İsmail Gaspıralı *
[12-] OSMANLI GAZETELERİNDEN
[ İlâve-i Tercüman, 28 R. Evvel 1314 / 25 Ağustos 1896, No: 33]
Neşrinden evvel suret-i ilânı hususunda muaheze yollu bazı mülâhazalar dercettiğimiz ve şimdi “Sabah” gazetesinde tefrika edilmekte olan “Güller Dikenler” nam roman tamam olmadığı hâlde hakkında bir fikir peyda etmek güç olduğu sırada şimdilik romanın lisanı sade ve tasavvuratı mükemmel ve tabiî olduğunu söyleyebiliriz. Elimize yetişmiş üç beş parçasına göre güzel hikâyelerden addedileceğini tahmin ederek muharririni tebrik ederiz.
[imzasız]
[13-] MUAHEZE
( İlâve-i Tercüman, 9 Zi’l-ka’de 1314 / 30 Mart 1897, No: 13)
Edebiyyat�ı şarkiyyenin şiir, hikâye, durub�ı emsal,[i] letaif, medhiyye, mersiye, hiciv gibi aksamı evvelden beri mevcut olup roman, facia ve komedi gibi aksamı bu devirde zemmedildiği hâlde işbu aksam�ı edebiyyenin birincisi değil ise de en mühimi addolunacak “muaheze” kısmı her nasılsa meydan almayıp kalmıştır. Hicv bir dereceye kadar muaheze işini görmekte ise de muaheze sayılmaz. Hicv yalnız noksandan kaba surette haber verir; muahezenin bundan esasen farkı iyi zannedilmiş fenanın üstünü açtığı gibi fena zannedilen iyiliği dahi meydana çıkardığıdır.
Muaheze, ister acı, ister leziz olsun keşf�i hâli ve hakikati izlemekten ve her şeyin mahiyet�i[ii] hakikiyyesini tayin etmekten ibarettir. Muahezeden edilen istifade muahizin kudret-i fikriyyesine ve mülahazat�ı hükmiyyesine bağlıdır. Kuvvetsiz muahiz saçma döker; kuvvetli muahiz büyük hizmet�i edebiyyede bulunabilir.[1]
Her işin, vakanın ve eserin mizanı olan “muaheze”nin şarkta yuva bağlamadığı[iii] ve meydanı yalnız sükût ile medhiyeye boş bıraktığı teessüflü hâllerdendir ki şarkın fikren durgunluğu muahezenin fıkdanından ileri gelmiştir zannederiz.
Avrupa’da efkâr uyanması muaheze doğduğundan sonra görülmüştür. Ehl�i malumata bunlar mestur değildir. Şark muharrirleri arasında muahezenin kadir ve kıymetini bilen çoktur. Ekser muharrirler bir ya iki garp dili bildikleri hâlde Avrupaca muahezenin ne kadar iş gördüğü ma’lumlarıdır, fakat bugüne kadar edebiyyat�ı Arabiyye, Türkiyye ve Farisiyye muaheze babından mahrum bulunuyorlar. Bunun aybı muharirlerde olmayıp “ahvalde” ve bir dereceye kadar da “görenek”tedir. Lâkin biraderler bizi afv buyursunlar cüz’î bir ayıp bizlerde yani yazı yazanlarda da vardır.
Farz edelim ki “ahvâle” galebe edecek kadar kuvvete malik göreneğe tâbi olmamak kadar cesaret�i medeniyye bulunmasın. Ahvâl ve görenek mani olmadıkları bazı sıralarda dahi muaheze yerine methiyye; “hayır” denilecek[iv] yerde evet efendim yollu kalem çekmek “kalem ayıbıdır” ve arasıra hatta “kalem hıyaneti” bile olabilir.
Uzunca bu mukaddimeden muradımız kısa bir arzudur: Eğer cümle muharrirler her yazdıklarında muahezeyi elde tutup her okuduklarını ve her ne görürlerse gördüklerini muahezeye çekip kalem oynatsalar şarkın ıslahına ve tecdid-i efkârına pek büyük hizmetler etmiş olurlar.
“Mekân ve zaman manidir” cevabı olur ise, kadrü’l-hâl yazmalı deriz, çünkü tünel ile geçilmez dağdan araba yolu ile geçilir; araba yolu yok ise at ve keçi sokağı ile aşmak mümkündür.
Yalnız âleme ve bu zamana hitaben değil gelecek zamanlara karşı yazı yazmak pek büyük bir şan olduğu herkesin malumudur. Doğruya doğru, eğriye eğri, fenaya fena, güzele güzel demek bu şanın esas-ı asliyyesidir. Böyle olmadıkça kalemde şan ve şeref bulundurmak belki mümkün olamaz. Ahval ve görenek söyletmiyor, manidir; evet ama sükût elimizde değil mi?
Falan adamın işi fenadır; ya ki filan eserin mevadd�ı münderecesi beş para etmez demeye müsaade ya ki cesaret yok ise şu adam, “böyle âlimdir, şöyle ganidir” ya ki mezkûr eser “gayet müfîd bir şeydir; her kütüphaneye yaraşır bir kitaptır.” diye hilaf�ı hakikat yazmaya bizleri mecbur eden kuvvet de bulunamaz. Sükûtta ihtiyar eldedir.
Mecmuaların birinde “falan prens[v] nihayet derece âlimdir; merhameti ve sehaveti meşhurdur; vatana hizmeti şayan�ı teşekkürdür, maarif�i milliyye muhabbeti ve maarifin intişarına hizmeti büyüktür” yolunda ibareler gördüğümde “âlim” olduğu neden malûm; merhameti, sehaveti ne ile müsbit, vatana hizmeti nedir ki vucuduna şükürler edilsin, maarife muhabbeti, bunun intişarına gayreti neden ibarettir, tesis ettiği mektepler nerededir, kendi cebinden okutup millete bahşeden çırakları kaçtır, kimdir, nerededir? sual-lerine cevap bulamadım. Hâlbuki delilsiz sözler sel suyu makamındadır; gelir geçer, faydası ve tesiri olmaz, zararı ihtimaldir.
Bu yolda tercüme�i hâlleri yazmamak “muaheze�i mesture” addolunur ve te’siri tembellerin, efkârsızların bir kat daha ileri gitmemesine sebep olur ve ahâlinin gözüne sade, ak maden gümüş olarak görülmez. Bu da büyük faydadır.
[14-] MECBURİ DEĞİL, LÂZIM CEVAP
[ İlâve-i Tercüman, 23 Zi’l-ka’de 1314 / 13 Aprél 1897, Sayı:15 ]
26. nüshamızda dercolunmuş “Muaheze ve Mülahaza”da bir muharrir yazdığını ve ya ki naşir neşredeceğini medhetmek ve böylece ileriye sürmek muvafık-ı edeb olmadığından bahsederek misal olarak “Sabah” gazetesinin “Bir İhtar-ı Mahsus”unu nakletmiş idik. Her ne kadar mülahazamız “Sabah” refikimize mahsus değil ise de “Bir Cevab-ı Mecburî” yazıp “Tercüman“ı şiddetlice sıkıştırmışlar ve ya ki sıkıştıracak olmuşlar… Buyurun, bakın ne diyorlar:
Gazetemize tefrika edilmekte olan “Güller-Dikenler” romanı henüz neşre başlanılmazdan evvel ale’l-usul mezkûr romanın mevzu ve mahiyetini beyan ile hakkında celb-i enzar-ı erbab-ı mütalaa için “Bir İhtar-ı Mahsus” yazmıştık.
Bu ihtar-ı mahsus her nedense Kırım�da neşrolunan “Tercüman” gazetesi sahib-i imtiyazının hoşuna gitmeyerek son nüshasında “Müaheze” ünvanı tahtında mâlâyaniden mürekkep birkaç sütunluk bir hezeyanname neşreylemiştir.
Tercüman gazetesi bir muharririn mahsul-ı kalemi bulunan bir romanın erbab-ı mütalaaya tavsiyesi için bir fıkra-i mahsusa yazmayı[vi] haysiyyet-i kalemiyyeden ayrılmak suretinde telakkî etmiştir.
“Medh ü senâ olmayan bir şeye muhayyilesinde öyle bir süs verip de gazetecilikte haysiyyet-i kalemiyyeyi[vii] her hâlde ondan ziyade bilen ve muhafaza edenlere ders-i edep vermek…”
“Sabah”ın cevabı daha uzundur fakat meseleye ait noktaları naklettiğimiz satırlardan ibarettir. Muahezemizde isti’mal ettiğimiz “birçok elfaz-ı galize”, “hezeyanname” ve “bir kahvehane peykesinde söylenilemeyecek” sözler ve “Tercüman” gibi bir gazeteci bulunmasından dolayı gazeteci bulunduğumuz için hakikaten müteessif ve mahcup olduk gibi hayırlı “Sabah”ın lisan-ı nazikânesinden sarf-ı nazar işe bakalım: “Sabah” refikimizin yazdığına göre “ihtar-ı mahsusî” medh ü senâ olmayıp yalnız romanın mevzu ve mahiyyetini erbab-ı mütalaaya beyandan ibaret imiş. Böyle ise pek güzel. Demek oluyor ki medh ü senâyı “Sabah” da biz gibi münasip görmüyor; binaenaleyh bir efkârdayız, fakat refikimizin yazdığı ihtarı anlamayıp sadece bir haberi medh zannedip yazı yazmış oluyoruz ki sersemliktir; kabul edemeyiz. Mezkûr ihtar budur; bakın “haber” mi “medhiyye” mi?
Yarından itibaren “Güller-Dikenler” namıyla millî bir romanın dercine ibtidar edilecektir. Esasını en sengîn dilleri müte’essir edecek müthiş, feci, esrarengiz bir cinayet, en hissiz gönüllere bile rikkat verecek saf, tabiî, lâhutî bir muhabbet teşkil eden bu roman gayet meraklı ve şayan-ı mütalaadır.”
Eğer yukarıda naklettiğimiz satırlara sade haberdir diyecek bulunur ise hiç teslim edemeyiz çünkü neşredilecek bir romandan erbab-ı mütalaaya haber vermek lâzım ise “falan hikâyecinin fennî (ve ya ki millî) ve ya ki (tarihe müstenid) falan romanıdır” demek kâfidir. Büyükçe âlem�i matbuatda “ale’l-usul” böyledir. Tenezzülen İngiliz, Fransız, Alman ve Rus matbuatına bir nazar edin; görürsünüz ki “falan romancının (mesela Zola�nın ya ki Şipilgagın[Spielhagen]’ın) yeni bir eserini dercedeceğiz” gibi haber ile iktifa edilmektedir. Lâkin ihtara “mezkûr eserde de naklolunan vakıalar şu kadar müthiştir ki erbab-ı mütalaanın yüreği çatlar; şu kadar gülünçtür ki güle güle ta Makri köyüne kadar koşar yollu beyanat ilave edilir ise helvacının bağırıp çağırmasına benzer.
Darlanmak, hiddetlenmek lâzım değil; gazeteci bulunduğunuzdan mahcup olmak da lâzım gelmiyor. Kaba veya ki hamalcasına lisanımız ile dediğimiz hakikât “bir adam kendi işlediğini veya ki yazdığını kendi medh ü senâ etmemelidir ve hatta hafi surette bile ileri sürmemelidir” diyoruz. Buna şark ve garp ve kendiniz de ittifakdırsınız. Binaenaleyh vazifeniz pek sadedir: Yazdığınız “ihtar” ihtar suretinde reklam ve medhiye olmadığını erbab-ı mütalaaya isbattan ibarettir.
Fennî bir eserin mahiyyet ve derecesi erbabı tarafından; edebî bir eserin tarz-ı ifadesi, usul�i tasavvuru, tesiri, hikemiyyatı, muahiz ve okuyanlar canibinden tayin olunmak umumî kâide�i edebiyyedir. Bahçesaray gazetesinin “malayani” “hezeyannamesi” değildir. Bana kanmıyor iseniz Sami Bey, Ahmet Midhat Efendi�ye ve Ebüzziya Tevfik Bey efendilere müracaata muhtarsız.
[1]
İsmail Gaspıralı Bey’in Edebî Tenkitleri
[i] Metinde “durub-ı misal” şeklindedir
[ii] Metinde “maiyet” şeklindedir.
[iii] Metinde “bağlemdigi” şeklindedir.
[iv] Metinde “dilnecek” şeklindedir.
[v] Metinde “perensin” şeklindedir.
[vi] Metinde “yazmanı” şeklindedir.
[vii] Metinde “kalemeyi” şeklindedir.
* Derleyen: Prof. Dr. Yavuz AKPINAR , Yayınlandığı Yer: Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, IX, İzmir, 1998 s. 87-115 (Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları)