İsmail Gaspıralı’nın Fikirleri


Prof. Dr. Ahmet B. ERCİLASUN

İsmail Gaspıralı’nın fikirlerinin tam bir tasnif ve tahlilini yapabilmek için onun Tercüman’da ve Tonguç, Şafak, Kamer, Ay, Yıldız, Güneş gibi küçük gazetelerde çıkan yazılarını toplayıp neşretmek lâzımdır. Aynı şekilde mühim kitaplarının da neşrine ihtiyaç vardır. Ancak bundan sonra Gaspıralı’nın bütün fikirlerine erişebilmemiz mümkün olur. Türk âlemine bu kadar büyük tesiri olmuş bir insanın, doğumundan 140 sene, ölümünden 77 sene geçtiği halde makale ve eserlerine sahip olamayışımız, teessüf edilecek bir haldir. Gaspıralı hakkında, G. Burbiel tarafından 1950’de Almanya’da; E.J. Lazzerini tarafından 1973’te Amerika Birleşik Devletlerinde yapılmış doktora tezleri de yayımlanmış değildir. Tercüman ve Gaspıralı İsmail Bey’in neşrettiği diğer mecmua ve kitapları da tam koleksiyon halinde Türkiye kütüphanelerinde bulmak mümkün değildir. O halde Gaspıralı’nın fikirlerini tetkik için şimdilik elimizde, kütüphanelerimizde mevcut çok az sayıdaki Tercüman nüshaları ile onun hakkında yazılmış makaleler ve birkaç kitap kalıyor. Bu kitaplar içinde ilk ve önemli olanı Cafer Seydahmet Kırımer’in 1934’te İstanbul’da neşrettiği Gaspıralı İsmail Bey adındaki eserdir.

İki ilim adamımızın son yıllarda neşrettiği iki eser, bu sahadaki boşluğu dolduracak kıymetli kitaplardır.

Bunlardan birincisi 1987’de Ankara’da Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından neşredilen, Prof. Dr. Mehmet Saray’ın hazırladığı Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey adlı eserdir.

İkincisi, Doç. Dr. Nâdir Devlet tarafından hazırlanan ve 1988’de Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nca neşredilen İsmail Bey (Gaspıralı) isimli eserdir.

Bu son iki eser, Amerikalı ilim adamı Lazzerini’nin İsmail Bey Gaspırinski and Müslim Modernism in Russia 1878-1914 adlı doktora tezinden de geniş ölçüde istifade etmişlerdir.

İşte biz de Gaspıralı’nın fikirlerini incelerken onun ulaşabildiğimiz makalelerine ve yukarda adlarını saydığımız eserlere müracaat edeceğiz. Gaspıralı’nın fikirlerini üç esas maddede toplamak mümkündür:

1- Batının yeni ve faydalı fikirlerini öğrenip müslüman dünyasında yaymak,

2- Maarifi yeni usule göre ıslah eylemek,

3- Osmanlı Türkçesini, bütün Türk dünyasının anlayacağı müşterek bir edebî dil haline getirmek.

Bunlara sıra ile göz atalım.

l- Batının yeni ve faydalı fikirlerini öğrenip müslüman dünyasında yaymak. Gaspıralı bu konuda yalnız makaleler yazmakla kalmamış; Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvâzene (1885), Kolera Vebası ve Onun Deva ve Dârûsu (1887), Beden-i İnsan (1901), Mir’ât-ı Cedid (1901) gibi eserler de yazarak neşretmiş, çeşitli sohbet ve konferanslarıyla da halkı ve müslüman dünyasını aydınlatmağa çalışmıştır.

İsmail Gaspıralı’ya göre kalkınma ve ilerleme, her milletin ve coğrafyanın hususî şartlarına göre olur. O, “maârifin usûl-i intişârının her bir iklim ve kavmin ahvâl-i husûsiyesine muvafık bulunması kaide ve kanun halindedir” der. İçtimaî hadiselerde ve hatta edebiyatta ırk ve muhitin önemli rolü olduğu, 19. asrın sonlarında Avrupa’da çok yaygın ve hakim bir fikirdir. Gaspıralı hep Japonya’yı örnek gösterenlere de aynı görüşle itiraz eder ve şöyle der: “Zamanımızda Japonya pek modadır. Japonya’nın sınaî terakkisi numune gösterilip misal olabileceği söylenmektedir. Biz böyle zannetmiyoruz. Japonya’nın ahvâl-i içtimâiyesi memâlik-i islâmiyeden başkacadır. Japonlar ve Çinliler, kadimden beri ehl-i san’attırlar Ne bizim Türkler ve ne de İranîler bunlarla kıyas edilemez.”

İslâm dünyasında zanaat ve ticaretin yaygın olmadığını, müslümanların buna alışık olmadığını düşünen Gaspıralı, kalkınmaya ziraattan başlanmasını istemektedir. Önce ziraat geliştirilmeli, ziraî mahsuller iyi pazarlanıp satılmalı; sermaye birikiminden sonra sanayie geçilmeli. Gaspıralı’nın bu fikirleri tabiata uygundur. Her ülke elindeki imkânla işe başlamak zorundadır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti de öyle yapmış, önce ziraati geliştirmiş, sonra sanayie geçmiştir.

Bu düşünce tarzı dolayısıyle Gaspıralı, yabancı sermayeye de itiraz eder. Osmanlı ülkesindeki kapitülâsyonların zararlı olduğunu söyler.

Batının yaşayış tarzında ve ilerlemesinde kadının rolü de önemlidir. Gaspıralı müslüman kadının da cemiyette ve iş hayatında aktif rol almasını ister; Tercüman’da sık sık başarılı Türk kadınlarının faaliyetlerinden bahsederek onları över(3). İsmail Bey, kadın mevzuuna o kadar ehemmiyet verir ki 1906 yılında hususî bir kadın dergisi neşrettirir. Bu dergi, kızı Şefika Hanım’ın idaresinde çıkan Âlem-i Nisvan, yani “Kadınlar Dünyası”dır. Gaspıralı, çocuğun terbiyesinde, birinci derecede kadının rolü olduğuna inandığı için kadının kültürlü ve bilgili olmasına önem verir.

Gaspıralı, Tercüman’daki “Bizim Hal ve Maişet” adlı makalesinde yeni fikirlerle eski fikirleri, şu alâka çekici cümlelerle anlatır:

“… Umumiyet ve ekseriyet üzere görenek esiri muhafazakâr (konservatör) olan ahâliden terakki ve ıslahat muhibleri (liberaller) ayrılıp, eşya ve ahvâle bakış ve dünyadan istek ve matlab cihetlerinde birbirlerinden tefrik oldular.”

“Bunlardan terakki ve ıslahat isteyenlere “yeni fikirli” istemeyenlere “eski fikirli” namı verip bahsedeceğiz”(4).

İsmail Gaspıralı, eskiden toy, bayram, ziyafet ve meclislerde, havadan sudan bahsedilir, masal ve rüyalar anlatılırken, şimdi maariften, mektepten bahsedildiğini anlatır. “Yeni fikirlilerin matlabı millî mekteblerde tedrisi ıslah, talebe ahvâlini nizamlamak, Rus dilini ve fünûn ve bilük tahsil etmek edebî ve yeni tertip risaleler ve fen kitapları okumak, cem’iyet-i hayriyeler ve umumi kütüb ve kıraathaneler tesis etmek gibi işlerden ibârettir. . . Eski ve güzel âdetlere ve hallere rağbet ederler, lâkin her gördüklerini, her işittiklerini mîzân-ı akla çekip ibret ve tenkîdâta hevestirler, Eski fikirlilerin matlab ve efkârı pek sâdedir. ‘Duralım, ileri gitmeyelim’den ibarettir. Gün gelir, gün gider bunlar berkarar kalmalı. Kuşlar yazın gelir, kışın gider-Bunlar taş gibi hareketsiz durmalı. . . başlarında bulunan kalpak kıyamettir, giydikleri rubanın endâmı-ilme hürriyettir; gömleklerinde olan kir ve ter güya eser-i keramettir, her ne işe göz atsalar âhır-ı nedâmettir”(5).

2- Batının ilerlemesinde maarifin birinci derecede rolü olduğuna inanan Gaspıralı kalkınmanın hangi sıra ile gerçekleşeceğini gayet iyi tesbit etmiştir: “Terakki meselesi maârifin terakkisine, maârifin terakkisi de ulemâ ilerlemesine tevakkuf etmektedir” (6). Yani önce âlimler çoğalacak, ilerleyecek; onlar maârifi ilerletecekler ve maârif bütün memleketi kalkındıracak. Bugün de geçerli olan bu düstur, İsmail Gaspıralı’nın başlıca gayesi hâline gelmiş ve ömrünün uzun senelerini o, bu işe vakfetmiştir.

Gaspıralı, eski öğretim usûlüne karşı, usûl-i savtiye adını verdiği ve okuma yazmayı çok çabuk öğreten yeni bir metot geliştirmiş, bu metodu önce hocalara öğretmiş, usûl-i cedid mektepleri denilen yeni okullar açmış ve açtırmıştır. 1884’te Bahçesaray’ın Kaytmaz Ağa mahallesinde Gaspıralı’-nın bizzat açtığı “birinci mekteb-i cedid” Rusya Türkleri arasında hızla yayılmış, 1914’te yani 30 yıl sonra sayıları 5000’e ulaşmıştır(7).

İstanbul’da çıkan Türk Yurdu dergisine 1911’de yazdığı “Türk Yurducularına” adlı uzunca makalesinde Gaspıralı “Usûl-i Cedid nasıl başlatıp yaydığını tatlı bir üslûpla anlatır(8).

3- 13. asırdan önce bütün Türklerin edebî dilleri tek ve müşterek idi. Çeşitli Türk boylarının ayrı ayrı ağız ve şiveleri vardı; fakat bunu sadece konuşmada kullanırlardı; yazıda kullandıkları edebî dil ortaktı. Bilge Kağan, Köl Tigin, Tonyukuk âbideleri; Altun Yaruk, Sekiz Yükmek, Irk Bitig gibi Uygur devri eserleri; Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakayık gibi Karahanlı eserleri bu müşterek edebî dille yazılmıştı. 11. asırda Kaşgarlı Mahmud bu edebî dile “Hâkaniye” adını vermişti.

11. asırdan itibaren Oğuz Türklerinin Azerbaycan ve Anadolu’ya gelmesiyle ortaya çıkan coğrafî, siyasî, kültürel ve. lengüistik durum; Oğuz ağzının yeni bir yazı dili hâline gelmesine sebep oldu. Böylece 13. asırdan 19. asrın sonlarına kadar Türkler, iki edebî dil kullandılar. Bunlardan birincisi; Türkistan, Harezm, Kuzey-Kafkasya ve İdil-Ural’da, hattâ birkaç asır Mısırda kullanılan ve Hâkaniye Türkçesinin devamı olan Kuzey-doğu Türkçesi idi. Araştırıcılar buna “Müşterek Orta Asya Türkçesi”, “Çağatayca” gibi isimler de verirler. İkinci edebî dil; Azerbaycan, Anadolu, Kuzey Irak ve Suriye ile Balkanlarda, hattâ birkaç asır Kuzey Afrika’da kullanılan Batı Türkçesidir. Buna “Osmanlıca” da denmiştir. Ancak Türklerin kendileri, Kuzeyde olsun, Doğuda veya Batıda olsun kullandıkları dile “Türk dili” veya “Türkî” diyorlardı. Azeri Türkçesi Osmanlı’dan pek farklı olmadığı için onu ayrı bir edebî dil saymıyoruz. Fuzulî, hem Azerbaycanlıların, hem de Osmanlıların şâiri idi. Kırım Türkleri de 1475′-ten sonra Osmanlı edebî dilini kullandılar Gazi Giray Han gibi, Âşık Ömer gibi divan ve halk şairleri yetiştirdiler.

19. asırda Türk dilinin ortaklığını Zeki Velidi Togan şu satırlarla anlatır:

“19. asrın ortalarına kadar Türkistanın her tarafında Batı ve Doğu Türkistan’da Kazak ve Kazan ülkelerinin hepsinde umumî Çağatay dili kullanılıyordu. 19’uncu asırda Kaşgarda Khocalar’ın ve Yakub Beğin târihine ait yazılan eserlerle, Khıyvada (Hîve’de) Munis ve Âgehî gibi müelliflerin ve Kazakistanda Anılay ve Bükey Ordasında Cihangir Hanın yazılarında kullanılan dil aynı dildir” (9).

19. asrın ikinci yarısında Rusların Türkistan’ı almasından sonra Türk edebî dilinde dalgalanmalar başladı.

Rusya’daki Türkleri Ruslaştırmak ve hristiyanlaştırmak için büyük gayret sarfeden ve İsmail Gaspıralı gibi aydınları bu yolda büyük engel kabul eden Nikolay İlminskiy, 25 Mayıs 1876’da “çeşitli işaretlerle hareketlenmiş Rus alfabesinin müslüman Türklerin kullandığı ayrı lehçelere uygulanmasını teklif etti. Bununla da yetinmeyen İlminskiy, müşterek bir Türk-Tatar dili yerine, her bir boy için boy şivesinin ana dil olarak kabul ettirilmesini” ileri sürdü”(10). İlminskiy, Tatar ve Kazak aydınlarına tesir ederek onlara da kendi boy dillerinde gramerler, alfabeler ve eserler yazdırttı”(l1). Bir yandan da Türkistan’da Mikola Ostroumov “Türkistan Vilâyetinin Gazeti”ni çıkarıyor ve 1883’ten 1917’ye kadar bu gazetede şehir ağzına dayanan Özbekçeyi yazı dili hâline getirmeye çalışıyordu(12).

İşte Gaspıralı’nın çıkışı da tam bu yıllara rastlar. Daha ilk çıkardığı Tonguç gazetesinde “Türk-Tatarların lisanda birliği meselesini ortaya atar ve fiilen her tarafta anlaşılabilecek bir Türk dili ile yazar”(l3). bu gazetenin mukaddimesinde şöyle der: “Milletimizin eseri olan lisanımız edebiyatça işlenmemiş ise de eğitime ve kaidelere gelecek lisandır. Gayet nâzik Tatar türkülerinden, Nogay cönklerinden, Kırgız ve Türkmen cırlarından anlaşılır ki eğer lisânımız usta bulup, kelime alınıp işlenirse, şimdikine göre çok dereceler parlak ve kullanışlı olur”(l4).

İkinci olarak çıkardığı Şafak’ta “malum bir türkünün Kazan’da ve Kırım’da nasıl söylendiğini yazar ve bu iki lehçenin yakınlığını müşahhas misâllerle gösterir”(l5).

İsmail Gaspıralı ömrü boyunca Osmanlı Türkçesini bütün Türklerin umumî edebî dili hâline getirmeye çalıştı. Fakat onun istediği yabancı unsur ve kaidelerle dolu bir Osmanlıca değil, halk tarafından anlaşılmayan yabancı unsurlardan temizlenmiş sade bir Osmanlı Türkçesi idi. Kendisi de ömrü boyunca Tercüman’da ve bütün eserlerinde böyle sade bir Osmanlı Türkçesi kullanmıştır. Büyük Türk şairi Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler kitabına teşekkür için şairimize yazdığı mektupta şöyle der:

“… Âsâr-ı edebiyye ve şi’riyye arasına böyle meslekli bir eser aralaştırmak Türk âlemine büyük bir hizmettir ki denmen tebrik ediyorum. Türk âlemine dediğim mübalâğa zannolunmasın; mübalâğayı ne severini ve ne ederim; doğrusudur, çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Konya, Ankara, Erzurum Türkleri anlayıp, lezzetlenip okuyacakları gibi, Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzulî ve Nâbî nail olamadılar. Kırk elli milyonluk ve otuz asırlık bu âleme iptida bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz ki size şerefti, bize saadettir. . . Tebrik ediyorum… Tercüman’ın da çabaladığı bu yolda hizmettir. Sade ve kaba lisandır ki, Dersaadetin hamal ve kayıkçılarına,’ Çin dahilinde bulunan Türk devecilerine gazeteyi tanıtmışın; Kazan’da, Sibirya’da olduğu gibi. Tebriz’de ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeğe meyil doğurmuştur”(l6).

Gaspıralı İsmail Bey, yukarıdaki satırlarda müdafaa ettiği ve yazılarında bizzat tatbik ettiği müşterek Türk edebî dili gayesini, nihayet 1905 senesinde bir şair haline getirmiş ve meşhur “dilde, fikirde, işte birlik” şiarını “Tercüman” adının başına ilâve etmiştir”(l7).

Gaspıralı’nın dilde birlik gayesini İlminskiy de fark etmiş ve savcı Pobedobçev’e yazdığı mektuplarda Gaspıralı İsmail Bey’in “kendi yayın organlarıyla Osmanlıcayı Türk soyundan gelen bütün müslümanların ortak dili yapmak” istediğini ifade etmiştir(18). “Duyduğuma göre” diyor İlminskiy, “Kazan’da Türkçe gazetelerin ve ayrıca ders kitaplarının sayısı her geçen yıl artmaktadır. Kitapların muhteviyatı Avrupaî, dili Osmanlıcadır”(19).

Gaspıralı’nın başlattığı ve İlminskiy’nin de kendisine göre tehlikeli bir gidiş olarak müşahede ettiği bu proses, Kazan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da tesirini gösteriyordu. 20. asrın başlarında Azerbaycan edebî dilinin alacağı şekil hakkında epeyi tartışmalar olmuş; Osmanlı Türk edebî dilini kullananlarla, Azerbaycan’da diyalektik hususiyetlere dayanan yeni bir edebî dil yaratmak isteyenler şiddetli münakaşalara tutuşmuşlardı. Daha 1876’da Azerbaycan’da Hasan Bey Zerdabî, Ekinci gazetesinde (sayı: 14) “Türkçenin umumileştirilmesi teklifinde bulunmuştur” (20). Osmanlı Türk edebî dilini müdafaa edenler 1900’lü yıllarda Hüseyinzade Ali Bey’in “Füyuzat” mecmuasında, 1910’lu yıllarda, “Şelâle” ve “Dinrilik” dergilerinde toplanmışlardı(21). 1920’li yıllarda Türkiye edebî dili Azerbaycan’da artık öğretim dili olmuştu Bu durumun 1930’lu yılların ortalarına kadar devam ettiğini Azerbaycan’lı dilci Tevfik Hacıyev, ders ve gramer kitaplarından, resmî yazılardan, edebî ve ilmî eserlerden Örnekler vererek anlatır(22).

Hüseyin Cavid, Mehmed Hadi gibi büyük şairler tamamen Osmanlı Türkçesini kullanıyorlardı, İsmail Gaspıralı’nın gayesi, 1920’li yıllarda Azerbaycan’da tamamen muvaffak olmuştur.

Ancak 1920’lerden sonra durum tekrar değişti. Yeni idareciler İlminskiy’nin sistemini benimsediler ve her boyun şivesine dayalı yeni edebî diller yarattılar. Şayet Türkler kendi kararlarını kendileri verebilseydiler Gaspıralı İsmail Bey’in başlattığı ve büyük mesafe kateden proses devam edecek ve bugün belki de müşterek bir edebî dile kavuşmuş olacaktık. Yeni sistem her boyun edebî dilini birbirinden ayırıp yerli diyalektlere bağladığı gibi, 1929 yılında Kırım’da da, İsmail Gaspıralı’nın kullandığı dil yerine, Orta Yolaklı şiveyi esas kabul eden edebî dilin kullanılmasını kararlaştırmıştır(23).

Türk dünyası şimdi Perestroyka siyaseti ile yeni bir proses içine girmiştir. Muhtemeldir ki Türk aydınları, kullandıkları edebî diller üzerinde yeniden düşüneceklerdir. Bu yeni durumda ve doğumunun 140. senesinde İsmail Gaspıralı’yı ve onun fikirlerini hatırlamamak mümkün değildir. Son olarak “Usûl-i Cedid”de edebî dil meselesine temas ederek konuyu bağlamak istiyorum.

İsmail Gaspıralı’nın “tavsiye ettiği programa nazaran Usûl-i Cedid yani Avrupa tarzında tanzim etmiş ibtidaî mekteplerde ilk öğretim mahallî lehçelerle olacaktı; fakat üç sene kadar ibtidaiyede okuyanlar, mutlaka edebî lisan dediği Umumî Türk dilini öğrenecekler ve dördüncü seneden itibaren öğretim artık umumî Türk diliyle yapılacaktı” (24).


* Akmescit, Mart 1991

(1)  Cafer Seydahmet Kırımer, Gaspıralı İsmail Bey. İstanbul,  1934, s.  166.
(2)   a.e., s.   158.

(3) Doç. Dr. Nâdir Devlet, İsmail Bey (Gaspıralı), Ankara.  1988, s.  33.

(4) “Bizim Hal ve Maişet”. Tercüman, 16 April  1895, s. 29-31.

(5)   a. mak.

(6)   Kırımer, a.e., s, 168.

(7)   Doç. Dr. Mehmet Saray, Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey ,Ankara, 1987, s. 58.

(8)   Türk Yurdu’nun 7. ve 8. sayılarında yer alan bu makale, M. Saray’ın eserinde de (s. 81-96) bulunmaktadır.

(9) Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidî Togan, Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, İstanbul, 1981, s. 486.

(10)   Mehmet Saray, a.e., s. 28.

(11)  Z.V.  Togan, a.e., s. 490.

(12)  a.e., s. 501-503.

(13)   Prof. Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri 1928 Yılı Yazıları, Ankara,  1981 s. 64.

(14)  a.e., s. 70-71.

(15)   a.e., s. 71.

(16)  Doç. Dr. Mehmet Saray, a.e., s. 75, 76.

(17) Prof Dr. Yusuf Akçura  a.e., s. 73.

(18) Doç. Dr. Nâdir Devlet, a.e., s. 47.

(19) a.y.

(20) a.e., s. 56.

(21) T.İ Hacıyev, Azerbaycan Edebî Dili Tarihi-2 Bakı, 1987, s. 184-188.

(22) a.e., s. 275 vd.  Ancak Hacıyev,  bunun aleyhindedir.

(23) A.N.  Garkavets, Ana Tili 7.

(24) Prof. Yusuf Akçura, a.e., s. 74.

Alternatif Bir “Dilde, fikirde, işte birlik” Çözümlemesi Denemesi


Volkan Ekiz

Kayıp bir yirmi yılın ertesinde, yeni bir bin yılın eşiğinde kendisine bir yol çizme arifesine giren Türkçülük, çizilecek yeni yolun istikamete varmasından ziyade hangi yolu takip etmesi gerektiği sorusuna cevap aramaktadır zannımca. Sembolik bir anlamdan daha fazlasını ifade eden Kızıl Elma ülküsüne varış rotasını içinde bulunduğu dönem şartları içerisinde sürekli değiştirebilme ve yenileyebilme yeteneğini gösteren Türkçülük bu vasfı ile emsalleri arasında en çağdaş olma özelliğine vakıf olmaktadır. Türk tarihini ve Türk ülküsünü bütüncül bir değerlendirmeye tabi tutan 1789 devrimi sonrası dönem Türkçülüğü klasik dönemin bitişi ve modernitenin ayak seslerinin duyulması ile işareti algılamış ve kendisine ilmi bir yön verebilmiştir. Dilde, fikirde, işte birlik vecizesi bu dönemin tahlili açısından çok uygun bir deney malzemesi olabilir.

Birlik fikrini hareket noktası olarak alan milliyetçi görüş, insanlığın medeniyet tarihi içerisinde ve tahminen sonuna kadar, insanlar arasında popülerliğini korumuş ve koruyacak bir fikirdir. Türk budununa bir olmasını ve bu birliğin tesisinde en güçlü öğe olan töreye sıkı sıkıya bağlanmalarını tavsiye eden kaganlar, birlik kelimesi ile sembolleştirebileceğimiz duygunun tarih boyunca varlığını ispatlayabilecek bir delildir.

İnsan sosyal bir varlıktır, sosyalliğini en basit anlamda tanımlamaya kalktığımızda kullanacağımız kelime şüphesiz birlikte olmak olacaktır. İnsan diğer insanlarla birlikte olma güdüsü taşır, insan grupları değişik paydalar vasıtası ile topluluklar oluştururlar. Bu grupların oluşum paydaları tarih boyunca değişim gösterir; filhakika sosyoloji denen ilim bu paydaları ve bu grupların davranış profillerini araştıran bir ilim olarak ortaya çıkmamış mıdır?

Kan bağının payda olduğu toplumsal gruplar tarihin kadim çağlarından bu yana varlıklarını sürdürmektedirler ve sürdüreceklerdir de. Peki tarihin insana ve topluma zaman kavramı görüntüsü adı altında yaşattığı sirkülasyondan bir çok payda zarar görmüş, yok olmuş veya yerini yenisine bırakmışken, kan bağına dayalı birliktelik güdüsü insanoğlunun neden vazgeçemediği bir olgu olarak karşımızda durmaktadır? Hiç şüphesiz bunun cevabını insanın kendi varlığında ya da yaradılışında aramak gerekir; özelde birlik genelde milliyetçilik güdüsü için bu bağlamda psikolojik bir özelliktir tanımlamasını yapabileceğimiz kanısını taşıyorum. Doymak, barınmak, korunmak güdüsünü ilk insandan bu yana genler vasıtası ile aktarmış ve insani vasıflar olarak adlandırılmasını sağlamış insanoğlu hiç kuşkusuz birlikte olmayı da insani bir vasıf olarak bir sonraki nesle aktarmıştır. Buradan hareketle genele milliyetçilik adı altında yayılmada farklılıklar gösterse de özelde sosyal bir varlık olarak insan birlikte olma vasfını taşıyan canlıdır.

Gaspıralı İsmail Bey yaptığı mükemmel sembolleştirmesinde dilde, fikirde ve işte bir arada olma arzusunu ve hedefini işaretlerken, üç yeni öğeyi birlikte olma güdüsüne enfes şekilde yerleştirmiştir. Dil, fikir ve iş kavramlarını ele almada değişik bir yol takip edip Gaspıralı’nın ve genelde Türkçülüğün modernite denen yeni “hal”e Türkçülüğü nasıl adapte edip nasıl çağdaşlaştırdığını çözümleyebiliriz.

Dilde birlik

Dil 89 Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan ulus devletlerin hareket merkezini sembolleştiriyor diyebiliriz. Değişik ulus tanımları içerisinde hiç kuskusuz değişmeyen bir etken varsa o da dildir. Ana dili bireyin mensup olduğu ulusa aidiyetinin bir nevi mucurudur. Bunun yanında şecere tutma geleneğinin soylu ailelerin tekelinde olması hasletiyle millete mensubiyet için aranan dil ile ikrar şartının da yerine getirmenin yegane yoludur. Soya ya da kültüre dayalı milliyetçilik anlayışlarının üzerinde mutlak mutabakat sağladıkları en önemli verilerden belki de birincisi de dildir. Dil bu bağlamda ulusların kendi devletlerine sahip olması ve imparatorlukların emperyal yapılarına duyulan tepkinin iyice yoğunlaştığı modern dönemin yeni hal’ini simgelemektedir. Farklı dillerin konuşulduğu imparatorlukların çağı klasik dönemden, genelde tek dilin konuşulduğu ve anayasada resmi dil olarak belirtilip, devletin resmi müfredat için kullandığı yegâne bir dilin olduğu ulus devletlerden oluşan modern çağa geçiş. Ulus devletlerin kendi varlıklarını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu vatandaşı yetiştirme noktasında elindeki en güçlü silah da gene müfredat ve dolayısıyla resmi dildir. Dildeki birlik ulus devletin geleceğinin teminatı vatandaşın ve sonraki aşamada bireyin oluşum harcıdır bir nevi.

Fikirde birlik

89 ihtilalinden sonraki çağa aynı zamanda ideolojiler çağı demek de mümkündür. Özellikle 2 enternasyonelde, özelde her biri farklı olarak nitelendirilebilecek, ama genelde sosyalizm çatısı altında toplanan her birini müstakil bir ideoloji olarak adlandırabileceğimiz yüzlerce ideoloji, Mussolini’nin faşizmi, Hitler’in nasyonal-sosyalizmi, Arap coğrafyasındaki Baasçı hareketler, Afrika ve Uzakdoğu ülkelerindeki sosyalist yorumu temelli ideolojiler insanlığın kurtuluşunu tek bir kitaba indirgeyen anlayışlar modern çağı bir ideolojiler çağı olarak adlandırma hakkını bize tanır. Türkiye özelinde azgelişmişlik sorunsalını çözme kabilinde Alparslan Türkeş�in 9 ışık, Necip Fazıl’ın Ideolocya Örgüsünü bu çağın tipik ideoloji reflekslerine örnek gösterebiliriz.Gaspıralı modern çağın ideolojiler çağı olduğunu kavramış ve Türk milletine fikirde birlik olma hedefini göstermiştir. Bu hedeften sapılmasının Türkiye�ye zararı 1980 ihtilali öncesinde yaşanan kanlı olaylar ve kaybedilen binlerce can olmuştur. İdeolojilerle bölünmüş insanlık tarihinin en karanlık çağlarından birini yaşamış ve ideoloji kaynaklı savaşlarda 10 milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir.

İnsanlık geldiği noktada bir devletin , devletin veya top yekûn insanlığın kurtuluşunun bir tek kitapla sağlanamayacağını çok acı tecrübelerle öğrenmiştir. Modernitenin bir çok alanda oluşturduğu kaotik ortam bireyin kapitalistleşme ile maruz kaldığı yabancılaşmaya eklemlenince sürekli kurtuluş ve çıkış arayan bir insanoğlu nesli oluştu. Belli bir hedefte bir fikirde birlik olmuş toplum esnek bir yapı ile her sorun karsısında , soruna göre çözüm üretilmesi gerekliliğini fark edecektir. Bu öngörüyü de ıskalayan toplum ne yazık ki kati çözüm yollarıyla, komplike haldeki modern dönemin sorunlarını çözememiştir.

İşte birlik

İlk iki tanımda içtimaiyat ve siyaseti çözümleyen Gaspıralı iş ile ekonomik değişimi ve modern dönemde ortaya çıkan yeni ekonomik hali analiz etmektedir. Buharın makinede kullanımı ile birlikte el emeğinin yanında makine de bir üretim aracı olarak ortaya çıkmıştır.Marx’ın ekonomik yasa dediği, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uygunluk zedelenmiş ve üretim ilişkilerindeki gelişme sonucu üretici güçler bu paralelde değişim göstermek zorunda kalmışlardır. Yani pratik anlamda feodal dönemden kapitalist döneme geçilmiştir. Kapitalizmin özü metadır ve yeni dönemle birlikte tabiimi hersek meta halini almaya başlamıştır. Meta üretiminin birincil gerekliliği bilindiği gibi toplumsal işbölümüdür. Değişik katmanlardan müteşekkil toplum meta üretiminin değişik aşamalarında üretimi gerçekleştirirler ve bir bütünün parçalarını oluştururlar. Birbirine bağımlı üyeler bir çeşit büyük üretci ortaklığı kurmuşlardır. Bu bir nevi “birlik”dır. Klasik dönemde birey ya tek başına ya da aile fertleri ile bir metanın üretimini top yekun gerçekleştirmek suretiyle üretim ilişkilerine dahil olurken, modern dönem, bireylerin işbölümü sayesinde metanın üretim aşamasının belli bir katmanında uzmanlaşmasını ve bireyin üretim ilişkilerine kendi alanında uzman sıfatı ile dahil olmasını sağlamıştır.

Gaspıralı bu dönemin tahlilini müthiş bir şekilde dile getirmiş ve Türk�e işte birlik hedefini göstermiştir. İşte birlik olma hedefinden varılabilecek bir başka çıkarım ise modern dönem üretim ilişkileri içerisinde ortaya çıkan proletarya sınıfı ile üretim araçlarını elinde tutan burjuva sınıfı arasında sonu çatışmaya gidecek şekilde artan gerilime işaret ettiğidir. Sınıfların varlığı tarih boyunca devam eden bir hakikattir ve sınıflar var olmaya devam edeceklerdir. Sınıflar arası geçişin esnekleştirilmesi, sınıflar arasındaki gelir dağılımının dengede tutulması ve sınıflar arası barış işte birlik sembolleştirmesinin gösterdiği hedeflerdir.

Modernliğin çözümlemesinin daha yeni yapılmaya çalışıldığı bir dönemde Gaspıralı İsmail Bey, Türkçülüğün bu yeni döneme adapte olmasını sağlayıcı hedefi başarılı bir şekilde ortaya koymuştur. Türkiye özelinde tarihi süreç içerisinde elit ve kentli bir çizgide yoluna devam eden Türkçülük, modernite dönemi için değişime ayak uydurmayı bilmiş ve Türkçü neslin çağın gerektirdiği vasıflarla donanmış bir şekilde devamını sağlamıştır.

Adına ister post-modern ister bilgi çağı deyin ve ya başka bir tanımlama kullanın ama modernlik sonrası bir dönemin giriş aşamasında olduğumuz ve geçiş dönemini yaşadığımız mutlak. Modernlik dönemine giriş aşamasında İsmail Gaspıralı ile adaptasyonunu sağlayan Türkçülük bu yeni “hal” karsısında stratejisini ve hedefini ortaya koymak zorundadır. Bu yeni dönem belki Gaspıralı’nın yaptığı gibi bir tek sembolleştirmenin yeterli olmayacağı belki tek bir sembolle ifade edilebilecek ama mutlaka yeni bir sembolle ifadesi mutlak dönemdir. Türkçülük modern dönemde çağdaş olduğu gibi modernlik sonrası dönemde de çağdaş kalmalıdır.

2001-Boston


Volkan Ekiz:  1977 İstanbul doğumlu olan Volkan Ekiz, Uludağ Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunudur (1995-2000) . Halen ABD’de University of Utah’da siyaset bilimi konusunda master yapmaktadır. (2001)

Modern Türk Düşüncesinde ‘Cedidci’ Geleneğin Etkisi


İbrahim DİLMAÇ

Her milletin kendine has bir modernleşme doktrini ve buna bağlı olarak gelişen metodu vardır. Batı toplumları genelde modernleşme süreçlerini ortak bir düzlem üzerinde birbirlerine paralel olarak gerçekleştirmişlerdir. Çünkü Batı dünyasını şekillendiren kültürel-siyasal-felsefi kök antık Roma, Anglosakson ve Alman tarihine yaslanmaktadır. Bati ve Dünya tarihininde en büyük aydınlanma hareketi olan reform-ronesans süreci bu toplumların hepsini birlikte etkilemiş ve yeni toplumsal düzen küçük ayrıntılar dışında bu toplumların hepsinde benzer sonuçlar doğurmuştur. Bati aydınlanması ve modernleşmesinin; felsefi temelleri Almanya’da, siyasal temelleri Fransa’da ve endüstriyel temelleri de İngiltere’de atılmıştır. Batıda bugün ulaşılan toplumsal sistemin temelleri; din devlet ilişkisinin yerli yerine oturtulması, bilimsel gelişmelerin hızla üretim sürecine sokulması ve protestan ahlakının egemen kılınması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu süreç günümüzün modern ulus devletlerini inşa etmiştir. Batıdaki modernleşme hareketleri başlangıçta milliyetçi bir doktrine dayanmamaktadır. Daha çok din devlet ekseninde ve sonralarıda sınıf temelinde ekonomik mücadelelere dayanmaktadır. Ancak 19 y.y. Alman İngiliz rekabetinin kızışması ve dünya hammadde kaynaklarının paylaşılması için girişilen amansız mücadele I ve II dünya savaşlarına yol açmıştır. Ve Avrupa’nın başına büyük dertler açan marazi milliyetçilik olan Faşizm-Nazizmin doğmasına yol açmıştır.

Avrupa’yı bu belalardan Atlantik’in ötesinde yeni yükselen medeniyet, ABD kurtarmıştır.

Kısaca esasa itibariyle bugünkü Avrupa medeniyeti ve toplumsal düzeni II dünya savaşı akabinde Avrupa’nın bütünüyle demokratikleşmesi ile kurulmuştur.

Batı bu şekilde bir modernleşme sürecinden geçerken esas konumuz olan Türk halkları arasında da çeşitli modernleşme doktrinleri 19 y.y. ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Batıdan farklı olarak bizdeki modernleşme doktrinleri iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Belki de bu nedenle tam anlamıyla başarılı sonuçlar alınamamıştır. Ya tam anlamıyla bir taklit etme ve Batıya benzeme şeklinde jakoben bir modernleşme doktrini model olarak benimsenmiş ya da yazımızın başlığında yer alan “ceditçilik” gibi dış güvenlik ve bağımsızlık ülküsü çerçevesinde doğan jeostratejik politik durumdan kaynaklanmıştır.

İlkine Jön Türkler iyi bir örnektir. Avrupa modernleşmesinin siyasal başkenti olan Fransa’da eğitim gören bir kısım aydınlar Fransa’nın önemli siyasal akım olan jakobenlerden etkilenmisler ve Türkiye’de jakoben bir modernleşme projesi hayata geçirmeye çalışmışlardır. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında bu jakoben gelenek son derece etkili olmuş ve toplumun genelinde rahatsizlik yaratan bazı devrimler bu anlayış sayesinde gerçekleştirilmiştir. Bağımsız Türk Cumhuriyeti Orta ve Kuzey Asya  kökenli Türkçü cedid aydınlanma doktrininden de yararlanmış ve adeta bu iki modernleşme projesinin karmasından şekillenerek kurulmuştur. Ancak cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ceditçi gelenekten uzaklaşılarak jakoben jön Türk’çü geleneğe göre şekillendirilen bir toplumsal formasyon görüyoruz. Bu süreçte cedidçi aydınlanma felsefesi resmi ideolojiden bağımsız olarak şekillenen muhalif Türkçü-milliyetçi bir doktrine dönüştüğünü yada bu hareket içinde temsil edildiğini görmekteyiz. 1944’lerden itibaren hızlı bir şekilde resmi ideolojiden ayrı bir Türkçülük ve milliyetçilik hareketi gelişmiştir. Bu bağlamda cedidçi aydınlanma doktrininin ne olduğunu ve Türk milliyetçiliğini nasıl şekillendirdiğini incelememiz gerekiyor.

Cedid Terakkiperverler Tudesi Nizamnamesi” başlığı altında cedidci aydınlanma geleneğinin temel ilkelerinin özetini şöyledir;

-Milli kültüre dayalı bağımsız ve hür bir millet olarak yaşamak hayatın esasıdır. Bu bütün milletlerin idealidir.

-Bizim maksadımız Türkistan’ın müstakil ve hükümetin milli olmasıdır.

-Milliyet, dil, anane, edebiyat ve adat birliğine ihtiyaç vardır.

-Hur Türkistan’da devletin şekil ve idaresi cumhuriyet olup, hakimiyetin kaynağı demokratik usullerce seçilen Millet meclisi, vilayet ve şehirlerde ki meclislerdir.

-Türkistan’daki Türk olmayan unsurlar medeni muhtariyetin hukukundan istifade ederler.

-Memlekette vicdan hürriyeti tam olur. Dini ayinlerin icrası hür bir şekilde devlet himayesinde gerçekleştirilir. Memlekette ecnebi misyonerlerin faaliyetlerine müsaade edilmez.

-Basın ve neşriyat hürriyeti ve şahsi hürriyetler devletin anayasası ile teminat altına alınır.

-Memlekette esas vergi kazançtan alınır. Miras üzerinden de kazanç nispetinde vergi alınır. Türkistan’da eski zamanlardan kalmış ortaçağ vergileri lağvedilir.

-Türkistan’daki en önemli sorun göçmen kabilelerin yerleşik hayata geçirilmesi sorunudur. Bu mesele büyük nehirler etrafında tarım arazileri açmakla hallolunur.

-Türkistan’a Türk ırkından olan kavimlerden ve Müslümanlardan başka muhacir getirilemez.

-Türkistan’da işçi meselesi milli sanayiinin kurulmasıyla çözülür.Amelelerin çalışma şartları, iş saati, küçüklerin ve kadınların çalışması ve hizmetlerin muhafaza edilmesi ve sigorta gibi meseleler ise Avrupalılar gibi modern milletlerin usulleri ile düzenlenir.

-Modern bir hukuk düzeni ile kişilerin din, dil ve ırk ayrımına bakılmaksızın tarafsız ve bağımsız bir yargı sistemi kurulacaktır.

Yukarıda özetlediğimiz ve 19 maddeden oluşan cedid nizamnamesinin son maddesi ise şudur; “Kadım bir medeniyetin ocağı olan Türkistan’da asırlardan beri kerakum edip gelen medeniyet eserlerinin muhafazasına ve bunların da yerli hars ve medeniyetin yükselmesine hizmet edecek bir şekle sokulmasına çalışır.”

Yukarıda özetlediğimiz cedidçi aydınlanma doktrininin temel ilkelerini incelediğimizde ‘modern bir devlet’ ülküsü arayışı karşımıza çıkmaktadır. Cedidci’ler milli-demokratik bir modern devlet kurmak istiyorlardı. Bu devletin omurgasını oluşturmak için burjuvaya sınıfına oluşturmak istiyorlardı. Cedidçiler Orta ve Kuzey Asya Türkleri arasında yaygın olan ruhani ve feodal yapıları tasfiye etmek ve çağdaş bir toplum kurmak istiyorlardı. yarı göçebe bir toplum olan Asya Türklüğünde orta sınıflar yoktur. Bu nedenle bir modernleşme devrimini gerçekleştirecek sosyal altyapı oluşmamıştır. Cedidçiler milli bir burjuvazi yaratarak gelişmiş toplumların temel sosyal yapılarını oluşturan orta sınıfları güçlendirmek istiyorlardı. Bunun için büyük çaba göstermişlerdir.

Türkistan aydınlanma hareketi olan ve maalesef tamamlanamayan “cedid” doktrini modern, demokratik, laik, serbest piyasacı ve Turancı bir düşüncedir. Bu aydınlanma çabaları ile birlikte Bolşevik Rusya’sına karşı silahlı bir direniş başlatan Basmacılar hareketine rağmen Türkistan 70 yıl sürecek SSCB esaretine ve komünist toplum düzenine geçmek zorunda kalmıştır. Bu 70 yıl boyunca demir perde örülerek sosyal yapı dondurulmuştur. SSCB’nin yıkılışından sonra ise donmuş olan feodal gelenekler yeniden yeşermiş ve bunun neticesinde de
komünist-faşist kırması totaliter diktatorlukler egemen olmuştur.

Bolşevik işgalinden önce ve sonra bir çok cedidci ve Türkçü aydın Osmanlı devletine gelerek burada başlayan Türkçülük hareketine hem teorik hem de pratik çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda bu aydınların büyük ölçüde destekleri söz konusudur. Bu aydınların en önemlilerini incelemek yararlı olacaktır.

Modern zamanlarda Türk Milliyetçiliğinin en önemli düşünürü İsmail Gaspıralı, kaynağı da onun çıkardığı ‘Tercüman’ gazetesidir. (1883) Gazete Türklerin kendileri için geliştirdikleri değişik bir Arap alfabesi kullanmaktadır. Gaspırali İsmail öncelikle eğitim alanında olmak üzere çeşitli alanlarda getirdiği yeniliklerle Türk modernleşmesinin önünü açan adamdır. Rusya’da yayınlanan ilk Türkçe ve Türkçü gazete olan Tercüman’ın sloganı “Dilde, fikirde, işte birlik” sözü idi. Bu slogan Türk dünyası için bugün bile anlamını korumakta ve yol gösterici olmaktadır. Bir Kırım tatarı olan Gaspıralı İsmail’den sonra Kazan Tatarlarından olan Yusuf Akçura
modern Türkçülük cereyaninin en önemli ikinci ideologudur. Akçura Tatar burjuvazısının tanınmış ailelerinden olan Akçuralar’dandır.

Akçura Avrupa’da eğitim görmüş Tatarıstan’da öğretmenlik yapmış ve Türkçülüğe daha çok düşünce düzleminde katkılar sağlamış bir şahsiyettir. 19 y.y. Rusya’da kapitalizmin gelişmesiyle Orta Asya ticaretini ele geçiren ve hızla zenginleşen ve bir burjuva sınıfı ortaya çıkaran Tatarıstan cedid hareketine ve genel olaraktan Turancı harekete kaynaklık yapmıştır. Bu tip batı dünyasını yakından tanıyan cedidci ve Türkçü aydınların daha çok kuzey Asya Türklüğünden çıkması Tatar burjuvazısının ve oradaki eğitim düzeyinden kaynaklanmaktadır.
Orta Asya’dan daha çok geleneksel formasyonlara sahip siyasi liderler çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’na göç eden Tatarlar’dan Yusuf Akçura milliyetçilik akımı içerisinde birinci derecede rol oynamış birisidir. Akçura, kültürel nitelik taşıyan Türkçülüğe siyasal boyut getirmiş ve “Pan Türkizmin yaratıcısı” olarak tanımlanmıştır.

Akçura’nın en önemli makalesi “Üç Tarz-ı Siyaset”tir. Bu makalesinde Pan Türkçülüğü önerir. Hostler’e göre bu makale Türk milliyetçi çevrelerinde, 1848 Komünist Manifestosu’nun Marksistler nezdinde oynadığı rolü oynamıştır.

Akçura bu makalesinde Türk birliği konusunda şunları söylemektedir:

“Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince; Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlarda Türkleştirilebilecekti”,

Bu makalede Akçura, Türkçülük sayesinde Türk toplumlarının en güçlü ve en çağdaşı olan Osmanlı İmparatorluğunun en önemli rolü oynayacağını belirtmektedir, Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde dinlerin,
ırkların hizmetine girmesi savunulurken; ırk kavramı Türk milliyetçiliğinin tek temeli olarak gösterilmiştir. Ayrıca bu makale ile Fransız ulus anlayışından uzaklaşılmış ve Alman ya da Slav ulus anlayışına geçiş ifade edilmiştir.

Akçura’nın ifade ettiği Türk birliği (Pan Türkçülük) 20. yüzyılın başlarında yeni bir düşünce ve kavramdır. Bu yıllarda Pan Türkçülük, Tatar burjuvazisi içinde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise, Tıp Fakültesi’nde öğrenciler arasında yeni yeni belirmeye başlamıştır. Ancak Pan Türkçülüğün sistematik bir biçimde ortaya konması Üç Tarz-ı Siyaset makalesiyle olmuştur.

II. Meşrutiyet’ten sonra Türkiye’ye gelen Yusuf Akçura bütün ısrarlara rağmen İttihat ve Terakki içinde yeralmamış buna karşın Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin mümkün olduğu kadar bağımsız bir şekilde Pan Türkçülük çalışmasını sürdürmesi için çaba harcamış, o dönemde Ziya Gökalp’in milliyetçiliği, Osmanlı milliyetçiliği, ve muhafazakar milliyetçilik olduğu için Yusuf Akçura, İttihatçılar arasında onun gördüğü itibarı kazanamamış adeta “unutulan adam” olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise bu durumun aksine radikal modernleşmeci tavrıyla Akçura Ziya Gökalp’ten daha fazla ilgi görmüş ve Atatürk’ün en yakınında yer almıştır. Cumhuriyet döneminde çok kısa bir ömür yaşayan ziya Gökalp ise; hilafetin kaldırılmasına stratejik açıdan karşı çıkmış medreselerin kapatılmasına değil ıslah edilmesine taraftar olmuştur. Yanı Ziya Gökalp bugünkü anlamda bir muhafazakar kültür milliyetçiliği yapmıştır. Bu fikirlerini Türkçülüğün esasları, Türkleşmek İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserlerinde ifade etmiştir. Bu esrelerinde dine karşı son derece hoş görülü ve İslam dininin milli kimliğimizin oluşmasındaki katkılarından bolca örnekler vermiştir. Çocuklara dini duyguları sevdirmek için ilahiler yazmış ve güzel mesajlar vermiştir. Ziya Gökalp’in bu dinle bütünleşici yanında Yusuf Akçura çok daha laisist
bir anlayışla dini tamamen millet oluşumuna yardımcı bir unsur olarak görmüştür. Bu sebeple Atatürk Yusuf Akçura’dan cumhuriyetin kurumsallaşması yönünde fazlasıyla yaralanmıştır.

Azerbaycan aydınlarının Türk modernleşmesine ve özgürlükçü Türkçülüğe yaptıkları katkılar ise küçümsenmeyecek derecede önemlidir. Bu Türkçü aydınlardan en önemli ikisi Hüseyinzade Ali Bey ve Ahmet Ağaoğlu’dur. Hüseyinzade Ali Bey İstanbul’a gelerek Ziya Gökalp ve arkadaşlarına Turancılık fikrini aşılayan düşünürdür. Ziya Gökalp’i etkileyen makalesinin adı; “bize hangi ilimler lazımdır” ismini taşımaktadır. Söz konusu makalesinde Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalılaşmak düşüncesini ileri sürmüştür. Ali bey İttihat ve Terakki partisinin kuruluşuna katılmış Türk siyasi hayatında çok önemli bir rol oynamıştır. Azerbaycan’li çok önemli bir düşünce adamı olan Ahmet Ağaoğlu ise başlı başına Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler konusundaki fikirleri ve mücadelesi ile tarihe geçmiştir.

Ağaoğlu 1905 yılında Bakü’de “Fedaî” isimli bir dernek kurmuş, Ermenilerin Türkler’ e uyguladığı baskıyı durdurmaya çalışmıştır. Ahmet Ağaoğlu 1908’de İstanbul’a gelmiş, İttihat ve Terakki Partisi’nde görev almış ve milletvekili seçilmiştir. Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin kurucusudur. Cumhuriyet döneminde de Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nda görev almıştır. Ahmet Ağaoğlu, Türk milliyetçiliğinin siyasal niteliğe dönüştüğü 1911-1912 yıllarında Türklerin farklı farklı isimlerle parçalanmasının yanlışlığı ve nedenleri üzerinde durmuştur. Ona göre “mezhepler ihtilâfi” “siyasi infirak ve muhite esaret” ile “millî bilinç yokluğu” bu ayrılıkların ve parçalanmaların sebebidir.

II Meşrutiyet döneminde Ağaoğlu, dağılan Osmanlı imparatorluğu’nda milliyetçilik açısından en geç kalan Türklerin, varlıklarını sürdürebilmek için milli şuur kazanmalarının zorunlu olduğu görüşüne bağlanarak Türkçülük akımı içinde önemli bir yer edindi. Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” biçimindeki
görüşüne Türkçü ve çağdaşlaşmacı bir yaklaşımla destek verdi. Ağaoğlu için Türkçülük siyasal bir ideolojiden çok, ulusun kurtuluşunu sağlayacak birleşmenin temel kültürel harcı idi. İslamla milliyetçiliğin çelişmediği konusunda dönemin İslamcılarıyla tartışmalar yaptı. Serbest Fırka kendini feshedince eski partisi CHP’ye dönmedi. 1933 yılında Akanı gazetesini çıkardı ve CHP’ye muhalefet etti. Ve bu nedenle gazete kapatıldı. Ahmet Ağaoğlu cumhuriyet döneminde CHP içindeki jakobenlerle ve Kadro hareketini temsil eden özellikle Şevket Süreyya Aydemir’le giriştiği tartışmada batılı anlamda bir modern parlamenter sistemi savundu. Toptancı ve
oligarşık yaklaşımlara karşı, batılı anlamda birey özgürlüğünü ve serbest piyasa ekonomisini savundu. Hatta bir ütopya denemesi olan “serbest insanlar ülkesinde” adlı bir eser yazmıştır. Ağaoğlu’nun Türkçülük tarihi ve Türkiye demokrasisi açısından yeterli derecede incelenmemiş olması büyük bir eksikliktir. Türkçülük düşüncesine ve demokratik özgürlükçü rejime yaptığı katkı küçümsenmeyecek boyutlardadır.

Milliyetçilik aydınlanma sonrası Avrupa’sında; birkaç siyasetçinin programı yada birkaç aydının fantezisi olarak değil, sosyolojik gelişme gibi çok güçlü ve önüne geçilmez dinamiklerin eseri olarak ortaya çıkmıştır. Mesela şehirleşme bu dinamiklerin başında gelmektedir. Basın-yayının yaygınlaşması, eğitimin yaygınlaşması,
milli burjuvazının ortaya çıkışı, bu dinamiklerin en önemlileri olarak sayılabilir.

Bizdeki yanlış inanışın aksine milliyetçiliğin ilk önce azınlıklarda başlamasının asıl sebebi milliyetçilikle bu sosyal bağ arasındaki ilişkidir. Çünkü sosyal bakımdan Osmanlı ülkesindeki azınlıklar daha gelişmiştir. Aynı şekilde cedidci Türkçülük akımının ilk önce İdil-Ural ve Tatarıstan bölgesinde ortaya çıkması ve yaygınlaşması bu bölge Türklerinin sosyal bakımdan diğer Türklere oranla daha gelişmiş olduğundan ve kısmen bir burjuva sınıfı oluşturdukları içindir.

Türk milliyetçiliği Batıdaki milliyetçilikler gibi tamamen sosyal dinamiklerle ortaya çıkmış değildir. Türk milliyetçiliğini iç dinamiklerden çok dış dinamikler belirlemiştir. Ama şurası Türk modernleşme tarihi açısından çok önemlidir; “Türk milliyetçiliği medreseden değil mektepten çıkmıştır” . Osmanlıdaki bu mektepli aydınlara Türkistan göçmeni yine mektepli aydınlarda eklenince Türk modernleşme süreci ve Türk milliyetçiliği düşüncesi ülkemizin hali hazırdaki en köklü felsefi temelleri olan düşünce geleneği haline gelmiştir.

Ziya Gökalp’ Mümtaz Turhan başta olmak üzere bütün Türkçü düşünürler, Türk milliyetçiliğinin önündeki en önemli meseleyi, ülkede yüzyıllardır sürüp giden aydın-halk zıtlaşmasının giderilmesi ve hepsini kapsayan bir milli kültür, milli şuur oluşturulması olarak görmüşler, ayrıca bu bütünleşmenin ekonomik boyutunu araştırmışlardır.

Sanayileşmiş bir toplumun iktisatta korumacılık, kültürde millicilik yapması gereğini Türkiye’de ilk fark edenler milliyetçilerdir. Daha sonra dışa açılmanın serbest rekabetin önemini de ilk fark eden yine milliyetçi aydınlar olacaktır. Bu analitik düşünce geleneğinin nedeni Türk milliyetçiliğinin mektepten memlekete gelişmiş olması yanı sıra bilimsel metotlarla ülke sorunlarının irdelenmiş olmasıdır.

Cedid hareketi ve modern Türk milliyetçiliği hareketi yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi esasında Avrupa’nın Reform ve Rönesans hareketlerine benzer bir biçimde Türk aydınlanma hareketidir. Türk modernleşme doktrini olan bu Türkçülük hareketi henüz tamamlanamamıştır. Bu hareketin tamamlanamamasının bir çok iç ve diş
faktörü vardır. Özellikle Atatürk’ten sonra, bu doktrin modernleşme sürecini tamamen bir üst yapı sorunu olarak ele almış ve tepeden inmeci jakoben bir anlayış devlete egemen olmuştur. Oysa Türk modernleşme tarihinde ve Atatürk’ün bu konuda en çok güven duyduğu düşünce adamlarından biri olan Yusuf Akçura modernleşmeyi aslında bir alt yapı sorunu olarak görmektedir. Bunu şöyle anlatıyor; “İktisadi uyanışın asıl en mühim ciheti, sanayi ve ticareti hor gören ve `Osmanlı Türküne layık meşgale ancak askerlikle memurluktur’ diyen hatalı ve zararlı zihniyetin değişmesidir. Osmanlı, yalnız sipahi ve memurdur. Halbuki, zamanımız devletlerinin temeli burjuvazidir.
Muasır büyük devletler, sanayici, tüccar ve bankacı burjuvaziye dayanarak teessüs etmiştir. Türk iktisadi uyanışı, Devlet-i Osmaniye’de Türk burjuvazisinin oluşmasının meydan-ı itibarı olabilir.” Yusuf Akçura burada burjuvaziyi modern orta sınıf anlamında kullanıyor. Burada Yusuf Akçura sosyal dönüşüm olan modernleşmenin aslında bir iktisadi alt yapı sorunu olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. İktisaden geri kalmış üretim biçimini değiştirememiş toplumlarda modernleşme çabalarının güdük kalacağını belirtmeye çalışmaktadır.

Yusuf Akçura ve diğer cedidci ve Türkçü aydınlar, milliyetçiliği sadece hamaset, dil, tarih bilinci olarak değil, bunlardan daha ağırlıklı olarak da bir iktisadi modernleşme, başka milletlerle iktisadi rekabet anlamında algılamaları bu bilince sahip olmaları dikkat çekicidir. Akçura gibi Ziya Gökalp’de bürokratik köylü toplumundan bir orta sınıf toplumuna, pasif köylülükten kurtulmuş aktif, üretken bir Türk toplumuna geçmeyi hedef almışlardı. Ancak cumhuriyet yönetiminin ekseriyeti asker-bürokrat kökenli oldukları için milliyetçiliğin iktisadi niteliğinden ve bu bağlamdaki bir doğal modernleşmeden koparak jakoben modernleşmeciliği benimsediler. Bunun somut göstergesi tek parti iktidarı dönemi incelendiğinde görülür. Baskıcı bir şekilde topluma dayatılan modern yaşam tarzı sosyal yapıyı değiştirememiştir. Sadece küçük bir bürokratik azınlığı toplumun genelinden koparmış ve ‘kültürel sınıflar’ meydana getirmiştir. Sosyal bakımdan fonksiyonel bir orta sınıf olmadığından yapılan devrimler hayata intibak edememiş toplumsal dinamizm sağlanamamıştır. Resmi bir hamasetle yorgun düşen bürokrasi
heyecanını kaybetmiş hantal bir devlet yapısı ortaya çıkmıştır. İdare edilenler ise bezgin ve yoksul köylü kitleleridir. Sonuç şudur; 1927 yılında nüfusumuzun %75,8’i köylüdür. Aradan 23 yıl geçip 1950 yılına
gelindiğinde nüfusumuzun köylü oranı %75’tir!!! Modernleşmeci ve devrimci tek partinin 23 yılda yaptığı sosyal yapı değişikliği konusundaki başarı oranı %0,8 dır. Adeta bütün sosyal kesimler yerinde saymıştır. İşte bu sosyal realiteden bir çok politik ve ideolojik sonuçlar çıkmıştır. Evvela devlet millet kaynaşması, sosyal, hatta kültürel olarak bile sağlanamamıştır. Geleneksel olarak süren aydın halk zıtlaşması devam etmiş bütün halkçılık iddialarına
rağmen halka ne ekonomik dinamizm nede siyasal katılım götürülebilmiştir. Anadolu taşrasında ilkel ve yoksul bir yaşam tarzı sürüp gitmeye devam etmiştir. Bu CHP ülküsü yüceltildikçe metafizikleşmiş, halktan kopmuş ve sosyal bakımdan fonksiyonsuz hale gelmiştir. Nitekim bu yüceltmenin örneğini bütün bir tek parti
edebiyatında görüyoruz. Mesela ünlü jakoben Recep Peker’e göre; “demokrasi yoz bir rejimdir. Bireycilik, egoizmdir. Komünizm, faşizm gerçi inkılâpçıdır; ama yabancıdır. Halbuki, Kemalizm emsalsiz bir rejimdir ve öyle bir rejimdir ki bütün dünya, bu bürokratik tek parti idaresini örnek almalıdır.” Tek parti döneminin bu emsalsizlik
anlayışı yüzünden Türkiye içine kapanmıştır. İçeride halktan kopuk, dışta dünyadaki gelişmelere kayıtsız bir ideoloji gelişmiştir. Bu durum ülkede yapılan devrimlerle övünen, ama dünyada olup biten gelişmelere ilgi duymayan bunları önemsemeyen ve bunlara emperyalizm olarak bakan üçüncü dünyacı bir kuşak yetişmiştir. İşte bugün bile ülkemiz basını ve bürokrasısı bu kuşağın egemenliğindedir.

Türkiye’de modern devletlere özgü orta sınıfların teşekkülü yönündeki köklü sosyal değişiklikler çok partili sistemle birlikte demokrasiye geçildikten sonra oluşmuştur. Tek parti devrinde şehirleşme ancak 0,8 puan arttığı halde 10 yıllık Demokrat parti iktidarında 7 puan birden artmıştır. Oysa modernleşme orta sınıfları güçlü şehirli bir toplum oluşturmakla mümkün olabilirdi. Köylü toplumlarda modernleşmenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Üretim biçimini değiştirmeden sadece tüketim alışkanlıkları ve kültür-sanat faaliyetleri ile modernleşilemeyeceği tek parti dönemi uygulamaları ile görülmüştür.

Sonuç olarak Orta Asya bozkırlarında bir milletin uyanışı olarak başlayan cedidci düşünce akımı aynı dönemlerde Anadolu’daki vatanı ve Türklüğü kurtarma arayışlarıyla kucaklaşarak modern Türk milliyetçiliği düşüncesini realize etti. Bu realizenin en somut kanıtı Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu devlet Türk
Milliyetçiliğinin eseridir. Ancak devlet yapısı kuruluşundan fazla bir zaman geçmeden hantallaşıp yeni gelişme ve değişmelere ayak uyduramamış ve zaman tünelinde kalmıştır. Dünyadaki hızlı teknolojik, bilimsel ve sosyal gelişmeye paralel bir gelişme sürdürmemiş ve 20 y.y. de toplumsal düzenimizi ve üretim biçimimizi tam olarak
değiştiremeden tamamlamış bulunuyoruz. Ancak genel hatları itibari ile bugünkü Türkiye, şehirli ve modern bir Türkiye’dir. Bölgesinin en güçlü ekonomisine sahiptir. Henüz yetersiz olmasına rağmen, eskisine oranla çok güçlü, dinamik, milli meseleler karşısında duyarlı ve aktif, geçmişteki köylü durgunluğundan sıyrılmış bir orta sınıfa
sahip, demokrasi bilinci de gün geçtikçe artan bir toplum yapısına sahibiz. Yıkılan bir imparatorluktan bağımsız bir cumhuriyet çıkaran cedidci ve Türkçü aydınlar kendi dönemlerinin en ileri fikirlerini savundular. O doneme göre lüks sayılabilecek bir şekilde demokrasiyi ve milletin iradesini savundular. Millet iradesini ve hukuk devletini
her şeyin üzerinde gördüler. En temelde ise bazılarının itirazlarına ve kabul edememelerine rağmen kimliğimizi tescil ettirdiler; “Biz Müslüman Türkleriz. (Türklerin %90dan fazlası İslam dinine inanmaktadır, diğer dinlere inanan Türklerde vardır elbet) bu yönüyle Araplardan da Hıristiyan Avrupa’dan da farklı bir kimliğimiz ve
kültürümüz vardır. Bu kimliğim cihan haritası içerisinde ki siyasi ifadesinin zirvesi, Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu devlet Türk Dünyasını tam olarak bağımsız olan devletidir. Turan coğrafyası Türkiye Cumhuriyeti etrafında şekillenecektir.

Ancak rahmetli Dündar Taşer’in sözünü hiç ama hiç akıldan çıkarmamamız gerekmektedir. “Biz çadırımızı sırtlanların yolu üzerine kurduk” evet bizim vatanımız güzel ve alımlı bir kız gibidir. Herkesin onda gözü vardır. Bu nedenle üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasında küçük bir devlet olarak yaşamamız mümkün değildir. Bu
coğrafyada ya Roma, ya Selçuklu yada Osmanlı gibi büyük olmak zorundayız. Yani bir dünya devleti olmak zorundayız. Bu coğrafyada sürünerek yaşamak Türk milletine yakışmayan bir durum arz etmektedir. Ancak etrafımız tehlikeli düşmanlarla dolu ve içimizde bizi bölmek isteyenler var diye paranoyak olmamıza ve bu nedenle milletimize demokrasi ve bireysel hürriyetleri çok görmemeliyiz. Bu tip komplocu paranoyalar genelde kapalı toplumlarda üretilir ve yaygınlaşır. Bugün ne yazık ki 19 y.y. cedidci ve Türkçü aydınların dünyaya bakışları
şimdiki aydınlarımızdan daha ileridir.

Modern Türk düşüncesinin temeli olan cedid aydınlanmasını doğru yorumlayarak 21 y.y. bir Türk yüzyılı yapmak için mücadele etmeliyiz. Bu fırsatı ne yazık ki 20 y.y. kaçırmış olduk. Modern Türk milliyetçiliğini; din devlet, aydın halk, devlet millet, batı doğu eksenli gerginliklerin çözümü noktasında tarihi misyonuna uygun bir
şekilde yeniden yorumlayıp dizayn etmeliyiz. Bu siyasi ve sosyal meselelerin çözümü ancak modern Türk milliyetçiliği ile mümkün olabilir. Türk milliyetçiliğini köklerindeki sosyal bilim ve analitik düşünce geleneği içinde yeniden değerlendirmeli ve harekete geçirmeliyiz. Emperyal bir milliyetçiliği şiar edinmeli ve ülkemizi Avrasya coğrafyasının en büyük gücü haline getirmeliyiz. Oluşturacağımız demokratik devlet modeliyle Türk dünyası ve diğer Asya toplumlarına örnek teşkil edecek bir değişim gerçekleştirmeliyiz.


İbrahim DİLMAÇ :1970 Rize – Ardeşen doğumlu.  Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F çalışma ekonomisi bölümü mezunudur. Çeşitli yerel dergilerde yazı, makale ve bildiriler yazdı. Halen Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nce yayınlanan Ülkü Ocağı dergisinde yazmaktadır  ve serbest meslek sahibidir.

İsmail Gaspıralı, Eğitim ve Öğretim Problemleri


Prof. Dr. Şükrü ELÇİN

Fikir ve aksiyon adamı merhum İsmail Gaspıralı’nın Eğitim ve Öğretim üzerindeki düşünceleri ile hizmetlerini ele almadan Önce Türklerin 19. asra kadarki kültür hayatlarına kısaca bakmakta fayda vardır.

Birbiriyle ayrılmaz bir “bütün” teşkil eden eğitimle öğretim, insanoğlunun dünyaya geldiği günden itibaren karşılaştığı bir kültür ve bilgi faaliyetidir. Cemiyet içinde tarihî devirlerin şartlarına göre devam eden ve sosyal bünye ile orantılı hayatî fonksiyona sahip bu faaliyette anne başta gelen bir eğitimci ve öğreticidir. O, anneden gelen kültürle yüklendiği mesuliyetin idrâki içinde çocuğunu emzirir, yıkar, giydirir, hastalıklardan korur, dolayısı ile dilini öğrenmesine yardımcı olur. Sonunda çocuk evde ve cemiyette din, sanat, ahlâk, ekonomi gibi değerlerin havasında sosyal bir hüviyet kazanır. Biz bu sosyalleşme işine eğitim, eski tabirle terbiye diyoruz.”

İsmail Gaspıralı’nın 1884’lerde kuracağı modern mekteplerde ileride ana olacak kızların da okutulması fikri bu düşüncelere dayanacaktır.

İşte, insanı çevreleyen dil, din, ahlâk, estetik ve menfaat bağları ile bütün dünyada örneklerine benzer şekilde Türklerin de üç kıtada bir takım devletler kurduğu malûmdur. Bu devletler içinde yaşayan Türklerin hayatında maddî ve manevî bilgiler yeni nesillere sözlü gelenekle aktarılıyordu. Zaman içinde nüfus çoğaldı, hudutlar genişledi. Siyasî münasebetler arttı. Kültürün ve haberin intikali zorlaştı. Her kavimde olduğu gibi okuma-yazma zarureti bundan doğdu. Bu ihtiyacın anahtarı alfabe idi. Türkler bu alfabeyi kendi damgalarından yaptılar. Orhon veya Kök Türk adını alan bu alfabe Türk hançeresinden çıkan bütün sesleri ifadeye elverişli bir karakter taşıyordu. Bu alfabe ile yazılan kitabelerin en mükemmelleri 8. asra aittir. Siyaset, hukuk ve askerlik kavramlarını nesir dili ile söyleyecek bir seviye gösteren  âbideler,  cemiyette okuma-yazma  ananesinin açık bir delilidir.

Uygurların da kendilerine mahsus alfabeleri ile kültür hayatındaki hizmetleri devam ederken Türkler İslâm dini ile karşılaştırılan Bu yeni dinin kitabı Kur’an’dı. Arap harfleri ile kaydedilmişti. Türkler de müslümanlığı kabul etmiş diğer kavimler gibi dinin tesiri ile kendi alfabe sistemlerine uymayan Arap alfabesini kabul ettiler. Türk ülkelerinde de camiler, medreseler kuruldu.

Orta Çağ’da geniş halk kütlelerinin eğitimine fazla eğilmemekle beraber, medreseler, hür düşünceye açık, fanatizmden uzak bir karakter içinde idi. Eski yunan filozoflarının ortaya koyduğu müsbet fikirlerin tartışıldığı bu manevî havada Türk medreselerinde çalışan ilim adamlarının da insanlığa değerli eserler kazandırdıklarını görüyoruz. Matematik’te Hârezmî (ölümü: 850) ile Aristo ve Eflâtun’u yakından inceleyen mantıkta ve siyaset felsefesindeki görüşleriyle Avrupa’da da tanınan Fârâbî (870-950) ilk müjdecilerdir. Sonraları, tıp, fizik, astronomi ve felsefeye dair eserleriyle İbni Sina (980-1037) ve Beyrunî (970-1051) yetişti. Nihayet Uluğ Bey (1384-1449) en büyük astronom olarak şöhrete ulaştı.

Naklî İslâm ilimleri dışında yalnız pozitif ilimler ve felsefe ile uğraşan adlarını zikrettiğimiz bir kaç Türk ilim adamının bile ortaya koyduğu eserler dikkate alındığı takdirde Orta Çağ Türk medreselerinin ulaştığı seviye ortaya çıkar.

Medreseler, maalesef 15. asrın ortalarından itibaren akla dayanan pozitif ilimlerden uzaklaşmağa başladı. Öğretmekte olduğu nakit ilimlerle uğraşırken kendisini kör bir fanatizme, bilgisizliğin, ezberciliğin, şekilciliğin karanlığına bıraktı, ilerlemenin akla, mantığa, tecessüs Ve gözleme dayandığı unutuldu. Medreseliler, eski üstatların bilgilerini tekrardan ileri gidemediler. Buna karşılık Avrupa milletleri, Rönesans’tan itibaren pozitif ilimlerin ışığında yeni tekniğe bağlı bir eğitim ve öğretime geçtiler. Orta Asya Türkleri ve hatta bütün Türkler bu yeni, teknik, eğitim ve öğretimden zamanında nasibini alamadı. Kültür ve medeniyetimize zarar veren bu durum, siyasette dağılmaya ve bilinen problemlerin doğmasına sebep oldu.

İşte bu üç asırlık maddî ve manevî kayıp ve ıztırapların zemininde 19. asrın sonlarında konumuzun kahramanı İsmail Gaspıralı Kırım ufkunda bir ay gibi, bir yıldız gibi, bir güneş gibi doğdu.

Hiçbir mübalağaya kaçmadan vasıflandırdığımız ve Unesco’nun geri kalmış kavim ve milletlere yaygın eğitimde yol gösterici örnek insan olarak tanıtmasını beklediğimiz İsmail Bey’in hizmetlerini tahlil edebilmek için kısaca hayat hikâyesini gözden geçirmekte fayda vardır.

Gaspıralı, orduda subay bir babanın oğlu olarak 1851 yılında Avcıköy’de doğar. Ailece 1854’te Bahçesaray’a yerleşirler. On yaşına kadar ilkokula devam eden küçük İsmail’i Akmescit jimnazına gönderirler. Bu jimnazda iki yıl kalır. Sonra Varonej askerî okuluna devam eder. Oradan da Moskova askerî lisesinin öğrencisi olur. Bu lisede dindaşı Mustafa Mirza ile tanışır. O sırada Osmanlı Devleti sınırları içindeki Girit’te isyan vardır. Okuduğu lisede huzuru yoktur. Türklere karşı Kuşçuluk ve islâvcılık düşmanlığı körükleniyordu. Bu fanatik hava içinde tatilini okulda geçirmek yerine Türk kardeşlerine yardım için Odesa yolu ile İstanbul’a gitmeğe karar verir. Pasaportu olmadığından yakalanır. Artık liseye dönemez. Zincirli medresesine Rusça hocası olur. Bu sırada fikrî faaliyetini geliştirir. Şostov ailesinin kütüphanesinde mevcut Rus edebiyatı ile siyasî ceryanlara dair kitaplar okur. Ekonomi ve sosyal problemleri inceler. Rusya’da tatbik edilen garpçılık ceryanı ile halka doğru gitme yolundaki çalışmaları öğrenir. 1869’da Yalta’daki Dereköy okuluna öğretmen olur. 1871’de Türkiye’ye giderek subay olmak ister. Bu teşebbüsü gerçekleşmez. Paris’e gider. İki yıl kalır. Fransa’da kültür ve pedagoji yayınlarını takip, eder. 1874’te İstanbul’a döner. Yazarlık hayatına başlar. 1875’te Kırım’a döner. 1878’de Bahçesaray Belediye başkanı olur. 1882’de Usul-i Cedid mektebini açar. Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Hindistan’a, Çin’e, Mısır’a seyahatler yapar. Nihayet 11 Eylül 1914’te hayata veda eder.

Ana hatları ile çizdiğimiz biyografisinden de anlaşılacağı üzere İsmail Gaspıralı küçük yaşta Türk-İslâm aile, terbiye ve cemiyet kültürü içinde yaşarken kendisine yabancı hayat ve kâinat görüşünü Rus okulunda tanımağa başladı. Bu okullarda Türk düşmanlığına dayalı İslâv-Rus fanatizmi ile akla, tecrübeye ve muhakemeye yer veren Batı usulü bilgilerle karşılaştı. İlkokul öğretmeni Hacı İsmail Efendi’nin ve subay babasının tesiri ile akı kültür ve medeniyetin okullarını mukayeseye başladı. Türk okulları mazide kalmış bilgileri öğretiyordu. Skolastikti, hayattan uzaktı. Pozitif ilmin neticelerinden faydalanan Rus eğitim ve öğretimi akla, mantığa, hayata uygundu. Öğrendiği Fransızca vâsıtasiyle Batı medeniyetinin müsbet -menfî taraflarını öğrendi. Yaygın eğitimin, okuma-yazmanın imkânlarından faydalanan insanların yaşadıkları hayatı gördü. İçinde yaşadığı Türk�İslâm cemiyetinin bu yeni kurtarıcı medeniyette yer almasının, onun nimetlerinden faydalanmasının dâvasını basın tarihinde büyük bir hâdise teşkil eden Tercüman’ın 1906 yılının 9’uncu sayısında Danyal Bey’in ağzından şöyle hülâsa eder:

“Milletin hâline âşinâ olmadıkça, millete hizmet mümkün olmayacağını anlamasiyle Danyal Bey bu cihetten ilim ve marifeti artırmağa karar verüp milletin arasına atıldı. Köy düğünlerinde, derviş ve ulemâ meclislerinde, beyler ve ağalar ziyafetlerinde, medrese hücrelerinde ve şâir içtimalarda bulunup az söyleyüp, çok dinleyüp bir sene kadar amelî dersler aldı. Her sınıfın yahşi taraflarını ve uygunsuz hallerini öğrenüp millî zâfın neden ibaret ve milletin neye muhtaç olduğunu anlamıştı. Ne işlemeli, işi nereden tutmak, sönmüş kalpleri ne ile yandırmalı, basireti kesmiş perdeleri ne ile kötermeli (kaldırmalı), gaflet sahrasında serilüp kalmış koca bir milleti ne ile ayağa kaldırup turguzmalı (kaldırmalı) gibi suallerle hayli zaman uğraşmıştır.”

Yine Terakki adlı bir makalesinde İsmail Bey: “Hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır; bu karanlıkta fenere benzer. Buna maârif, yâni bilük (bilgi) derler.”

Hakikat mecmuasındaki bir şiirinde:

Hünersizlik yakışmaz bizim millete

Bin kılıçka bir kalem dâima galiptir

der.

İsmail Bey kültürde halkçılık program ve beyannâmesi karakterini taşıyan bir fikir muhasebesinden sonra Kırımlıların maddeten ve manen kalkınmasında pragmatik bir görüşle işe alfabeden başlamak lâzım geldiğini anladı.

Daha önce arz ettiğim gibi 10. asırdan beri kullanılan Arap alfabesi Türk mantık, muhakeme ve zevkinden çıkmış bir alfabe değildi. Bu alfabede lüzumundan fazla sessiz harf vardı. Bir kaç harfi tek bir işaretle göstermek gibi yetersizlikler yanında sesli işaretlerinin Türkçe sesli sistemini karşılamadığı açıktı. Ayrıca bu alfabede harflerin başta, ortada ve sonda ayrı şekillere girmeleri işaret kalabalığına yol açıyordu. Bir çok harflerin şekilleri, gövdeleri aynı olduğu halde bunlar noktalarla ayrılıyordu.

İşte bu ve buna benzer hususiyet ve aksaklıklar medrese veya onlara bağlı okullardaki alfabe öğretimini zorlaştırıyor, uzun zaman kaybına sebep oluyordu. 5-6 yıl süren ve yazma alışkanlığı da kazandırmayan bu sistem yüzünden yaygın eğitime ve öğretime gidilememişti.

Gaspıralı, “Kırım’da ilk tedris ve terbiyenin olmadığını gördüm, dinî mekteplerimizin korkunç geriliklerini, somadan Zincirli medresesinde gördüm ve bu esasların islahı lüzumuna iman ettim” der.

O, büyük bir cesaret ve irâde ile Usûl-i Cedid (Yeni usul) adını verdiği mektepte 1884’te usûl-ı savtiye (sesli harfler) esasına dayanan alfabeyi tatbik etti. Fanatik çevrelerin reaksiyonlariyle karşılaştı. Yazılarında ve sohbetlerinde iskolastik usûlü tenkidi medreselilerin hoşuna gitmedi. O, ailenin kadın ye erkeklerden kurulu bir topluluk olduğuna inanıyordu. Bu, aslında Batı zihniyeti mânasına gelen Usûl-i Cedid ocağında kızların da okumalarının şart olduğu kanâatini telkine çalıştı.

Başlangıçta maddî ve manevî zorluklarla karşılaşan İsmail Bey İslâm âlemini bu yoldan, uyandırmak için Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Mısır’a, Hindistan’a, Çin’e seyahatler yaptı. Gerileme sebeplerini anlattı. Usûl-i  Cedid’i yaydı.  Türkiye’deki  aydınlarla  temasını sürdüren  İsmail Bey tarihî vazifesini tamamladı.

Büyük fikir adamlarımızdan Yusuf Akçora “Hiçbir kimse dâvasını sebat ve ısrarla onun kadar nazariyatta takip ve fiiliyatta tatbike çalışmamıştır” derken haklı ve isabetli bir gerçeği ortaya koymuştur.

Bütün hayatı boyunca, hususiyle meşhur Tercüman gazetesinde “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” prensipini ortaya koymak suretiyle halkının medenî bir seviyeye ulaşması için 35 yılını, hiçbir mükâfat beklemeden, seve seve harcayan terbiyeci, fikir ve dâva adamı, gazeteci, yazar ve şâir İsmail Gaspıralı yeni nesillerin örnek alacağı bir şahsiyettir.

Doğmuşum Avcıköy’de  1851’de

Mekânımdır Bahçesaray mezarım kim bilir nerde

diyen büyük insana şöyle diyorum: Sen, Türk milletinin kalbindesin.

Akmescit 1991