İsmail Gaspıralı *
[2-]TENKİT
[ İlâve-i Tercüman, 2 C. Evvel 1313 / 8 Oktyabr 1895, No: 38, s. 38 ]
Beş on senelerden beri İstanbul’da neşrolunmuş edebî kitapların hemen bir nısfı tercüme romanlardan ibarettir. Bunların tesir ve hizmet ve mahiyyet-i edebiyyesi nedir?
Burasını tayin etmeli. Roman ve bâ-husus “tercüme” edilmiş roman saat geçirmek, gönül eğlendirmekten ibaret olamaz. Tercüme edilen bir roman, okuyanın tenvir-i efkârına ya ki, terbiye-i hissiyyatına veya ki tevsî-i malûmatına hizmet edecektir. Buna göre edebiyyatın roman kısmı üç büyük tarzda kaleme alınmaktadır. Biri “efkârî roman”lardır ki, maişet ve münasebat-ı insaniyyenin oldukça daha güzel suretlerini beyan ve tasavvur eder. İkincisi “ruhanî roman”lardır ki insanların ahval-i ruh ve hissiyyatlarını keşf ve beyana hizmet eder ve üçüncüsü “fennî” ya ki “tarihî” romanlardır ki okunması yüngül ve heveslendirir surette vukuat-ı tarihiyyeden veya ki hakikat ve tasavvurat-ı fenniyyeden haber verip tevsî-i malumata hizmet eder. Bu üç büyük kısım haricinde yazılmış bazı romanlar daha bulunuyor ise de bunlara “roman” demek pek de caiz değildir. Falanca Jozefina�nın falanca Alfred ile olan muaşakasını veya ki bizim Fatmalardan birinin, bizim Süleymanların birine yaşmak arkasından çektiği âh ve vâhları hikâye etmek roman yazmak değildir.
Romancı güzel ve işlek bir kalem sahibi olduğundan maada yazacağı romana göre ya efkâr çeşmesi ya ahval-i ruh ehli ya ki mevadd-ı fenniyyeyi sadeleştirmeye mahir olmalıdır ve bunun ile beraber az görüp çok anlamaya ve her gördüğünü ve fikrettiğini resimci gibi fakat fırçasız(1) yalnız dil ve yazı ile ayan beyan etmeğe istidadlı olmalıdır. Bunun içindir ki Takerey [Thackeray], Viktor Gugo [Victor Hugo], Spilgagın [Spielhagen], Graf Tolstoy, Filamaryon [Flammarion], Jul Vern [Jules Verne] gibi romancıları taklit edenler “romancı” olmayıp güzel yazabilseler dahi “hikâyeci” payesinde kalmaktadırlar.
Büyük romancıların romanları her lisana tercüme ediliyor yani bunların yazdıklarından akvam-ı muhtelife istifade edebiliyor. Bunların verdiği efkârdan, keşfettiği hissiyyattan ve açtıkları hakikatten her taraf insanları hisse ve ibret alabilir; çünkü ya efkârları şu kadar parlak ve meydandadır ya ki hissiyyatları ve resimleri şu kadar derin ve umumîdir ki âdetler ve usul-i maişetler ile tefrik olunan insanların kalpleri köşesinde mestur kalmış umumî beşer vicdanına ve hissiyyatına kalem ve nüfuz işletirler. Gugo’nun [Hugo’nun] “Sefiller”inde bulunan eşhas Anadolu’da bulunamaz fakat bunların canları ağırdığı ve şadlandığı[2] gibi ağlar ya şadlanır canlar bulunur.
Meşahir-i üdebanın yazdığı romanların tercümesine ve okunmasına cevaz ve münasebet olduğu derkardır, lâkin ecnebî âdi romanların tercümesine lüzum göremiyorum. Pol de Kok, Gaburyo ve hatta Emil Zola [Emile Zola], Pol Burje [Paul Bourget] gibi romancıları Türklere takdim etmede bir istifade göremiyorum. Bunlar sayesinde Avrupa’yı, maişet-i garbiyyeyi medeniyyet-i hazırayı, efkâr-ı âliyyeyi tanıyacaklar ise tanıyamazlar. Bunları okuyup eğlenecekler ise bunlardan aşağı derecede addolunan “millî hikâyeler”i okutmak daha efzaldir.
(İlerisi var) İsmail
İkinci Bahis (*)
* 38. Numeronun ilâvesine bak
[ İlâve-i Tercüman, 16 C. Evvel 1313 / 22 Oktyabr 1895, No: 40, s. 42 ]
Evvelki bahsimizde âdi ecnebî romanlarını okumada ehemmiyyetli bir fayda olmadığını söylemiştik. Bu fikrimiz taassuba ve emsaline isnad edilmesin. Mir Ali Şir Nevaî, Fuzulî, Hafız ve Sadi ne kadar muteber iseler garbın Şekspir’i [Shakespeare], Gugo’su [Hugo], Şilleri [Schiller], Puşkin’i indimizde şu nisbette muteberdir. Meşahir-i üdebanın umum-ı âlem-i insaniyyete rehber makamında olduklarını inkâr etmiyorum ancak saylanmayup[3] bayağı roman tercümelerini yağmur gibi yağdırmaya -raison d’etre- yol göremiyorum.
Ecnebî romanlarının ondan sekizinde rastgelmekte olduğumuz mayaların birine dikkat edelim:
Mösyö Şarl zengin ve terbiyeli bir tüccar ya ki sarraf ya ki çorbacıdır. İkinci defa evlenmek üzere 18 yaşında olan Jülyete’yi alır. Bu kız ya mektepte ya manastırda nazik bir terbiye görüp cümle evliyaların ve Muhit-i Kebir adalarının isimlerini tahsil etmiş ise de ömrü ve hanesi için lâzım olan malumatlardan bî-behredir. Piyano çalar, şarkı söyler fakat “süt” ve “su” nedir bilmez. Balolarda orçık[4] gibi çevrilir. Eline kaşık alıp kazan ve ocak başında bir iş göremez… Amcası ya halası Mösyö Şarl şöyledir, böyledir, paralıdır, durgundur, ona varmak lâzımdır; bahtlı olursun dediğine göre heveslenip Jülyete Şarl’a muhabbet yüzü gösterip varmıştır. Vakıa bir iki aya kadar aralarında muhabbete veya ki muhabbete uşar[5] bir hâl devam etmiştir.
Fakat şu aylar içinde Jülyete bir hayli ilim öğreniyor. Mösyö Şarl’ın cismen ve ruhen ne olduğunu ve ona nisbeten hane aşinalarından ve dostlarından Mösyö Ferdinand’ın ne kadar ilerüde olduğunu görür, bilir. Mösyö Ferdinand�ın otuz yaşlarında yani kemal çağında olduğu Jülyete’ye bir kat daha tabiî tesir edip başında bazı fikirlerin cereyanına ve kalbinde bazı hissiyyatların doğmasına bais olur.
“Benim Şarl’ım Mösyö Ferdinand gibi olmuş olsa idi, daha güzel olur idi; Şarl fena adam değil ama Ferdinand daha iyi görünüyor; Şarl beni seviyor, fakat Ferdinand’ın muhabbeti daha derin daha ateşli olsa gerek… Bu gibi ziyansızca fikirler yavaş yavaş hücum ederek Jülyete’nin metanet-i kalbiyyesine sakat vermektedir.
Mösyö Ferdinand ise dostu Şarl’ın genç kadına pek de refik olamayacağını fikre alır, güzel ve cilveli Jülyete ile mükâlemeden, görüşmeden lezzet alır. Gelir gider. İbtida Mösyö Şarl hanesinde bulunduğu vakitlerde gelir; ba’de Mösyö Şarl bulunmadıkta sohbetler daha parlak daha lezzetli geldiğini hissedip mahsus tenhaca görüşmeleri arzu eder. Bu arzu Jülyete�nin keyfine dahi muvafık gelir. Gittikçe münasebet ilerler; Mösyö Ferdinand ile Jülyete arasında muhabbet ya ki muhabbet gibi bir his meydan alır… Bu noktadan itibaren Jülyete bir türlü Mösyö Şarl ikinci türlü ve Mösyö Ferdinand üçüncü türlü kalp marazına uğrarlar. Birinin hissiyyat-ı kalbiyyesi sadakat ile diğerinin kin ve şüphe ile; Ferdinand’ın kalbi dostuna karşı irtikap edeceği aşağılık ile uğraşmaya başlar. Her üçü ağrı ve ıstırap çekerler. Nefsleri ve istekleri ile iddia ederler. Birbirinden hâllerini setrederler, kalblerini zabta çalışırlar fakat dağdan aşağı kurtulmuş suyun yolunu kesmek güç olduğu gibi hissiyyata mukavemet edilemiyor. Jülyete Ferdinand’a teslim olur; biraz vakit Mösyö Şarl işin bu derecelere vardığından haberi olmaz; Jülyeteciğim sadıkadır diye muhabbette ve emniyette bulunur. Naz ve hürmetini artırır. Kendisini beğendirmeğe gayret eder; elli beşte iken otuzluk olmak ister. (İlerisi var)
İkinci Bahis (*)
* 40. numeronun ilavesine bak.[6]
( Tercüman, 23 C. Evvel 1313 / 29 Oktyabr 1895, No: 41, s. 44 )
Bir hayli zaman böyle geçer. Ba’de işi anlar. Odasına kapanır, düşünür, taşınır, ne yapmayı bilmez… İşi meydana verirse sevdiği Jülyete’yi mashara ve bedbaht etmek lâzım gelir; seviyor… sükûta karar verip işi zamana havale ediyor; bir gün olur Jülyete hatasını görür; zevcin kadr ve kıymetini bilir. Ferdinand’ı terkeder; eski dost daha hayırlı olduğunu anlar; muhabbeti tecdid ve daha âlâ olur fakat bu kadar felsefeye, bu kadar sabra bakmayıp kalbi ağlıyor, zehirleniyor; ara sıra tenhada Mösyö Şarl’ın gözlerinden yaş geliyor. lâkin bîçare adamcağız bildirmeyip Mösyö Ferdinand’a dostluk, Jülyete’ye muhabbet yüzü göztermeye kendi kendini mecbur ediyor.
Bu üç eşhasın ahval-i kalbiyyesinin tasavvuru koca bir roman oluyor. Okuyanlar bunların hâlini fikr ve mülahaza ediyorlar. Her biri bir türlü tesir alıyor, hükmediyor… Böyle bir romanı okuyan ehl-i şark ne gibi his çeker ve hükmedebilir?..
Vakıa mezkûr eşhasın ahval-i kalbiyyeleri pek müşkildir, pek naziktir. Avrupalı nazarında Mösyö Şarl’ın sabır ve merhametinde “büyüklük” ve “insanlık” görülür ama böyle mi? Madem ki Jülyete’de muhabbet kalmadı; madem ki hıyanete kadar tenezzül etti, yola gelmedi -hürriyyeti eline verip geri çekilmek daha tabiî ve binaenaleyh daha insaniyyetli olmaz mıydı?
Bu yolda romanların ehl-i şarka verecek dersi, edecek hüsn-i tesiri nedir? – Hiç! Tabiatlara mülaimet, ahlâka süs, maişete imtisal olabilir mi? Hiç.
Hissiyyat-ı kalbiyyeden, psikolojiden ders vermek lâzım ise ehli elinde millî vak’alar ve maişet şu kadar büyük sermaye olabilir ki yazmak ile tükenmez. Roman yazmak için eşhası mutlak balolara, millet bahçelerine, tiyatrolara götürüp getirmek lâzım değildir. Paris fahişesinin başına gelenden hayrette kalıyoruz; bunun ıstırab-ı kalbiyyesinden gözümüze yaş geliyor. Bursa ve Eskişehir Fatmalarının hâlini yazan, hissiyyatlarını beyan eden edib-i kâmil bulunur ise Dumaların, Zolaların kalemlerinden dökülen madama-lardan daha ziyade ibretli ve tesirli ders alınabileceği şüphesizdir. Maişet-i şarkiyye roman suretinde tasavvur edilmez zannında olanlar çoktur lâkin yanlış zannediyorlar. Şurası çok gariptir ki bazı Osmanlı muharrirleri eşhası Frenk, âdat ve nazarları efrencî romanlar yazıyorlar güyâ Avrupa’da romancı az olmuş da şarktan istimdat istemişler.
(İlerisi Var)
( Dördüncü Bahis )
[ İlâve-i Tercüman, 30 C. Evvel 1313 / 5 Noyabr 1895, No: 42. s. 46]
Meşahir-i üdebanın kaleminden dökülmüş hakikat büyük eserlerden maadasının garp lisanlarından şark lisanlarına tercümede istifade görme-diğimizi söylemiştik. Fransız romanlarının cümlesi Nemselerin ve İngiliz romanlarının cümlesi İspanyolların mizacına muvafık gelmediği hâlde ehl-i şarkın mizacına daha ziyade gelmeyecekleri sade bir hakikattir zannederiz. Binaenaleyh tercümelere sarfedilen mesai millî hikâye ve roman yazmaya verilir ise daha güzel olacağı bedîhîdir… Herkes romancı değildir; herkes roman yazamaz… Evet, böyledir ama bunun için herkese tercümelere bel bağlamak lâzım gelmez; güzel fakat faydasız bir tercümeden ise o kadar süslü olmayan lâkin faydalıca bir millî hikâye yazmak efzaldir. Bunlar, bu hikâyeler neden bâhis olabilir? Maddeler pek çoktur. Meydanınız pek büyüktür. Tarih, hâl ve istikbal maişet-i Osmaniyye ve İslamiyye şu kadar facialı, şu kadar dalgalı bir meydandır ki ne kadar yazılır ve araştırılırsa tükenmez. Tekrar edelim: Roman ve hikâye yazmak için eşhası mutlak aşhaneli bulvara ya ki piyanolu salona çıkarmak lâzım gelmez; Kemal Bey’in “Cezmi”sinde Mehmet Murat Bey�in “Turfanda”sında bulvar, balo, salon, otel odası, şehir postası, aktris falan yoktur, fakat bunların birinde bulacağınız efkâr-ı tarihiyyeyi ve diğerinden anlayacağınız efkâr-ı âliyyeyi kırk tercümede bulamazsınız. Mesela Ertuğrul’un zuhuru; Ankara vak’ası, Çaldıran zamanı, Viyana muhasarası, Cem Sultan faciası, Yunan ve Mısır âsiyânı müstakil üçer beşer roman olabilir.
Ruhanî (Psikolojik) roman istiyorsanız -mesela esir satılıp gelmiş Gürcü zadegân kızının veya ki kündeşinden[7] yoksa göze girmiş cariyeden verem döşeğine girmiş hanımın hâlinden, kocası Girit’te, büyük oğlu Karadağ’da, ikincisi Plevne’de düşmüş, Anadolu Fatmalarının binde birinin ahvâl-i ruhaniyyesinden, efkârından vesair hâlinden bahsederek keşf ve resme nâil olsanız ne ibretli, ne dehşetli, ne tesirli şeylerin üstünü açmış olursunuz ki okuyan hakikat istifade eder; düşünmeye ve vicdanı ile mükâlemeye mecbur olur.
Rumeli’nin, Anadolu’nun her bir kariyesi koca bir hikâye teşkil edebilir. Sade şeylerdir diye geçmeyiniz: Dikkat ve tefekkür buyurursanız görürsünüz ki maişet-i Osmaniyye asırlarca gece gündüz devam eden en parlak bir hikâyedir; en dehşetli bir faciadır, en güzel bir tarihtir. Bunların içinde hakîki eşhas olarak nice nice kahramanlar, büyükler, sadıklar, ganiler, alçaklar, görünmeyip ağlayanlar vardır ki keşf ve resm ve beyan edilmelidir; edebiyyatın esası tercümeler olamaz, millî hikâyedir. Lisan ve efkâr ve muhabbet-i milliyyeyi terakkî ettirecek, süslendirecek ve tabiat ve ahlâkı terbiye edecek millî hikâyelerdir. Bunlara çalışmak ehl-i kalemin borcudur; milliyyet ve kavmiyyet rengi edebiyyatın şerefidir.
[İlâve-i Tercüman , 28 C. Ahir 1313 / 3 Dékabr 1895, Sayı: 44, s. 50]
Avrupa lisanlarında kullanılan “kritik” ya ki “kritik” (critique) lugatini Osmanlı yazıcılarından bazıları “tenkit” ve bazıları “muaheze” sözü ile tercüme ediyorlar. Bize kalırsa “muaheze”den ziyade “tenkit” lafzının istimali daha haklıdır. Lâkin en münasibi lugatin Türkçesini bulup ya ki kabul edip kullanmaktır.
Türkçe’de “kritik” sözü bulunur mu? Bulunmuyor ise bulundurmalı. Malûm bir hükûmetin hâl ve terakkî�i askeriyyesine dikkât ve lâzım malumatın cem’i için elçi-hane heyetine koşulan askerî memura “ateşe militer” ve hâl ve terakkî�i bahriyyeyi gözetmek için tayin olunan memura “ateşe neval” diyorlar… Fransızlar bunlara bakıp, bilmem neden, böylece söylüyorlar… Türkler, hâlbuki Türkçe söyleseler mümkün idi. Hem daha münasip olur idi. Meselâ ateşe militere “vekil�i askerî”, ateşe nevale “vekil�i bahrî” denilse câiz olmaz mıydı; ama bu da Türkçe olmaz deseniz, “Türkleşmiş Arapçadır”, diyeceğim; istiklâl�i lisaniyye ve haysiyyet�i kavmiyye nazarından Türkleşmiş Arapça çibçi[8] Fransız ıstılahından efdal olduğu herkesçe teslim edilir.
Gelelim “kritik” sözüne. Buna bir Türkçe uydurmak için sözün ne olduğunu tayin etmeli.
Bir eser�i edebiyyenin ve bazan dahi bir insanın amel ve işinin mahiyyetini[9] tayin ve zahir eden mülahazaya ve mütalaaya “kritik” derler. Kritik demek bir eserin ya ki bir işin yalnız fena cihetini, kusurunu, hatasını açmak değildir. Derece�i edebiyyesi veya ki mahiyyeti[10] umumca anlaşıl-mayan bir eserin ve ya ki amelin hakikat�i hâlini keşf ve izhar etmek kritik ameliyyatı dairesindedir. Umum indinde rağbetsiz ve metrûk kalmış bazı eserler mülahaza�i kritikiyye sayesinde meydana çıktıkları ve meşahirden biri bir kritikçi kaleminin zehri ile kapkara edildiği hâlde diğer bir kritikçinin daha derin daha etraflı mütalaatı ile hürmet meydanına konulduğu görülmektedir.
Binaenaleyh “kritik” vazifesi her eserin mahiyyet�i[11] hakikiyyesini tayin etmekten ibaret oluyor; bu hâlde buna Türkçe bir isim vermek mümkündür zannederim. Hakikî ağırlık “çeki” ile, mesafe ve meydan “ölçü” ile tayin olunur. Eser ve iş dahi çekiye ve ölçüye gelir ve bundan böyle şu nazik “kritik” lafzını (ölçü ya çeki) sözleriyle tercüme etmek istiyorum. Kaba gelir ama kullanılmadığından kaba görünüyor, zatında kaba değildir.
Bu dediğimi çekiye alınız; hakkım olup olmadığını fikre çekiniz, eğer çekiniz doğru olup yanlışım çeki ile meydana koyulur ise bu çekinizden çok razı olurum.
(İsmail)
İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri
(1) Metinde “furcısız” şeklindedir.
[2] Metinde “şadlendigi” şeklindedir.
[3] saylanmak: seçilmek, ayıklanmak.
[4] orçık: iğ, mil
[5] uşamak: benzemek, uşar: benzer
[6] Aslında “3. bahis”tir, kayıt yanlış konulmuş.
[7] kündeş: kuma
[8] Metinde “çib çi” şeklinde. “çip çiğ” olmalı (?)
[9] Metinde “maiyet” şeklindedir.
[10] Metinde “maiyet” şeklindedir.
[11] Metinde “maiyet” şeklindedir.
* Derleyen: Prof. Dr. Yavuz AKPINAR , Yayınlandığı Yer: Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, IX, İzmir, 1998 s. 87-115 (Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları)