bahtiyar edecek hakikatlerdir! Sermâye-mülk-kesb ve kâr hakkındaki kavâid-i Kur’âniye Avrupaca esası hukuk ü ahlâk tutulabilmiş olsa idi, sosyalist efkâr-ı müdhişelerine hemân yer kalmaz idi. Çünkü azmi çokmı herkes Servete esir, fâ’ize ‘ömrü bir hidmetçi olmuş idi ve bunca nâ-hoşluğa meydan açılmaz idi!
Hukû-ı İslamiyenin derece-i â’lâlığını diğer bir tasavvur ile daha ziyâde izhâr edelim: Meselâ on dokuzuncu ‘asrın Avrupası maîşet-i beşer hakkında olan kavâ’id-i Kuraniye’yi kabul etmiş olsun. İbtidâ her sene hâsıl olan bunca varidatın zükût ya’ni kırkda biri ihtiyâclılara tahsîs olunacaktır. İstâtistikaya müraca’at edelim kaç milyona baliğ olacaktır, ikinci milyarlar ile nakd sermâyeler ki milyonlar ile insanları esîr etmiştir. Fâ’izsiz işlemeleri lâzım gelecektir. Ya’ni kuvve-i i’tibâri ile insanlara galebe edemeyip diğer surete tahvil edip bir sahibini değil pek çok efradı hissemend edecektir. Üçüncü, koca İngiltere dört beş bin, koca Fransa beş on bin adarrun mülkü olamaz idi. Ve olmuş bulunduğu halde dahi memâlik-i mezbürenin toprağından umûmun istifâdesi umûm için yengilce olur idi.
Artık Avrupa’yı bırakalım. Her ne kadar Avrupalılar kendi da’vâlarına kendileri mümeyiz olup medeniyetlerinin en a’lâ ve âhir medeniyet olduğunu hükm ederek cihanın her köşesine nakl etmeye cebre kadar varıyorlar ise de bu merhametin başlıca sebebi marş ile gelmekte olan haksızlık ve açlık inkılâbât-ı müdhişesidir. Bundan böyle te’mîn-i istikbâle muvâzene yolu ile çalışalım. Avrupa bir ihtiyardır. Tecrübesinden hisse alalım da hatâlarını tekrar etmeyelim: Mekteplerini darülfünunlarını bizler de te’sîs edelim velakin fünûn ile akıllarımızı ziyâlandırdığımız kadar hakkaniyet ile yürekleri doldurmağa çalışalım. Avrupa’da ne görsek çocuk gibi alıp çapmayalım. Baliğ gibi nedir neye varacak. Vicdan ve hakkaniyet hâricinde değilmi muvâzenesini etmeye dikkat edelim. Avrupa medeniyeti bilâ-muvâzene kabul olunacak bir şey olmuş olsa idi-bu medeniyete Avrupa’nın nısfı düşman olmaz idi.
Bir daha tekrar ediyorum. Fünûn keşfi yat ve ihtirârât-ı cedîdenin hizmet-i müfîdesini inkâr etmiyorum. Ancak ‘âlem-i İslâmiyetin ıslâhat ve terakkiyi hâcetli olduğu sırada bilâ-muvâzene Avrupa’yı taklîd etmesini akıl hesap etmiyorum. Rusya panslavistleri Rus ‘âlemi için Avrupa medeniyeti matlûb olamayacağını da’vâ ederlerde ‘âlem-i İslâmiyet müstakil bir tarîk-i terakki ve başlıca bir medeniyet araması lâzım gelmez mi?
(Ceride-i Tercüman muharriri Bağçesarâylı Ismâ’il Gaspırınski)
Matba-iEbuziya