Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene


İsmail Gaspıralı

Mukaddeme

Zamanımızda Avrupa medeniyeti dünyanın her tarafında intişar yolundadır. Zamanımızdaki hayli memâlik-i îslâmiyede, medeniyet-i garbiye arzusunda bulunup, tarîk-i terakkiye girmiştir. Zamanımızdaki İslâmlar arasında malumatlı adamlar çoğalmakta olup intişâr-ı medeniyet zımnında teşvikât artmaktadır. Bu medeniyeti mu’ayene ve muvâzene etmek ve ne olduğunu bilmek en lâzım şeylerdir, değil mi?

Bahusus bu medeniyete İslâmlar dikkat etmeli ki, din-i islâm menba’-ı medeniyet ise de, Avrupa medeniyeti ile imtizacı nasıl olacak? Bu Avrupa medeniyeti umûmî bir medeniyet mi?

İslav kavminin pan-slavist efkârlısı Avrupa medeniyetini İslav kavmine her cihetten muvafık efkâr olmadığını ilân ediyorlar.

İslav’lara her cihetten muvâfık-ı meram ü efkâr olmayan medeniyet, İslâmlarca daha ziyâde tehlikeli olacağı hesap olunmaz mı? İşte bundan böyle bu müzakereye lüzum görülmüştür. Efkârım hal olunmuş bir meseleyi meydana koymak değil, acizlerinin bu kadar kuvveti yoktur. Velâkin mühim bir meseleyi az mı, çok mu müzâkereye düşürmek elimizden gelir ise, kendimizce büyük bir hizmet hesap ediniz.

Müzâkere

Avrupa medeniyeti veya ki diğer tabir ile Hristiyan medeniyeti namıyla ma’rûf olan suret-i ma’işet, nev’-i benî beşer için umûmî bir medeniyet mi ? Akvam ve zamanlar için bir kaide-i külliye rni? Akıl, fikir, feraset ve ahlak-ı insaniyenin son sözü meyve-i neticesi bu medeniyet mi? Avrupalıların i’tikadına göre- evet budur. Bunların itikadına göre bu medeniyet cümle âlemi ve akvâm-ı muhtelifeyi daire-i ziyadârına celp ve tâbi’ edecek bir kuvvet ve suret-i ma’işet imiş.. Şöyle ki Avrupa’nın ehl-i tarihi – ehl-i siyaseti ve ekser üdebâsı medeniyet-i hazıraya şu gözden bakdıklarından mâ’ada ehl-i ticareti ve bunların önünde, bazı peşinden düşüp hareket eden top ve tüfeng ve süngi erbabı dahi bu i’tikadın da’vasındadır! İngiliz bezleri, Fransız şarapları, Nemse biraları Avrupa haricinde her ne tarafa nakl olunurlar ise hep intişar-ı medeniyet zımnında nakl olundukları gibi Hind’de, Çin’de, Afrika’da, Amerika’da top fitilleyen nefer, medeniyet ve şeref ve ikbal-i insaniyet uğruna ateş ve kan püskürdüğüne kafiyen i’tikad etmiştir! Şu kadar var ki Avrupa suret-i ma’işetinde bulunmayan akvâm-ı saireyi daire-i medeniyete celp ve kani etmek için hukuk-u insaniyelerini inkâra kadar kalkışıyorlar. Çünkü şu mazlumların mu’amele-i cebriyeden ve naks-ı hukukdan çekecekleri mihnet ve zahmet ileride daire-i medeniyete dahil oldukdan sonra nail olacakları saadet ile katar katar örtülecek imiş! Amma hakikat bu mudur? Avrupa medeniyeti veya ki Hristiyan medeniyeti haricinde adem oğluna rahat ve sa’adet yokmu imiş? Daha açık ‘ibare ile-şu medeniyet macib-i sa’adetmi imiş?

Dünyanın en parlak kıtasının suret-i ma’işetine karşı aksi bir zanda bulunmak her ne kadar müşkül ise de ve bir nev’ dîvânelik hesap olunabileceği dahi şüphenin hâricinde değil ise de, fikir herhalde hür olduğuna arka verip Avrupa medeniyeti mucib-i sa’adet ü medeniyet-i ahiri olamayacağını katiyen itikat etmişimdir. Eğer bu maişet bu medeniyet suret-i ahiri ise insanlar çok tâli’siz imişler! Eğer bu medeniyetten a’lâ ve parlak medeniyet meydana gelmeyecek ise-insan oğlu rahat ü kıvanç-muhabbet ü hakkaniyet görmeyecek bir mahlûk imiş!

Şu söylediğimizden mezkûr medeniyet sayesinde olan keşfiyat ü ihtira’âtın mihanika ve teknika terakkiyâtının büyük medar-ı ma’işet olduğu inkâr olunur zannı olunmasın. Hayır asrımızda demirler yağ gibi eritildiği, çelikler ağaç gibi doğratıldığı, telgraf ve telefon muhâberâta vapur ve demir yolların nakliyata ve ticarete hizmetleri ma’lûmumuzdur. Velâkin semeresi bunlar ise de Avrupa medeniyetini başlıca ve a’lâ medeniyet hesap edemiyoruz. Avrupa ve Hristiyan medeniyeti bildiğimiz doğru ise eski komedyanın taze bir perdesidir. Ya’ni yeni bir medeniyet olmayıp eski medeniyetlerin sonudur ki medeniyet-i cedide ilerdedir? Her ne kadar bu medeniyetin eskilerden neş’et ettiğini Avrupa üdebâsı inkâr etmiyor ise de Avrupa medeniyeti başlıca bir medeniyet olduğu cümlesinin kavlidir. Burasına razı olamıyorum. Yunan ve Roma medeniyetlerinde müşahede olunan esâsî Avrupa medeniyetlerine dahi esâs olmuştur. Esâs bir olduğu hâlde medeniyet diğer olamaz. Ancak rengi, örneği başka olabilir. Vâkı’â Avrupa medeniyetinin özü cedid ve başlıca değil ise de rengi, tüsü cedid olduğunu inkâr etmiyorum….

Mütala’anın ilerisine dalmazdan evvel “Medeniyet” ne olduğunu kararlaştıralım. Zaten medeni şehirli ve medeniyet şehirlilik ma’nasmada olduğu cümleye ma’lûm olup, şehirli bir insan kırda ve sahra da ikâmet eden bedevî bir insandan rahatça, selâmetçe ihtiyatlıca ve emniyetlice bir hâlde yaşayabileceğinden “medeniyet” demeden, insanların rahat-selâmet-emniyet üzere yaşamakta olan bir usul ve süret-i ma’işet olduğu istihraç olunur. Bundan böyle bir medeniyetin sayesinde insanlar ‘umûmen ne derece rahat ve emin yaşarlar ise şu medeniyetin derecesi dahi ona nispeten ileridedir.Medeniyetin parlaklığını büyük büyük köyler-kiliseler-kaleler-fabriklar ve rövelver toplar ile ölçenlerden değiliz. Medeniyetin mikyası ‘umûmun ondan istifâdesidir. Diğer ölçü kabul edemiyorum.

Mısır medeniyetinden kalmış pramıdalar, dikili taşlar bir adamın nefsine ve keyfine milyonlarla âdem oğlu esir olduğunu rivayet ederler.

Yunan ve ba’de Roma medeniyetleri devrinde bir şehre ve şu şehrin yalnız ilerisine cümle’âlem esir olup hukuktan bî-behre kaldığı görünüyor.

Sanâyi-i nefiseler felsefîyyünlar, şu’âralar ve bunca cesim ebniyeler filânlar……denilirse evet bunları inkâr etmiyorum. Yunanlıların ve Romalıların ma’işet-i insaniyeye hizmetleri olmadı demiyorum. Velâkin medeniyetlerin nakış bir medeniyet olup belki on bin ebnâ-yı cinsinin sa’y-i semeresinden bir âdem istifâde ediyor idi. On bin âdem hukuk hâricesinde rahat yüzü görmez mihnet ü hakaretler kurtulmaz bir halde tutulup biri rahatça yaşıyor idi diyorum. Ve böyle usûl ve sûret-i ma’işete hoş nazar ile hiç de bakamıyorum. Avrupa medeniyeti ise bu medeniyetlerden tevellüt etti. Bunlardan a’lâca ve parlak ise de esasen bunlar ile bir medeniyet olduğundan bunlar ki nakıs bir medeniyettir. Romalılar esir etleri ile havuzlarda beslenmiş balığa doymayıp inkıraz buldukları gibi bunların oğullan olan Avrupalılar dahi bütün ‘âlemin semeresine doyamamaktadırlar.

Velhasıl medeniyet-i hâzıra Avrupalıların dedikleri gibi yeni bir medeniyet değildir. Eski usûl-i ma’işetin âhir şeklidir. Eski bir hikâyenin âhir sahifesidir.

Bu dediğime karşı iki türlü itiraz olunabilecektir: Her ne kadar Avrupa medeniyeti eski medeniyetlerden tevellüt etmiş ise de onlarda bulunmayan bir ruh ile taze can almıştır! Bu da Hristiyanlıktır deniliyor. Evet! Avrupa medeniyeti Hristiyanlık ile yan yana devam etmiştir. Velâkin Hristiyanlık inşaların ma’işetine ve birbiri ile mu’amelesine taze bir eser te’sis edebildi mi! Etmiş ise medeniyet taze (temiz) bir medeniyet olmuş olur. Hristiyanlığın ibtidası tabi’at-ı beşere mugayir bir hayli kavâ’id-i ahlâkiyeden ibaret olup, ba’de bu kava’idi neşredenler “Kilise” beyliği teşkil edip, değil eski medeniyete taze can ve esas versinler, kendileri eskilerin kavâ’id-i ma’işetine tâbi’ oldular! Târih ve vekâyi’ şahidimdir.

Roma zadeganları yerine baronlar, şövalyeler ve şato sahipleri geldiği gibi ruhbânî yerine kilise erbabı yerleşti! ‘Umümen ise, Roma medeniyeti inkıraz bulup Avrupa’nın güya cedid medeniyeti doğduğundan hiç haberi olmadı. Yine eski hukûksuzluk, bahtsızlık, kararsız mihnet ve zahmetten ‘umûm halâs olamadı.

Âletler, usûller, örnekler tebdil oldu.Velakin netice ve semere eski hâlinde kaldı.

Bir de denilir ki – evet! Avrupa’nın medeyinet-i hâzırası nakıs bir medeniyettir. Velâkin tabi’atiyle mürûr-ı zaman ile terakkiyi fehm ve ahlâk sayesinde eski medeniyetlerden kabul etmiş olduğu ba’zı esâsları terk ederek kemâl-i revnak kesb eder… Evet! nakıs esâsları terk eder ise, cedid ve yeni esâs üzre te’sis olunur ise bu medeniyet kemâlini bulur, ama buna taze medeniyet denilir ise de, Avrupa veya ki Hristiyan medeniyeti denilmez! Bu meşhûrenin nâmı ve zamanı geçmiş olur! Benim dediğim de bu.

Çok ertelere dalmayalım. Avrupa’nın hâl-i medenisi ne idi ve şimdi nedir? Pek çok resimler ile gözlerimizi, pek çok vâki’alar ile zihnimizi bozmaya hacet görmüyorum. Avrupa’nın hangi bir tarafına bakılır ise koca bir vilâyet bir milyon ahali zulme duçar olup, bir dük ve beş baron 15 şövalye ve kırk papaza esir ve bi-hukûk hayvan gibi onlara alet ve medâr-ı ma’işet değilmi idi? Ve bu da taze medeniyete taze can veren Hristiyanlığın en parlak, en güçlü nüfuzlu zamanında değilmi idi?

Gelelim bu güne: İşbu o ve meşhur ‘asra ki, sayesinde kıt’alar aynlıp deryalar deryalara katıldı.

Gökyüzüne çatlaşmış (karışmış) dağlar açılıp insan oğluna yol verdiler. Gelelim bu ‘asra… Muradımız XIX ‘asrın tarihini yazmak değil, semerât-ı medeniyesine bir göz atmaktadır.

* * *

Buyrun ister Paris’e, ister Londan’a ister diğer bir merkez-i medeniyet olan şehrin birine fikren sayâhat edelim. Meselâ London’a varmış olalım London’da ne göreceğiz? Dağlar gibi 5-6 kat kârgir binalar mı, cesim temür köprüler mi – Yer dibinden Femza nehri altından yapılmış temür yolları mı- 5-10 bin’amele işleyen fabrikaları mı- Hükümdar sarayları gibi olan mektepleri mi- ‘Âleme umûr-ı siyâset ve ‘adalet mümûnesi hesâb olunmuş meb’ûsân-ı divanhanesi parlementoyu mu göreceğiz? Hayır. Yalnız bunlara, aşikâre âsâr-ı medeniyete dikkat eder isek, ve maişetinin içyüzüne dikkat etmez isek, bir şey anlayamayız. Ancak kudretlerine, akıllarına şaşıp kalacağız. Maişetinin içyüzüne dikkat edelim.İşte beş yüz bin liralık bir kârgir bina. Yalnız içerisini ziynetlemiş mermer, ipek, billur, çini, fafûru akçeye tebdil olunur ise, şark ticaretine büyük bir sermâye olabilir. Bu bina bir adamındır.Yer zemininden yukarısında bir familya ikâmet ediyor. Üç beş adamdan ‘ibaret bu familyanın ahşam taamından sonra sofrasına naklolunan nâdir meyvenin ve müskiratın değeri olan akçe ile memâlik-i şarkiyese on familye, on gün rahat geçinebilir! Servet böyle toplanmış; ma’şet böyle bollanmış. Bu medeniyete tâb’i olmamak mümkün mü? Şu binanın yer zemininden aşağı katına dahi bir dikkat edelim. Üç beş ayak merdübar ile indik. Odaları insan dolu. Pencereler tavan dibinde. Duvar rutubetli yerden yine rutubet devam ediyor. Hava yok gibi… Kokudan insan terinden burnunuz varacak yer bulmaz. Sadâdan gürültüden kulaklar vazifesini terk eder. Gördüğünüz pislikten işittiğiniz edepsizlikten vicdan ayağa kalkar. Ufakça bir oda, sekiz on adam hapis olunmuş gibi kadın, kız, yaş, kart halsiz ve sarhoş ağlayan ve gülen hep bir yerde birbirini görmez ve işitmez gibi yaşamaktadırlar!…. Bunların mekânları değil bir odası olmayıp bir odada ancak kiralanmış bir yatak yerleri vardır. Yatak dahi kendilerin değildir. Şöyle ki, oturdukları, yatıp tur dukları yer icar iledir. Bir kazan bir çanağa malik olmayıp yedikleri lokantadan içtikleri tavernadan meyhanedendir. Alem yanar ise hakikaten bir hasırı yanmayacak bunlardır.

Şu milyonluk binanın üç beş katı bir familyaya mekân olup yer aşağısı alt katı bir iki yüz inşâna mekân ve dârî istirâhattir! Yukarı katta oturan familya bir kaymakamlık kadar mülke, 5-10 milyonluk servete mâlik! Aşağı katta 100-200 ebnâ-yı cinsin başını koymağa bir yastığı, örtünmeye bir yorganı su içmeyi bir bardağı yoktur! Mezkûr familya 100 sene bir iş etmeyip yatıp, yaşarsa hemen malı doymaz gibi, aşağı katta yüz adam iki üç gün hizmet bulmaz ise ne i’tibârı var ne aşayacağı!

…………………

………….

Buyrun darü’l-fününların birine girelim: Neler, tahsil olunmuyor: akıllardan hâriç gibi… Ne kemâlât, ne fehm, ne efkârlar bu? Fira’unlann nizâmnâmelerinden ‘asır-be-‘asır Mösyö Gladıston’un ba’zı tekliflerine gelince ‘ilm-i hukuku hıfz etmiş olan avukatlar. Bin atın kuvveti yetişmeyecek işi bir yük yer kömürine işleten makineciler. Beş on dirhem ecza ile koca dağı alt üst edecek kimyagerler. Deryalar üstüne köprü tutuşturacak mühendisler işbu fünunhânelerde yetişirler! Bu hanelere hayran olmamak mümkünmü? Evet! Avrupanın dârü’l-fünunlan ve gayrı, terbiye mahalleri bâis-i hayret ve şâyân-ı dikkatdir. Velâkin bunca ferden ve efkâr-ı ‘âlemi muhit olup da inşân içün en gerekli ve fünun-ı mütenevvi’anın en şerefli olacak bir fenni daire-i mer’iyenin ve tahsilin hâricinde bırakılmasına daha ziyâde ta’accüb ederim! Bu fen ise bir kaç bir senelerden beri öteden beriden inkıraz bulup sürülüp gelmekde olan Avrupa ma’işet-i medeniyesine nâ-ma’lüm “ahlâk ve tam hakkaniyet”ten bahs eden fenn-i âlidir!

Avrupa’nın neresi olursa olsun zâhir parlaklığı ile pek çok kimseyi aldatabilir. Zan edersin ki edeb ü rahat safa ü nezâket ‘adalet ve bahtiyarlık ‘alemin her tarafından kalkmış da yalnız buraya toplanmış! Heyhat parlak parlak amma, parlayan eşyanın hepsi altun ve gümüş değildir. Bir mîzân alalımda Avrupa’da göreceğimizi çekelim: Hesaba ve çekiye gelirmi ‘acaba ? Raşild gibi on on beş adamın yüz milyonlarla servetinemi ta’acüb edelim. On on beş milyon ahalinin ölümlük iki arşun toprağı olmadığına mı şaşalım! Londralı bir ladinin, Pariz hanımının terbiye ve letafet ve nezâketine mi hayran olalım. Londra ve Pariz caddelerinde vücûd ve ‘ırzını müzayede etmekte olan (defter mucibi) yüz elli bin fahişe hanımlara mı dikkat edelim!

Bir inekleri bizim on inek kadar süt verdiğinimi tahsin kılalım! Yüzde doksan dokuzu bir ineğe sahip olamadıklarından mı ibret alalım… Milyonlar sarf edip cihat-ı muhtelifede nasrâniyete da’vet ve tergibine mi bakalım. Avrupa’nın içinde kiliseye ve İncile imân kalmadığına mı hayran olalım! Güya hürriyet-i inşân için yaptıkları muharebeleri mi seyr edelim. Bîçâre Alzas-Loron bakire kızları Pariz de elli franga kadar firûhat olduğunu mîzân-ı insafa çekelim?!… Velhâsıl bir bakdıkça Avrupa ma’îşeti ve medeniyeti gayet süslü ziynetli ve yakışıklı bir kadına benzetiliyor velâkin birazda dikkat olunur ise şu kadının dişleri uydurma. Saçları takma. O, dolu dolu göğüsleri kabartma pamuk… Ve birde o canfes elbiseler taşladılır ise yaralara koturlara tesadüf olunup çevrilmeden gayri mecal kalmaz.

* * *

(Gaspıralı, Avrupa ‘nın bu çirkin yüzüne karşı çıkanların sosyalistler olduğunu ve yeni bir nizam kurmak istediklerini; ancak, “sosyalizme dair ileri sürülen bu fikirlerin ahlak dışı birtakım hayallerden ibaret olduğunu” söyledikten sonra, Avrupa’nın bu çürümüş yapısı sebebiyle sosyalist ihtilallerle çalkalanacağını haber verir:)

Avrupa’da ve belki cihanda bu mes’ele en büyük bir mes’eledir. İnkılâbât-ı müdhişe sosyalizm yüzünden gelecektir. Otuz yıllık muharebeler, Fransa İnkılâbat-ı Kebîri değilki Hun ve Moğol hareketleri sosyalizm inkılâbât-ı müdhişesi karşısında oyuncak derecesinde kalacaktır! Avrupa’nın istikbâline karşı toplanmakta olan belâyı kebîr budur. Ve medeniyeti ise sosyalizm dağlarında gark olunacaktır. Avrupa’nın müstemlekâta ‘aşk ü muhabbeti bu derdin zorundan vahşilere ve nim medenilere hamiyetten olmadığı ma’lûm yok!

…………

……………….

…………………….

(Batı anlayışındaki faydacılığı da eleştiren Gaspıralı, teklifini şöyle anlatır:)

Cedid hüsn-i ma’îşet ne yüzden gelecek. Bu ma’îşeti te’sîs edecek â’lâ esas ve kaide ne olabilir ki, meydân-ı tarakkiye çıkmış memâlik-i İslâmiye ve akvâm-ı müslime istikballerini te’min edebilsinler? Avrupa’nın peşinden gidip ba’de sosyalizm belâlarına uğrayacak isek yazık sa’y ü gayretimize. Okuya okuya sivilize olup Frenkler gibi olacağız diyecek isek ve mukaddes bir matlûb-ı marîşet kesb edemiyecek isek yazık bizlere!… İnsanların birbiriyle mu’âmelede fâ’ide ve faydadan evvel gözetecek bir şey yokmu imiş? Vardır! Bu da “hakkaniyet” dir.

İnsanların yekdiğeri ile mu’âmelesinde hakkâniyetden evvel gözetilecek bir şey yoktur. Nev’-i beşerin ma’işetine esas olabilecek hakkaniyetten mânada bir şey olamaz! Hakkaniyet üzre te’sîs olunan ma’îşet- en pak marîşet olacaktır. Bu ma’îşetin dâ’iresinde olan insanlar rahat yaşayabileceklerdir. Çünkü insanların her hareketi hakkaniyete istinâdan olursa zulm ortadan kalktığı gibi mazlum dahi bulunmayacaktır. Nefs ve zulm meydandan çekildikleri ile hakka niyet yüzünden meydana gelmiş ahvâl-ü maişete kangı insan ‘aks ve düşman olabilecek?

Eski medeniyetlerin kusuru ancak oldur ki hakkaniyet ma’işetin haricinde kalmıştır. Tasavvur edelim ki bir cem’iyet-i medeniyeyi teşekkül edenler ‘umûmen işlerini ve hareketlerini tam hakkaniyete bağlamış olsunlar. Hakkaniyete sığmayan surette “faide”yi terk etsinler… İnsanlar birbirinden nâ-râzı. Birbirine hasûd, birbirine emniyetsiz. Birbirinin varlığına kasd edebilir mi? Birbiri hakkında sû’-i zan ve sû-i kasda meyi kalır mı? Evet kalmaz! Kimse hukukum ‘aleyhinde olmadığına kani’ isem ve kimsenin hakkında değil isem kim benden nâ-hoş olacak ben kimden nâ-hoş olabilirim? Hiç!

Fünûn, mehânika, teknîka sayesinde insanlar suhulet ile esbâb-ı ma’işeti toplayabilirler. Velakin hakkaniyet hâricinde bunlardan insanoğlu rahat rahat istifâde edemez. Çünki herkes hissesini arttırmağa gayret eder. Kuvveti ziyâde olan hissenin ziyâdesini zabt eder amma hakkı da ziyâdemi idi bakalım.!?

Bilmem efkârımı anlata bilirmiyim? Velakin bu defa ziyâde bahs etmeye vakit kalmıyor. Gelelim bahsimizin neticesine:

Medeniyet-i cedîde hakkaniyet üzre te’sîs olunan bir maişetin semeresi olacaktır. Bu medeniyet-i cedîdeyi meydâna getirmeye İslamlardan ziyâde sermayedar bir millet görmüyorum. Bu sermâyemiz ise (Kelâm-ı kadimdir) ki icmâl-i hükmi “hakkaniyettir” Toprak ve mülk-sermâye ve fâ’iz-ferd ve cem’iyet-kesb ü kâr-sa’y ü gayret- hayr ü hayrat hakkında ‘öşür ve zekât kâ’ide-i külliyeleri insânları bahtiyar edecek hakikatlerdir! Sermâye-mülk-kesb ve kâr hakkındaki kavâid-i Kur’âniye Avrupaca esası hukuk ü ahlâk tutulabilmiş olsa idi, sosyalist efkâr-ı müdhişelerine hemân yer kalmaz idi. Çünkü azmi çokmı herkes Servete esir, fâ’ize ‘ömrü bir hidmetçi olmuş idi ve bunca nâ-hoşluğa meydan açılmaz idi!

Hukû-ı İslamiyenin derece-i â’lâlığını diğer bir tasavvur ile daha ziyâde izhâr edelim: Meselâ on dokuzuncu ‘asrın Avrupası maîşet-i beşer hakkında olan kavâ’id-i Kuraniye’yi kabul etmiş olsun. İbtidâ her sene hâsıl olan bunca varidatın zükût ya’ni kırkda biri ihtiyâclılara tahsîs olunacaktır. İstâtistikaya müraca’at edelim kaç milyona baliğ olacaktır, ikinci milyarlar ile nakd sermâyeler ki milyonlar ile insanları esîr etmiştir. Fâ’izsiz işlemeleri lâzım gelecektir. Ya’ni kuvve-i i’tibâri ile insanlara galebe edemeyip diğer surete tahvil edip bir sahibini değil pek çok efradı hissemend edecektir. Üçüncü, koca İngiltere dört beş bin, koca Fransa beş on bin adarrun mülkü olamaz idi. Ve olmuş bulunduğu halde dahi memâlik-i mezbürenin toprağından umûmun istifâdesi umûm için yengilce olur idi.

Artık Avrupa’yı bırakalım. Her ne kadar Avrupalılar kendi da’vâlarına kendileri mümeyiz olup medeniyetlerinin en a’lâ ve âhir medeniyet olduğunu hükm ederek cihanın her köşesine nakl etmeye cebre kadar varıyorlar ise de bu merhametin başlıca sebebi marş ile gelmekte olan haksızlık ve açlık inkılâbât-ı müdhişesidir. Bundan böyle te’mîn-i istikbâle muvâzene yolu ile çalışalım. Avrupa bir ihtiyardır. Tecrübesinden hisse alalım da hatâlarını tekrar etmeyelim: Mekteplerini darülfünunlarını bizler de te’sîs edelim velakin fünûn ile akıllarımızı ziyâlandırdığımız kadar hakkaniyet ile yürekleri doldurmağa çalışalım. Avrupa’da ne görsek çocuk gibi alıp çapmayalım. Baliğ gibi nedir neye varacak. Vicdan ve hakkaniyet hâricinde değilmi muvâzenesini etmeye dikkat edelim. Avrupa medeniyeti bilâ-muvâzene kabul olunacak bir şey olmuş olsa idi-bu medeniyete Avrupa’nın nısfı düşman olmaz idi.

Bir daha tekrar ediyorum. Fünûn keşfi yat ve ihtirârât-ı cedîdenin hizmet-i müfîdesini inkâr etmiyorum. Ancak ‘âlem-i İslâmiyetin ıslâhat ve terakkiyi hâcetli olduğu sırada bilâ-muvâzene Avrupa’yı taklîd etmesini akıl hesap etmiyorum. Rusya panslavistleri Rus ‘âlemi için Avrupa medeniyeti matlûb olamayacağını da’vâ ederlerde ‘âlem-i İslâmiyet müstakil bir tarîk-i terakki ve başlıca bir medeniyet araması lâzım gelmez mi?

(Ceride-i Tercüman muharriri Bağçesarâylı Ismâ’il Gaspırınski)

Matba-iEbuziya

İsmail Bey Gaspıralı’nın 150. Doğum Yıldönümü Faaliyetleri Hareket Planı


GİRİŞ (DİLDE BİRLİK)

Türk Dünyası�nın yetiştirdiği bu büyük fikir adamı, gazeteci ve eğitimcisi, yaptığı hizmetlere karşılık Türk Dünyası’nda yeterince tanınmamakta ve bilinmemektedir. Genelde hakkında bilinenler �Dilde Fikirde İşte Birlik � şiarı, adı vb yüzeysel bilgilerdir. Hakkında yurtdışında yüzlerce makale ve araştırma olmasına karşılık Türkiye�de hakkında yazılmış aşağıda kaynaklar kısmında belirtilmiş sınırlı sayıda telif eser ve yaptığı işlerin önemi ile kıyaslanmayacak kadar az sayıda makaleler mevcuttur.

Çağımızın en önemli iletişim aracı olan Televizyon ve sinema için hazırlanan film ve belgesel iki tanedir. Birincisi TRT�nin 1993/94 yılında hazırladığı 6 bölümlük Kırım Belgeseli içindeki bir bölüm, ikincisi de Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı tarafından büyük fedakarlıklarla hazırlattırılmış olan 35 mm İsmail Bey Belgeselidir.

AMAÇ (FİKİRDE BİRLİK)

Onu doğumunun 150. yılında sadece Mart ayında dar bir çevre tarafından anılması değil, yıl boyunca yapılacak faaliyetlerle, bir Yunus Emre, bir Mevlana, gibi herkesçe bilinen ve tanınan, toplumun her kesimine mal olacak şekilde bir şahsiyet olarak tanıtmak esas amaçtır .

YAPILMASI ÖNERİLEN FAALİYETLER (İŞTE BİRLİK)

  • Öncelikle ilgili kişiler ve kuruluşlara , TİKA, mektup, faks, elektronik mektup, telefon ile başvurularak veya ziyaretlerle İsmail Gaspılalı�nın 150 doğum yıldönümü ve onun önemi hatırlatılarak yıllık faaliyet planları içerisinde ilgili kişiler ve kuruluşların yer almasını, faaliyetlere iştirak ve desteklerinin sağlanması. Radyo ve televizyonlarda özel programlar yapılması,var olan programlarda konunun işlenmesi, gazete ve dergilerde İsmail Gaspıralı ile ilgili yazı ve makalelerin yazılması…  Süre : Yıl boyunca , Yürütücüler : İsmail Gaspıralı�yı seven gönüllü kişi ve kuruluşlar… Hedef :

1. Milli Eğitim , Kültür, Dışişleri, İlgili Devlet Bakanlığı, TİKA, Tanıtma Fonu, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Üniversiteler (Tarih, Türkoloji Bölümleri, Türkiyat Enstitüleri) ve diğer ilgili resmi kuruluşlar

2. Vakıflar, Dernekler, Gazeteciler (Köşe yazarları Kültür ve Sanat Sayfaları), Dergiler

  • Konferanslar, sempozyum, anma toplantıları düzenlemek, düzenlenenlere iştirak etmek, gerektiğinde, yazılı ve görsel malzeme ile desteklemek. Resim sergisi düzenlemek. Serginin diğer şehirlerde de açılmasını temin etmek, desteklemek. Süre : Yıl boyunca. Hedef: Toplumun her kesimi
  • İsmail Gaspıralı�nın hayatı ve Fikirleri konulu yarışmalar düzenlemek, düzenlenmesi için yukarıda anılan ilgili kişi ve kuruluşlara müracaatlar yapmak. Süre: Yıl Boyunca Hedef: Lise ve Üniversite örencileri, Türkiyede okuyan Türk Dünyasından gelen öğrenciler. Bu üç ayrı öğrenci grubu için ayrı ayrı yarışma düzenlenebilir. Katkıyı ve ilgiyi temin etmek için vakıf ve dernekler bunları ortak olarak düzenleyebilir ve ödüle katkıda bulunabilirler.
  • Neşriyatlar yapmak, yapılan neşriyatları tanıtmak, Türkiye içinde ve başka ülkelerde yayınlanmış kitap, makale vb ilmi eserleri tanıtmak.
  • Diğer faaliyetler

Türkçe Basılmış Bazı Kaynak Eserler:

Gaspıralı İsmail Bey – Cafer Seydahmet Kırımer. – Avrasya Bir Vakfı Yayınları 0212 580 08 69 Belgegeçer :0 212 580 0869

Kırım Tatarları Arasında Milli Kimlik ve Milli Hareketler – Hakan Kırımlı, Türk Tarih Kurumu yayınları , Ankara,1997.

İsmail Bey Gaspıralı – Nadir Devlet, Kültür Bakanlığı Yayınları

Rusya Türklerinin Milli Mücadele Tarihi – Nadir Devlet

İsmail Bey Gaspıralı Albümü – Hasan Sabri Ayvaz tarafından hazırlanan arap harfleriyle basılan albumü Ali İhsan Kolcu hazırlayıp neşretti. Hamle Yayınları, İstanbul, 1999

Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey (1851-1914) – Mehmet Saray, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını

Gaspıralı İsmail Bey’den Atatürke Türk… – Mehmet Saray, Nesil Matbaacılık , İstanbul ,1993

Gaspıralı İsmail – Dr.Yusuf Ekinci , Ocak Yayınları, ankara 1997. (0312) 230 13 69 – 232 15 11

İsmail Gaspıralı. Ölümünün 50. Yılı Münasebetiyle Bir Etüd – Ahmet Caferoğlu

Şefika Gaspıralı ve Rusyada Türk Kadın Hareketi – Şengül-Necip Hablemitoğlu

Türk Kültürü Dergisi Gaspıralı Özel Sayısı – sayı 337-338 Mayıs 1991

Tarih Dergisi (Muhtelif sayılar) “Tercüman’dan Haberler” Hazırlayan: Sabri Arıkan. – Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Tel: (0212) 511 10 06 – 511 18 33

EMEL Dergisi  – www.emelvakfi.org

BELGESEL FİLMLER

Kırım Belgeseli

Yönetmen:  Zafer Karatay 30�x 6 bölüm

Yapımcı Kuruluş: TRT   – www.trt.net.tr

İsmail Bey Gaspıralı Belgesel Filmi

Yönetmen Zaur Muharrem

Yapımcı Kuruluş Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı   –  www.turan.org/yayin.htm

İSMAİL GASPIRALI HAKKINDA TÜRKÇE VE DİĞER DİLLERDEKİ ESERLER VE MAKALELERLE İLGİLİ BİBLİYOGRAFYA HAZIRLANMASI İÇİN KATKIDA BULUNABİLİRSİNİZ.

İsmail Bey Gaspıralı Hakkında Yazılanlardan


Ebulfez Elçibey’in  “Türk dili ve rus imperiya siyaseti” başlıklı makalesinden

Dahi Ismayıl Bey Gaspıralının (1851-1914) zamanın sınagından çıxmış “Dilde, fikirde ve işde birlik!” çagırısının derin ve ölmez menasını bu gün biz Türkler daha yaxından anlamaga baslamışıq. Anlamaga basladıq ki, dilbir olmayan millet tarixde yüksele bilmez, eksine zaman-zaman birliyini itirib dagılar, basqa milletlerin sikarına, sonra da quluna, kölesine çevriler. Rusiya imperiyasının Türke qarsı yüzillerle yeritdiyi barbar ve qanlı siyaseti cikinden bikinedek bilen Ismayıl bey çox gözel basa düsürdü ki, rusiya türk torpaqlarını tike-tike, loxma-loxma udaraq, her tikeye ve o tikede yasayan Türke, onun diline ayrı-ayrı ad qoymus, “ayır-buyur” siyasetini hem barbar, hem de ustacasına yerine yetirmekle imperiyaların en murdar klassik nümunesine çevrilmisdir. Ismayıl bey sanki milletine seslenmisdir: Ey Türk, ayıl, terpen, özüne gel ve bil ki, dilde birliyin olmasa, fikirde birliyin olmayacaq, fikirde birliyin olmasa, isde birliyin olmayacaq ve mehv olacaqsan!

Cafer Seydahmet Kırımer, (Gaspıralı İsmail Bey) ismiyle yazdığı değerli eserinde, şöyle yazmaktadır:

«Tercüman» bu muvaffakiyete, bu tarihi neticeye, muayyen ve sağlam bir millî programı müdafaa etmesiyle varabilmiştir. «Tercüman» yalnız Kırım, Rusya Türkleri ile değil, bütün Türk ve İslâm âlemi ile, candan alâkadar olmuştur. «Tercüman» da sahifelerini alelade haberlerle, veya eğlenceli romanlarla doldursaydı, ne bu kadar geniş bir sahada alâka uyandırabilir, ve ne de bu kadar kuvvetli bir iz bırakabilirdi. «Tercüman» da en baş makaleden en küçük habere, hattâ ilânlara varıncaya kadar, bütün yazılar Türkü, İslâmı alâkadar eden muayyen bir yolu ve kanaati canlandırırdı. «Tercüman»ın muvaffakiyetinde, bu hedef ve ciddiyetten mada, İsmail Beyin kendisine has açık, kısa üslûbunun ve sade dilinin de büyük tesiri vardı. Şunu da kaydetmek zarurîdir ki, İsmail Bey gazetecilikte de müstesna kabiliyete malikti. Türk âleminde fikirlerini halka yaymakta ve benimsetmekte de o eşsizdir.

Prof. Sadri Maksudî Arsal’ın 1914 senesi 202 No. lu (Tercüman) gazetesinde «Emeller Üstadı» başlıklı yazısından :

Lâkin ne söylesem de her söz, her cümle İsmail Beyin nazarımdaki büyüklüğüne, tarihî mevkiinin ulviyetine, kendisine olan nihayetsiz ihtiramatıma kıyasen pek küçük, pek renksiz hattâ hiç kalıyor! Gaspirinski kimdir? O, dünyada ne işledi? İşte eğer söz ile bunu bildirmek, bunu anlatmak mümkün olaydı, ben suallere cevap verirdim. Bu hususta şimdilik yalnız şunu diyebileceğim :- Gaspirinski, hepimizin fikrinde, kalplerimizde en büyük bir mahalli işgal eden bir kişidir. Hepimizin ufku millîsinde en nuranî bir noktadır. Her birimizin tevessülü fikrî tarihinde en malûm bir âlimdir. Bilâihtiyar her birimizin samimî ihtiramlarını celbeden, ismi zikrolundukta hepimizin ağzına «Büyük» kelimesini getiren şey ise onun işleridir.Dikkatle düşününüz ! Asırlandan beri Türk-Tatar kavimleri medeniyetten ırak, maarifsiz, zıyasız, gönülsüz, bir hayat ile yaşadılar. Ormanlarda, çöllerde, sahralarda, Türk – Tatarlar nursuz, şadlıksız, ölmüş bir hayat içinde asırlar geçirdiler… Mazi unutulmuş, hal sevinçsiz, istikbal meçhul idi. Önde bir hedef, sevindirecek bir maksat yoktu. Hülâsa: Rusya Türkleri çok zamanlar ruhsuz, şadlıksız yaşadılar, çünkü emelsiz, idealsiz idiler. İşte Türk – Tatar hayatının şu devrine nihayet verip, yeni bir devre girmesine sebep olan zat İsmail Bey Gaspirinski’dir. Onun minberi talimi olan «Tercüman» mânâsız hayatımıza mâna vermiş, maksatsız yaşayışımıza emeller icat etmiş, sönmüş maişetimize ümitler doğurmuştur…

Çelebi Cihan’ın 1915 senesi 203 No. lu (Tercüman) gazetesindeki «Anlayabilseydik» makalesinden :

Görmek, işitmek anlamak değildir; gökleri yıldızları, güneş ve kameri her gün görüyoruz, har, parlak ve yüksek ziyalarını her gün hissediyoruz da milyonlarca insanlar arasında hemen hemen pek âzımız bunların ne olduklarını anlayabiliyoruz. İsmail Bey de böyle, yüksek bir kâinat idi, onu da hepimiz işittik. Onun da nur ile, irfan ile, feyiz ve fazilet ile hepimiz ziyalandık. Hattâ bir çoklarımız görüştük ve konuştuk bile… Lâkin, bu ölmez şahsiyetin ne olduğunu anlayabildik mi ?…

Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, 1330 senesi 12 sayılı «Türk Yurdu» dergisinde «Ben O’nu Gördüm» başlıklı yazısından :

Kırım topraklarında asırların aşındıramıyacağı yeni bir ehram kuruldu; onun baş ucunda istekten, dilekten, inançtan, karardan dökülmüş manevî koskoca bir ebülhevl var. Nilin kenarında yükselen çölleri ve geçmişleri seyrediyor: Kırım’daki ise kıpçaklara, isteplere dalmış duruyor ve bekliyor. Kosvadaki tarihî mesnedimiz gibi yarınki Türk nesillerini kendine çağıracak pek mübarek bir meşhet daha var ki, Kırım yalılarında Türk âleminin ayak seslerini dinleyerek yatıyor. Bütün ömründe Türkü kurtarmak için yürüyen kahramana, Kırım’ın şimdi her zamandan daha sevgili olan topraklarındaki millî kahramanımıza yarın fakir iken zengin, zayıf iken güçlü, bedbaht iken kutlu olacak Türk nesilleri Türk bayrağını götürüp lahdine serecekler ve onun ve başının üstünde Türk dehasının yaratacağı yeni bir tacımehal yükselecektir.»

Prof. Ağaoğlu Ahmet’in «Türk Yurdu» dergisinin aynı yıl ve sayısında çıkan yazısından:

Dünyada Türk ve Türkçülük kaldıkça İsmail Bey de berhayattır, yani İsmail Bey ebedî ve cavidanidir. İsmail Bey elan da yaşıyor, yetiştirmiş olduğu yüzlerce şakirtlerinde, terbiye etmiş olduğu binlerce ruhlarda yaşıyor.»

Prof. Akçoraoğlu Yusuf’un ayni derginin ayni sayısındaki «Muallime Dair» başlıklı yazısından :

«İsmail Bey iyi bir muallim, mahir bir gazeteci, mümtaz bir muharrir, içtimaî ve siyasî bir mütefekkir ve faal bir cemaat hadimiydi. Lâkin bütün bu sıfatlar İsmail Beyi tanıtamaz. Türk ve İslâm âleminin son yarımasırlık âleminde, saydığımız evsafı haiz olabilecek yirmi – otuz kişi sayılabilir, fakat İsmail Bey tekdir, onun bir eşini daha, değil yalnız geçen elli yılın içinden, hattâ bir kaç asırlık İslâm ve Türk hayatından bulup çıkarmak zordur. Bence İsmail Bey’i hakkile tarif edebilecek bir sıfat vardır ki, o da ulemayı nasaranın hazreti İsa’dan bahsederken kullandıkları «muallim» tâbiridir. İsmail Bey «Muallim» di; o bir kısım beşeriyetin dünyaya ve hayata nazarlarını değiştirmeğe muvaffak oldu: Şimal Türklerinin hayatı fikriye ve içtimaiyelerinde azim bir inkılâbın husulüne fikrî menba, İsmail Gaspirinski’nin dimağı olmuştu. Bu noktayı nazardan İsmail Bey bir «inkılâpçı» ve medeniyeti garbiyenin «reformatör» kelimesine ithal ettiği mefhum murat olunmak üzere” bir «müceddit»tir.

Merhum Ayaz İshaki İdilli’nin, 1914 tarihli ve 40 sayılı «İl» gazetesinde «Büyük Üstad İsmail Bey» başlıklı yazısından :

Evet, İsmail Bey büyüktü, onun işleri de yaptığı hizmetleri de büyüktü. Onun ektiği tohumlardan yetişecek yemişler de ehemmiyetlidir. Onun ektiği güllerinden çıkacak çiçekler de dilberdir, güzeldir. Onun temelini kurduğu bina da sağlamdır. Artık İsmail Bey aramızda yok, o darürrahata gitti, lâkin onun ektiği tohumlar, çiçekler, aşıladığı ağaçlar bütün Rusya boyunca dağıldı. Milyonlarca talebeleri onun başladığı işi alıp götürmeğe, onun kurduğu işleri büyütmeğe koyuldular. Böyle ulu bir babaları olduğuna sevinerek işin sonuna götürülebilineceğine iman ederek işe giriştiler. Bu kahraman babalarını numune ve misâl addederek canlı imandan tecessüm eden babalarının çizdiği yoldan ayrılmamağa azmederek işe tutundular.

Prof. Köprülüzade Fuat Beyefendisinin 7 Mart 1928 tarihli ve 1377 No. lu «Cumhuriyet» gazetesinde çıkan «İsmail Garpirinski» makalesinden :

«Tercüman» yalnız Kırım’da değil, Kazan’da, Kafkasya’da, Türkistan’da, Turkistan-ı Çînî’de, Sibirya’da, Romanya’da, Bulgaristan’da, Osmanlı imparatorluğu dahilinde, hülâsa bütün Türk memleketlerinde büyük bir tesir yaptı Türklerin ve bilhassa Rusya Türklerinin millî intibahında mühim bir âmil oldu, her tarafta İsmail Bey’in bir çok takdirkârları muakkipleri yetişti.» «İsmail Bey Türk – İslâm dünyasında «kadın»ın mevkiini yükseltmek için de çok çalıştı. Maarifi kadınlar arasına yaymak, onları umumî hayata sokma Türk cemiyetini canlandırmak için zarurî bir şeydi. Onun bu hususta yazdığı bir çok yazılar tesirsiz kalmamış, az zamanda büyük neticeler vermiş, Rusya Türkleri arasında kadının içtimaî vaziyeti eskisine nisbetle çok yükselmişti. Onun lisan meselesi hakkındaki noktaî nazarı da çok şayanı dikkatti; Tercüman’ın şiarı «dilde, fikirde, işte birlik» düsturile hülâsa ediliyordu… Osmanlı edebî lehçesinin sadeleştirilmiş bir şeklile gazetesini çıkaran İsmail Bey muhtelif tekellüm şivelerine malik olan, muhtelif Türk şubeleri arasında bir «umumî edebî dil» olmasını, Türklüğün medenî terakkisi için en büyük vasıta addediyordu. O, bu çok doğru fikrini tamamile kabul ettiremedi, lâkin bu fikrin galebesi için elinden geldiği kadar çalıştı.» «Bütün hayatını Türklüğün yükselmesine sarf eden bu büyük adam, Türk halkının ebedî şükranına lâyıktır!…»
Merhum Mehmet Emin Resulzade’nin 15 Nisan 1933 tarihli ve 32 sayılı «İstiklâl» gazetesinde çıkan «Ortaklı Bir yıl Dönümü» yazısından :

Bütün gücünü sadeleştirilmiş türkçenin bütün Türklerce öğrenilmesin veren «Tercüman», yaydığı duyguyu hayatının sonlarına doğru «dilde, fikirde işte birlik» şiarı ile anlatıyordu. Bu şiarda dünya yüzüne yayılmış bütün Türklerin ayni ebedî bir dili konuşan, ayni siyasî gayeyi taşıyan, ayni teşekküller tarafından hedefe doğ götürülen, ayni metot ve taktiklerle çalışan bir camia halinde tasavvur olu düğü mânası saklıdır.

Türkistanlı kardeşlerimizin çıkarmış oldukları (Yaş Türkistan) dergisinin Nisan 1933 tarihli «Gaspıralı İsmail Bey» yazısından :

«Türkistandaki «Cedit mektepleri» İsmail Beyin vefatı münasebetiyle iki gün matem etmişlerdi. Muaalimler, yaş fikirli ulema ve bu mekteplerin yukarı sınıf talebeleri ise çok zaman göğüslerinde matem işaretleri takarak gezdiler.Rus boyunduruğu altında yaşayan bütün Türkler, o cümleden biz Türkistan Türkleri, millî uyanışımızda büyük âmil olan usulü cedit hareketini, Tercüman müessisi Garpıralı İsmail Beye medyunuz.Halka necat yolunu göstermiş ulu muallim ve büyük muharrir İsmail Bey her daim milletin azizleri sırasında yadedilecektir.

Millî Türk Şâiri Mehmet Emin Yurdakul’un «Türk Yurdu» dergi nin 27 Kasım 1330 tarihli nüshasında çıkan şiiri :

İSMAİL GASPİRİNSKİYE

Ey ulu Türk! Sen Kırım’ın kanlarile yoğrulmuş
Vahşilere esir olmuş, zalim tahtlar kurulmuş,
Şerefleri unutulmuş bir toprağı üstünde…
Onun seni kan ağlatan kara bahtı önünde
Felâketli milletine: «Uyan!» diye haykırdın
Bu ilâhi feryadınla onu nura çağırdın

İstedin ki, medeniyet güneşi
Zekâlara çeliğini akıtsın
Milliyetin diriltici ateşi
Vicdanları alevile ısıtsın.
Tâ ki Fatih Cengizlerin evlâdı
İslâvlığın pençesinden kurtulsun
Onun mazlum, sefil olan hayatı
Hür ve mes’ut bir talile can bulsun.

Sen bu aziz, büyük işe tek başına kalkıştın
Buna asil Zühren ile gece, gündüz çalıştın.
Yıllar geçti… Türk azmine ne Sibirin dehşeti,

Ne de ömrün azgın yüzü bir zayıflık vermedi
Sen arzunu kervan göçmez bozkırlara götürdün.
Bu uğurda katlandığın zahmetleri Türklüğün
Ümit dolu ufukları nurlarile okşadı
Resullerin rüyaları sende dahi yaşadı.

Sen kabrinde rahat uyu! Yakında
Bu sonuncu felâket de bitecek
Yarın senin hür bakışlı ırkın da
Altın devri terennümler edecek
Zira senin bıraktığın izlerde
Kadın, erkek bir genç neslin yürüyor

İman ile aşk sunduğun her yerde
İnkılâbın fikri hüküm sürüyor.
Bizden senin pak ruhuna fatihalar, rahmetler,
Unutulmaz hatırana, kalp dolusu hürmetler….


Gaflet devrinde aktedilmiş muahedelerle Türkiye’nin eli ayağı bağlanmış, misafir olarak kabul olunanlar haneye sahiplik hukukunu almışlardı. Avrupa, Memâliki Osmaniyeye «Hasta» namını veriyor. Hayır, hasta değildir, bağlıdır. Bir çözülsün de görün, nasıl güzel yiğit olur.

Gaspıralı İsmail, 24 Kasım 1896

Şu yazdıklarımızdan görülüyor, anlaşılıyor ki, millî maarifin ilerlemesi, intişarı yalnız nezarete mahsus değildir. Bu iş herkesin ve cümlenin hayat borcudur. Nezaret, nezaret eder bakar, teshil eder, muavenet eder, fakat, çalışmak kendisini bilen her Türkün vazifesidir.»

Gaspıralı İsmail,1911

«Ey vatan kardaşı, sen gel gayrete Her hizmete bir hüner muradı haliktır. Al hemen kalemle kitabı gel himmete, Bin hayvana bir insan hünerle galiptir. Çünkü farz olmuştur ilim bu ümmete, Kimge tâbi olmayan kitaba tâbidir. Hünersizlik yakışmaz bizim millete, Bin kılıçka bir kalem daim galiptir.

Gaspıralı İsmail

Ayrıca bakınız: İsmail Bey Gaspıralı’ya Dair Seçilmiş Yayınlar – İnci Bowman

Modern Türk Düşüncesinde ‘Cedidci’ Geleneğin Etkisi


İbrahim DİLMAÇ

Her milletin kendine has bir modernleşme doktrini ve buna bağlı olarak gelişen metodu vardır. Batı toplumları genelde modernleşme süreçlerini ortak bir düzlem üzerinde birbirlerine paralel olarak gerçekleştirmişlerdir. Çünkü Batı dünyasını şekillendiren kültürel-siyasal-felsefi kök antık Roma, Anglosakson ve Alman tarihine yaslanmaktadır. Bati ve Dünya tarihininde en büyük aydınlanma hareketi olan reform-ronesans süreci bu toplumların hepsini birlikte etkilemiş ve yeni toplumsal düzen küçük ayrıntılar dışında bu toplumların hepsinde benzer sonuçlar doğurmuştur. Bati aydınlanması ve modernleşmesinin; felsefi temelleri Almanya’da, siyasal temelleri Fransa’da ve endüstriyel temelleri de İngiltere’de atılmıştır. Batıda bugün ulaşılan toplumsal sistemin temelleri; din devlet ilişkisinin yerli yerine oturtulması, bilimsel gelişmelerin hızla üretim sürecine sokulması ve protestan ahlakının egemen kılınması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu süreç günümüzün modern ulus devletlerini inşa etmiştir. Batıdaki modernleşme hareketleri başlangıçta milliyetçi bir doktrine dayanmamaktadır. Daha çok din devlet ekseninde ve sonralarıda sınıf temelinde ekonomik mücadelelere dayanmaktadır. Ancak 19 y.y. Alman İngiliz rekabetinin kızışması ve dünya hammadde kaynaklarının paylaşılması için girişilen amansız mücadele I ve II dünya savaşlarına yol açmıştır. Ve Avrupa’nın başına büyük dertler açan marazi milliyetçilik olan Faşizm-Nazizmin doğmasına yol açmıştır.

Avrupa’yı bu belalardan Atlantik’in ötesinde yeni yükselen medeniyet, ABD kurtarmıştır.

Kısaca esasa itibariyle bugünkü Avrupa medeniyeti ve toplumsal düzeni II dünya savaşı akabinde Avrupa’nın bütünüyle demokratikleşmesi ile kurulmuştur.

Batı bu şekilde bir modernleşme sürecinden geçerken esas konumuz olan Türk halkları arasında da çeşitli modernleşme doktrinleri 19 y.y. ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Batıdan farklı olarak bizdeki modernleşme doktrinleri iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Belki de bu nedenle tam anlamıyla başarılı sonuçlar alınamamıştır. Ya tam anlamıyla bir taklit etme ve Batıya benzeme şeklinde jakoben bir modernleşme doktrini model olarak benimsenmiş ya da yazımızın başlığında yer alan “ceditçilik” gibi dış güvenlik ve bağımsızlık ülküsü çerçevesinde doğan jeostratejik politik durumdan kaynaklanmıştır.

İlkine Jön Türkler iyi bir örnektir. Avrupa modernleşmesinin siyasal başkenti olan Fransa’da eğitim gören bir kısım aydınlar Fransa’nın önemli siyasal akım olan jakobenlerden etkilenmisler ve Türkiye’de jakoben bir modernleşme projesi hayata geçirmeye çalışmışlardır. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında bu jakoben gelenek son derece etkili olmuş ve toplumun genelinde rahatsizlik yaratan bazı devrimler bu anlayış sayesinde gerçekleştirilmiştir. Bağımsız Türk Cumhuriyeti Orta ve Kuzey Asya  kökenli Türkçü cedid aydınlanma doktrininden de yararlanmış ve adeta bu iki modernleşme projesinin karmasından şekillenerek kurulmuştur. Ancak cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ceditçi gelenekten uzaklaşılarak jakoben jön Türk’çü geleneğe göre şekillendirilen bir toplumsal formasyon görüyoruz. Bu süreçte cedidçi aydınlanma felsefesi resmi ideolojiden bağımsız olarak şekillenen muhalif Türkçü-milliyetçi bir doktrine dönüştüğünü yada bu hareket içinde temsil edildiğini görmekteyiz. 1944’lerden itibaren hızlı bir şekilde resmi ideolojiden ayrı bir Türkçülük ve milliyetçilik hareketi gelişmiştir. Bu bağlamda cedidçi aydınlanma doktrininin ne olduğunu ve Türk milliyetçiliğini nasıl şekillendirdiğini incelememiz gerekiyor.

Cedid Terakkiperverler Tudesi Nizamnamesi” başlığı altında cedidci aydınlanma geleneğinin temel ilkelerinin özetini şöyledir;

-Milli kültüre dayalı bağımsız ve hür bir millet olarak yaşamak hayatın esasıdır. Bu bütün milletlerin idealidir.

-Bizim maksadımız Türkistan’ın müstakil ve hükümetin milli olmasıdır.

-Milliyet, dil, anane, edebiyat ve adat birliğine ihtiyaç vardır.

-Hur Türkistan’da devletin şekil ve idaresi cumhuriyet olup, hakimiyetin kaynağı demokratik usullerce seçilen Millet meclisi, vilayet ve şehirlerde ki meclislerdir.

-Türkistan’daki Türk olmayan unsurlar medeni muhtariyetin hukukundan istifade ederler.

-Memlekette vicdan hürriyeti tam olur. Dini ayinlerin icrası hür bir şekilde devlet himayesinde gerçekleştirilir. Memlekette ecnebi misyonerlerin faaliyetlerine müsaade edilmez.

-Basın ve neşriyat hürriyeti ve şahsi hürriyetler devletin anayasası ile teminat altına alınır.

-Memlekette esas vergi kazançtan alınır. Miras üzerinden de kazanç nispetinde vergi alınır. Türkistan’da eski zamanlardan kalmış ortaçağ vergileri lağvedilir.

-Türkistan’daki en önemli sorun göçmen kabilelerin yerleşik hayata geçirilmesi sorunudur. Bu mesele büyük nehirler etrafında tarım arazileri açmakla hallolunur.

-Türkistan’a Türk ırkından olan kavimlerden ve Müslümanlardan başka muhacir getirilemez.

-Türkistan’da işçi meselesi milli sanayiinin kurulmasıyla çözülür.Amelelerin çalışma şartları, iş saati, küçüklerin ve kadınların çalışması ve hizmetlerin muhafaza edilmesi ve sigorta gibi meseleler ise Avrupalılar gibi modern milletlerin usulleri ile düzenlenir.

-Modern bir hukuk düzeni ile kişilerin din, dil ve ırk ayrımına bakılmaksızın tarafsız ve bağımsız bir yargı sistemi kurulacaktır.

Yukarıda özetlediğimiz ve 19 maddeden oluşan cedid nizamnamesinin son maddesi ise şudur; “Kadım bir medeniyetin ocağı olan Türkistan’da asırlardan beri kerakum edip gelen medeniyet eserlerinin muhafazasına ve bunların da yerli hars ve medeniyetin yükselmesine hizmet edecek bir şekle sokulmasına çalışır.”

Yukarıda özetlediğimiz cedidçi aydınlanma doktrininin temel ilkelerini incelediğimizde ‘modern bir devlet’ ülküsü arayışı karşımıza çıkmaktadır. Cedidci’ler milli-demokratik bir modern devlet kurmak istiyorlardı. Bu devletin omurgasını oluşturmak için burjuvaya sınıfına oluşturmak istiyorlardı. Cedidçiler Orta ve Kuzey Asya Türkleri arasında yaygın olan ruhani ve feodal yapıları tasfiye etmek ve çağdaş bir toplum kurmak istiyorlardı. yarı göçebe bir toplum olan Asya Türklüğünde orta sınıflar yoktur. Bu nedenle bir modernleşme devrimini gerçekleştirecek sosyal altyapı oluşmamıştır. Cedidçiler milli bir burjuvazi yaratarak gelişmiş toplumların temel sosyal yapılarını oluşturan orta sınıfları güçlendirmek istiyorlardı. Bunun için büyük çaba göstermişlerdir.

Türkistan aydınlanma hareketi olan ve maalesef tamamlanamayan “cedid” doktrini modern, demokratik, laik, serbest piyasacı ve Turancı bir düşüncedir. Bu aydınlanma çabaları ile birlikte Bolşevik Rusya’sına karşı silahlı bir direniş başlatan Basmacılar hareketine rağmen Türkistan 70 yıl sürecek SSCB esaretine ve komünist toplum düzenine geçmek zorunda kalmıştır. Bu 70 yıl boyunca demir perde örülerek sosyal yapı dondurulmuştur. SSCB’nin yıkılışından sonra ise donmuş olan feodal gelenekler yeniden yeşermiş ve bunun neticesinde de
komünist-faşist kırması totaliter diktatorlukler egemen olmuştur.

Bolşevik işgalinden önce ve sonra bir çok cedidci ve Türkçü aydın Osmanlı devletine gelerek burada başlayan Türkçülük hareketine hem teorik hem de pratik çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda bu aydınların büyük ölçüde destekleri söz konusudur. Bu aydınların en önemlilerini incelemek yararlı olacaktır.

Modern zamanlarda Türk Milliyetçiliğinin en önemli düşünürü İsmail Gaspıralı, kaynağı da onun çıkardığı ‘Tercüman’ gazetesidir. (1883) Gazete Türklerin kendileri için geliştirdikleri değişik bir Arap alfabesi kullanmaktadır. Gaspırali İsmail öncelikle eğitim alanında olmak üzere çeşitli alanlarda getirdiği yeniliklerle Türk modernleşmesinin önünü açan adamdır. Rusya’da yayınlanan ilk Türkçe ve Türkçü gazete olan Tercüman’ın sloganı “Dilde, fikirde, işte birlik” sözü idi. Bu slogan Türk dünyası için bugün bile anlamını korumakta ve yol gösterici olmaktadır. Bir Kırım tatarı olan Gaspıralı İsmail’den sonra Kazan Tatarlarından olan Yusuf Akçura
modern Türkçülük cereyaninin en önemli ikinci ideologudur. Akçura Tatar burjuvazısının tanınmış ailelerinden olan Akçuralar’dandır.

Akçura Avrupa’da eğitim görmüş Tatarıstan’da öğretmenlik yapmış ve Türkçülüğe daha çok düşünce düzleminde katkılar sağlamış bir şahsiyettir. 19 y.y. Rusya’da kapitalizmin gelişmesiyle Orta Asya ticaretini ele geçiren ve hızla zenginleşen ve bir burjuva sınıfı ortaya çıkaran Tatarıstan cedid hareketine ve genel olaraktan Turancı harekete kaynaklık yapmıştır. Bu tip batı dünyasını yakından tanıyan cedidci ve Türkçü aydınların daha çok kuzey Asya Türklüğünden çıkması Tatar burjuvazısının ve oradaki eğitim düzeyinden kaynaklanmaktadır.
Orta Asya’dan daha çok geleneksel formasyonlara sahip siyasi liderler çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’na göç eden Tatarlar’dan Yusuf Akçura milliyetçilik akımı içerisinde birinci derecede rol oynamış birisidir. Akçura, kültürel nitelik taşıyan Türkçülüğe siyasal boyut getirmiş ve “Pan Türkizmin yaratıcısı” olarak tanımlanmıştır.

Akçura’nın en önemli makalesi “Üç Tarz-ı Siyaset”tir. Bu makalesinde Pan Türkçülüğü önerir. Hostler’e göre bu makale Türk milliyetçi çevrelerinde, 1848 Komünist Manifestosu’nun Marksistler nezdinde oynadığı rolü oynamıştır.

Akçura bu makalesinde Türk birliği konusunda şunları söylemektedir:

“Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince; Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlarda Türkleştirilebilecekti”,

Bu makalede Akçura, Türkçülük sayesinde Türk toplumlarının en güçlü ve en çağdaşı olan Osmanlı İmparatorluğunun en önemli rolü oynayacağını belirtmektedir, Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde dinlerin,
ırkların hizmetine girmesi savunulurken; ırk kavramı Türk milliyetçiliğinin tek temeli olarak gösterilmiştir. Ayrıca bu makale ile Fransız ulus anlayışından uzaklaşılmış ve Alman ya da Slav ulus anlayışına geçiş ifade edilmiştir.

Akçura’nın ifade ettiği Türk birliği (Pan Türkçülük) 20. yüzyılın başlarında yeni bir düşünce ve kavramdır. Bu yıllarda Pan Türkçülük, Tatar burjuvazisi içinde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise, Tıp Fakültesi’nde öğrenciler arasında yeni yeni belirmeye başlamıştır. Ancak Pan Türkçülüğün sistematik bir biçimde ortaya konması Üç Tarz-ı Siyaset makalesiyle olmuştur.

II. Meşrutiyet’ten sonra Türkiye’ye gelen Yusuf Akçura bütün ısrarlara rağmen İttihat ve Terakki içinde yeralmamış buna karşın Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin mümkün olduğu kadar bağımsız bir şekilde Pan Türkçülük çalışmasını sürdürmesi için çaba harcamış, o dönemde Ziya Gökalp’in milliyetçiliği, Osmanlı milliyetçiliği, ve muhafazakar milliyetçilik olduğu için Yusuf Akçura, İttihatçılar arasında onun gördüğü itibarı kazanamamış adeta “unutulan adam” olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise bu durumun aksine radikal modernleşmeci tavrıyla Akçura Ziya Gökalp’ten daha fazla ilgi görmüş ve Atatürk’ün en yakınında yer almıştır. Cumhuriyet döneminde çok kısa bir ömür yaşayan ziya Gökalp ise; hilafetin kaldırılmasına stratejik açıdan karşı çıkmış medreselerin kapatılmasına değil ıslah edilmesine taraftar olmuştur. Yanı Ziya Gökalp bugünkü anlamda bir muhafazakar kültür milliyetçiliği yapmıştır. Bu fikirlerini Türkçülüğün esasları, Türkleşmek İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserlerinde ifade etmiştir. Bu esrelerinde dine karşı son derece hoş görülü ve İslam dininin milli kimliğimizin oluşmasındaki katkılarından bolca örnekler vermiştir. Çocuklara dini duyguları sevdirmek için ilahiler yazmış ve güzel mesajlar vermiştir. Ziya Gökalp’in bu dinle bütünleşici yanında Yusuf Akçura çok daha laisist
bir anlayışla dini tamamen millet oluşumuna yardımcı bir unsur olarak görmüştür. Bu sebeple Atatürk Yusuf Akçura’dan cumhuriyetin kurumsallaşması yönünde fazlasıyla yaralanmıştır.

Azerbaycan aydınlarının Türk modernleşmesine ve özgürlükçü Türkçülüğe yaptıkları katkılar ise küçümsenmeyecek derecede önemlidir. Bu Türkçü aydınlardan en önemli ikisi Hüseyinzade Ali Bey ve Ahmet Ağaoğlu’dur. Hüseyinzade Ali Bey İstanbul’a gelerek Ziya Gökalp ve arkadaşlarına Turancılık fikrini aşılayan düşünürdür. Ziya Gökalp’i etkileyen makalesinin adı; “bize hangi ilimler lazımdır” ismini taşımaktadır. Söz konusu makalesinde Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalılaşmak düşüncesini ileri sürmüştür. Ali bey İttihat ve Terakki partisinin kuruluşuna katılmış Türk siyasi hayatında çok önemli bir rol oynamıştır. Azerbaycan’li çok önemli bir düşünce adamı olan Ahmet Ağaoğlu ise başlı başına Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler konusundaki fikirleri ve mücadelesi ile tarihe geçmiştir.

Ağaoğlu 1905 yılında Bakü’de “Fedaî” isimli bir dernek kurmuş, Ermenilerin Türkler’ e uyguladığı baskıyı durdurmaya çalışmıştır. Ahmet Ağaoğlu 1908’de İstanbul’a gelmiş, İttihat ve Terakki Partisi’nde görev almış ve milletvekili seçilmiştir. Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin kurucusudur. Cumhuriyet döneminde de Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nda görev almıştır. Ahmet Ağaoğlu, Türk milliyetçiliğinin siyasal niteliğe dönüştüğü 1911-1912 yıllarında Türklerin farklı farklı isimlerle parçalanmasının yanlışlığı ve nedenleri üzerinde durmuştur. Ona göre “mezhepler ihtilâfi” “siyasi infirak ve muhite esaret” ile “millî bilinç yokluğu” bu ayrılıkların ve parçalanmaların sebebidir.

II Meşrutiyet döneminde Ağaoğlu, dağılan Osmanlı imparatorluğu’nda milliyetçilik açısından en geç kalan Türklerin, varlıklarını sürdürebilmek için milli şuur kazanmalarının zorunlu olduğu görüşüne bağlanarak Türkçülük akımı içinde önemli bir yer edindi. Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” biçimindeki
görüşüne Türkçü ve çağdaşlaşmacı bir yaklaşımla destek verdi. Ağaoğlu için Türkçülük siyasal bir ideolojiden çok, ulusun kurtuluşunu sağlayacak birleşmenin temel kültürel harcı idi. İslamla milliyetçiliğin çelişmediği konusunda dönemin İslamcılarıyla tartışmalar yaptı. Serbest Fırka kendini feshedince eski partisi CHP’ye dönmedi. 1933 yılında Akanı gazetesini çıkardı ve CHP’ye muhalefet etti. Ve bu nedenle gazete kapatıldı. Ahmet Ağaoğlu cumhuriyet döneminde CHP içindeki jakobenlerle ve Kadro hareketini temsil eden özellikle Şevket Süreyya Aydemir’le giriştiği tartışmada batılı anlamda bir modern parlamenter sistemi savundu. Toptancı ve
oligarşık yaklaşımlara karşı, batılı anlamda birey özgürlüğünü ve serbest piyasa ekonomisini savundu. Hatta bir ütopya denemesi olan “serbest insanlar ülkesinde” adlı bir eser yazmıştır. Ağaoğlu’nun Türkçülük tarihi ve Türkiye demokrasisi açısından yeterli derecede incelenmemiş olması büyük bir eksikliktir. Türkçülük düşüncesine ve demokratik özgürlükçü rejime yaptığı katkı küçümsenmeyecek boyutlardadır.

Milliyetçilik aydınlanma sonrası Avrupa’sında; birkaç siyasetçinin programı yada birkaç aydının fantezisi olarak değil, sosyolojik gelişme gibi çok güçlü ve önüne geçilmez dinamiklerin eseri olarak ortaya çıkmıştır. Mesela şehirleşme bu dinamiklerin başında gelmektedir. Basın-yayının yaygınlaşması, eğitimin yaygınlaşması,
milli burjuvazının ortaya çıkışı, bu dinamiklerin en önemlileri olarak sayılabilir.

Bizdeki yanlış inanışın aksine milliyetçiliğin ilk önce azınlıklarda başlamasının asıl sebebi milliyetçilikle bu sosyal bağ arasındaki ilişkidir. Çünkü sosyal bakımdan Osmanlı ülkesindeki azınlıklar daha gelişmiştir. Aynı şekilde cedidci Türkçülük akımının ilk önce İdil-Ural ve Tatarıstan bölgesinde ortaya çıkması ve yaygınlaşması bu bölge Türklerinin sosyal bakımdan diğer Türklere oranla daha gelişmiş olduğundan ve kısmen bir burjuva sınıfı oluşturdukları içindir.

Türk milliyetçiliği Batıdaki milliyetçilikler gibi tamamen sosyal dinamiklerle ortaya çıkmış değildir. Türk milliyetçiliğini iç dinamiklerden çok dış dinamikler belirlemiştir. Ama şurası Türk modernleşme tarihi açısından çok önemlidir; “Türk milliyetçiliği medreseden değil mektepten çıkmıştır” . Osmanlıdaki bu mektepli aydınlara Türkistan göçmeni yine mektepli aydınlarda eklenince Türk modernleşme süreci ve Türk milliyetçiliği düşüncesi ülkemizin hali hazırdaki en köklü felsefi temelleri olan düşünce geleneği haline gelmiştir.

Ziya Gökalp’ Mümtaz Turhan başta olmak üzere bütün Türkçü düşünürler, Türk milliyetçiliğinin önündeki en önemli meseleyi, ülkede yüzyıllardır sürüp giden aydın-halk zıtlaşmasının giderilmesi ve hepsini kapsayan bir milli kültür, milli şuur oluşturulması olarak görmüşler, ayrıca bu bütünleşmenin ekonomik boyutunu araştırmışlardır.

Sanayileşmiş bir toplumun iktisatta korumacılık, kültürde millicilik yapması gereğini Türkiye’de ilk fark edenler milliyetçilerdir. Daha sonra dışa açılmanın serbest rekabetin önemini de ilk fark eden yine milliyetçi aydınlar olacaktır. Bu analitik düşünce geleneğinin nedeni Türk milliyetçiliğinin mektepten memlekete gelişmiş olması yanı sıra bilimsel metotlarla ülke sorunlarının irdelenmiş olmasıdır.

Cedid hareketi ve modern Türk milliyetçiliği hareketi yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi esasında Avrupa’nın Reform ve Rönesans hareketlerine benzer bir biçimde Türk aydınlanma hareketidir. Türk modernleşme doktrini olan bu Türkçülük hareketi henüz tamamlanamamıştır. Bu hareketin tamamlanamamasının bir çok iç ve diş
faktörü vardır. Özellikle Atatürk’ten sonra, bu doktrin modernleşme sürecini tamamen bir üst yapı sorunu olarak ele almış ve tepeden inmeci jakoben bir anlayış devlete egemen olmuştur. Oysa Türk modernleşme tarihinde ve Atatürk’ün bu konuda en çok güven duyduğu düşünce adamlarından biri olan Yusuf Akçura modernleşmeyi aslında bir alt yapı sorunu olarak görmektedir. Bunu şöyle anlatıyor; “İktisadi uyanışın asıl en mühim ciheti, sanayi ve ticareti hor gören ve `Osmanlı Türküne layık meşgale ancak askerlikle memurluktur’ diyen hatalı ve zararlı zihniyetin değişmesidir. Osmanlı, yalnız sipahi ve memurdur. Halbuki, zamanımız devletlerinin temeli burjuvazidir.
Muasır büyük devletler, sanayici, tüccar ve bankacı burjuvaziye dayanarak teessüs etmiştir. Türk iktisadi uyanışı, Devlet-i Osmaniye’de Türk burjuvazisinin oluşmasının meydan-ı itibarı olabilir.” Yusuf Akçura burada burjuvaziyi modern orta sınıf anlamında kullanıyor. Burada Yusuf Akçura sosyal dönüşüm olan modernleşmenin aslında bir iktisadi alt yapı sorunu olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. İktisaden geri kalmış üretim biçimini değiştirememiş toplumlarda modernleşme çabalarının güdük kalacağını belirtmeye çalışmaktadır.

Yusuf Akçura ve diğer cedidci ve Türkçü aydınlar, milliyetçiliği sadece hamaset, dil, tarih bilinci olarak değil, bunlardan daha ağırlıklı olarak da bir iktisadi modernleşme, başka milletlerle iktisadi rekabet anlamında algılamaları bu bilince sahip olmaları dikkat çekicidir. Akçura gibi Ziya Gökalp’de bürokratik köylü toplumundan bir orta sınıf toplumuna, pasif köylülükten kurtulmuş aktif, üretken bir Türk toplumuna geçmeyi hedef almışlardı. Ancak cumhuriyet yönetiminin ekseriyeti asker-bürokrat kökenli oldukları için milliyetçiliğin iktisadi niteliğinden ve bu bağlamdaki bir doğal modernleşmeden koparak jakoben modernleşmeciliği benimsediler. Bunun somut göstergesi tek parti iktidarı dönemi incelendiğinde görülür. Baskıcı bir şekilde topluma dayatılan modern yaşam tarzı sosyal yapıyı değiştirememiştir. Sadece küçük bir bürokratik azınlığı toplumun genelinden koparmış ve ‘kültürel sınıflar’ meydana getirmiştir. Sosyal bakımdan fonksiyonel bir orta sınıf olmadığından yapılan devrimler hayata intibak edememiş toplumsal dinamizm sağlanamamıştır. Resmi bir hamasetle yorgun düşen bürokrasi
heyecanını kaybetmiş hantal bir devlet yapısı ortaya çıkmıştır. İdare edilenler ise bezgin ve yoksul köylü kitleleridir. Sonuç şudur; 1927 yılında nüfusumuzun %75,8’i köylüdür. Aradan 23 yıl geçip 1950 yılına
gelindiğinde nüfusumuzun köylü oranı %75’tir!!! Modernleşmeci ve devrimci tek partinin 23 yılda yaptığı sosyal yapı değişikliği konusundaki başarı oranı %0,8 dır. Adeta bütün sosyal kesimler yerinde saymıştır. İşte bu sosyal realiteden bir çok politik ve ideolojik sonuçlar çıkmıştır. Evvela devlet millet kaynaşması, sosyal, hatta kültürel olarak bile sağlanamamıştır. Geleneksel olarak süren aydın halk zıtlaşması devam etmiş bütün halkçılık iddialarına
rağmen halka ne ekonomik dinamizm nede siyasal katılım götürülebilmiştir. Anadolu taşrasında ilkel ve yoksul bir yaşam tarzı sürüp gitmeye devam etmiştir. Bu CHP ülküsü yüceltildikçe metafizikleşmiş, halktan kopmuş ve sosyal bakımdan fonksiyonsuz hale gelmiştir. Nitekim bu yüceltmenin örneğini bütün bir tek parti
edebiyatında görüyoruz. Mesela ünlü jakoben Recep Peker’e göre; “demokrasi yoz bir rejimdir. Bireycilik, egoizmdir. Komünizm, faşizm gerçi inkılâpçıdır; ama yabancıdır. Halbuki, Kemalizm emsalsiz bir rejimdir ve öyle bir rejimdir ki bütün dünya, bu bürokratik tek parti idaresini örnek almalıdır.” Tek parti döneminin bu emsalsizlik
anlayışı yüzünden Türkiye içine kapanmıştır. İçeride halktan kopuk, dışta dünyadaki gelişmelere kayıtsız bir ideoloji gelişmiştir. Bu durum ülkede yapılan devrimlerle övünen, ama dünyada olup biten gelişmelere ilgi duymayan bunları önemsemeyen ve bunlara emperyalizm olarak bakan üçüncü dünyacı bir kuşak yetişmiştir. İşte bugün bile ülkemiz basını ve bürokrasısı bu kuşağın egemenliğindedir.

Türkiye’de modern devletlere özgü orta sınıfların teşekkülü yönündeki köklü sosyal değişiklikler çok partili sistemle birlikte demokrasiye geçildikten sonra oluşmuştur. Tek parti devrinde şehirleşme ancak 0,8 puan arttığı halde 10 yıllık Demokrat parti iktidarında 7 puan birden artmıştır. Oysa modernleşme orta sınıfları güçlü şehirli bir toplum oluşturmakla mümkün olabilirdi. Köylü toplumlarda modernleşmenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Üretim biçimini değiştirmeden sadece tüketim alışkanlıkları ve kültür-sanat faaliyetleri ile modernleşilemeyeceği tek parti dönemi uygulamaları ile görülmüştür.

Sonuç olarak Orta Asya bozkırlarında bir milletin uyanışı olarak başlayan cedidci düşünce akımı aynı dönemlerde Anadolu’daki vatanı ve Türklüğü kurtarma arayışlarıyla kucaklaşarak modern Türk milliyetçiliği düşüncesini realize etti. Bu realizenin en somut kanıtı Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu devlet Türk
Milliyetçiliğinin eseridir. Ancak devlet yapısı kuruluşundan fazla bir zaman geçmeden hantallaşıp yeni gelişme ve değişmelere ayak uyduramamış ve zaman tünelinde kalmıştır. Dünyadaki hızlı teknolojik, bilimsel ve sosyal gelişmeye paralel bir gelişme sürdürmemiş ve 20 y.y. de toplumsal düzenimizi ve üretim biçimimizi tam olarak
değiştiremeden tamamlamış bulunuyoruz. Ancak genel hatları itibari ile bugünkü Türkiye, şehirli ve modern bir Türkiye’dir. Bölgesinin en güçlü ekonomisine sahiptir. Henüz yetersiz olmasına rağmen, eskisine oranla çok güçlü, dinamik, milli meseleler karşısında duyarlı ve aktif, geçmişteki köylü durgunluğundan sıyrılmış bir orta sınıfa
sahip, demokrasi bilinci de gün geçtikçe artan bir toplum yapısına sahibiz. Yıkılan bir imparatorluktan bağımsız bir cumhuriyet çıkaran cedidci ve Türkçü aydınlar kendi dönemlerinin en ileri fikirlerini savundular. O doneme göre lüks sayılabilecek bir şekilde demokrasiyi ve milletin iradesini savundular. Millet iradesini ve hukuk devletini
her şeyin üzerinde gördüler. En temelde ise bazılarının itirazlarına ve kabul edememelerine rağmen kimliğimizi tescil ettirdiler; “Biz Müslüman Türkleriz. (Türklerin %90dan fazlası İslam dinine inanmaktadır, diğer dinlere inanan Türklerde vardır elbet) bu yönüyle Araplardan da Hıristiyan Avrupa’dan da farklı bir kimliğimiz ve
kültürümüz vardır. Bu kimliğim cihan haritası içerisinde ki siyasi ifadesinin zirvesi, Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu devlet Türk Dünyasını tam olarak bağımsız olan devletidir. Turan coğrafyası Türkiye Cumhuriyeti etrafında şekillenecektir.

Ancak rahmetli Dündar Taşer’in sözünü hiç ama hiç akıldan çıkarmamamız gerekmektedir. “Biz çadırımızı sırtlanların yolu üzerine kurduk” evet bizim vatanımız güzel ve alımlı bir kız gibidir. Herkesin onda gözü vardır. Bu nedenle üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasında küçük bir devlet olarak yaşamamız mümkün değildir. Bu
coğrafyada ya Roma, ya Selçuklu yada Osmanlı gibi büyük olmak zorundayız. Yani bir dünya devleti olmak zorundayız. Bu coğrafyada sürünerek yaşamak Türk milletine yakışmayan bir durum arz etmektedir. Ancak etrafımız tehlikeli düşmanlarla dolu ve içimizde bizi bölmek isteyenler var diye paranoyak olmamıza ve bu nedenle milletimize demokrasi ve bireysel hürriyetleri çok görmemeliyiz. Bu tip komplocu paranoyalar genelde kapalı toplumlarda üretilir ve yaygınlaşır. Bugün ne yazık ki 19 y.y. cedidci ve Türkçü aydınların dünyaya bakışları
şimdiki aydınlarımızdan daha ileridir.

Modern Türk düşüncesinin temeli olan cedid aydınlanmasını doğru yorumlayarak 21 y.y. bir Türk yüzyılı yapmak için mücadele etmeliyiz. Bu fırsatı ne yazık ki 20 y.y. kaçırmış olduk. Modern Türk milliyetçiliğini; din devlet, aydın halk, devlet millet, batı doğu eksenli gerginliklerin çözümü noktasında tarihi misyonuna uygun bir
şekilde yeniden yorumlayıp dizayn etmeliyiz. Bu siyasi ve sosyal meselelerin çözümü ancak modern Türk milliyetçiliği ile mümkün olabilir. Türk milliyetçiliğini köklerindeki sosyal bilim ve analitik düşünce geleneği içinde yeniden değerlendirmeli ve harekete geçirmeliyiz. Emperyal bir milliyetçiliği şiar edinmeli ve ülkemizi Avrasya coğrafyasının en büyük gücü haline getirmeliyiz. Oluşturacağımız demokratik devlet modeliyle Türk dünyası ve diğer Asya toplumlarına örnek teşkil edecek bir değişim gerçekleştirmeliyiz.


İbrahim DİLMAÇ :1970 Rize – Ardeşen doğumlu.  Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F çalışma ekonomisi bölümü mezunudur. Çeşitli yerel dergilerde yazı, makale ve bildiriler yazdı. Halen Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nce yayınlanan Ülkü Ocağı dergisinde yazmaktadır  ve serbest meslek sahibidir.

İsmail (Bey) Gaspıralı, Pantürkizm ve Polonya ile Münasebeti

Selim HAZBİYEVİÇ *

Bu tebliğimde İsmail Gaspıralı’nın ne hayatından, ne de O’nun fikirlerinden teferruatlı bir tarzda bahsedeceğim. Sadece İsmail Gaspıralı’nın sahibi olduğu ve geliştirdiği (Panislâmizm’e benzeyen, onunla aynı devrede ortaya çıkan ve hatta aynı vasfı taşıyan) “Pantürkizm” veya “Panturanizm” olarak bilinen, milliyetçilik fikrinden bahsedeceğim.

Hemen burada Gaspıralı’nın fikirlerinin teknik esasını, Cemaleddin Afgani’nin “Panislâmizm” mevzusundaki görüşlerinin teşkil ettiğini kaydetmek istiyorum. Birçok tarihçi ve onların fikirleri, doğru olarak, Gaspıralı’nın “Pantürkizm” fikrinin “Panslavizm”e karşı bir reaksiyon olduğunu teyid etmektedir. Bu reaksiyonun bilhassa “Panslavizm” dahilindeki “Büyük Rus Milliyetçiliği”ne karşı olduğu belirtilmelidir; ki, bu nazariye Homyakov vasıtası ile ortaya konmuş ve Dostoyevski’nin eserlerinde sıkça işlenmiştir. Bugün ise bu fikri, A. Soljenitsin’in terorik çalışmalarında müşahade etmekteyiz.

“Panslavizm”in bir başka cephesi daha vardı; “Polonya (Leh) Milliyetçiliği”. Bu nokta, ilk önce, meşhur Polonyalı şair Adam Mıtskeviç’in eserlerinde, Yulyuşa Slovatski ve diğerleriyle az miktardaki romantik Polonyalı şair ve yazarın eserlerinde görülmektedir. Mıtskeviç’in geneli fikirleri -Homyakov ve Dostoyevski’nin teorik fikirlerinin aksine- “Panslavizm”in “Büyük Rus Milliyetçiliği”ne tamamen zıttır. Mıtskeviç’i» teorisine, demokratik bir fikirdir denilebilir. Zira, O, Rus Çarlarının totaliter diktatörlüklerini (yani istibdat idarelerini) reddeden, ancak Rus Milleti’ni de dahil eden, tek bir “Slav Milleti” fikrini savunuyordu.

“Büyük Rus Panslavizm”i 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yıllarında bir süre, hayali bir tarzda “Slavların   Birliği”ni tesise uğraşan bir hükümdarlığın gelişmesi olarak tezahür etmiştir. Hatta bu fikrin kendi bünyesinde, “Birlik” amacındaki otoritenin yerinin halk veya genel bir zümre ile değiştirilmesi mümkündü.

Mıtskeviç, “Collage de France” de yer alan “Slavların Kilise Edebi vatı” adlı çalışmalarında, tarihte milletlerin içinden çıkan ancak milletlerin iradesinin üstünde yer almış istibdat rejimlerinden ve bu totaliter-idarelerin sebeb oldukları kederlerden bahsetmektedir. Dolayısıyla, Gaspıralı’nın fikri, genel olarak “Büyük Rus Totaliterizmi”ne karşı verdiği mücadele yönüyle de bu noktada tasdik edilmiştir. Zira, Mıtskeviç, totaliter rejimleri atmış milletleri, günümüzün büyük milletleri olarak kabul etmektedir. Onun fikrine göre, Cengiz Han da suçludur. Keza Mıtskeviç bir eserinde, Marksist idareler altındaki Türklerin tekrar “Cihan Şümul” bir devlet tesis etme fikirlerinin, Cengiz Han devrinin şartlarından kaynaklandığını iddia etmektedir.

Şeriat kanunları, yani “Fıkıh” dahilinde İslâmî bir nizamın teşkili için her türlü fikrî ve teorik gelişmeye izin veren, Panislâmizm’in lideri Cemaleddin Afganî, “taklid” esasına dayalı her türlü idareyi tasvip etmemektedir. Bütün bu esaslar, Gaspıralı’nın fikrinin ve esaslarındaki gelişmelerde tesirli olmuştur. Partürkizm’in düşmanları olan ve onun temellerini Masonlu’ğa kadar vardıranlar, bunun ne Batılı, ne materyalist, ne de Masonluk niteliği taşımadığını ve görüntü itibariyle Osmanlı Hilâfeti’nin esasları olan İslâmî unsurların dahili tesirlerini idrak edememişlerdir.

Yusuf Akçura ve Ziya Çokal gibi,  “Pantürkizm” fikrinin teorisyen-lerinden ve müdafaacılarından biri olan İsmail Gaspıralı, birçok tanınmış talebeye sahipdi. Çelebican ve Cafer Seyidahmet’in de bulunduğu talebeleri  arasında  aynı  zamanda,   Polonya ve  Litvanya  Tatar-Türklerinden de çok sayıda insan bulunuyordu. Bu üç ülkeden iştirak edenler arasında, Mıtskeviç’in de yazılabileceği, aydınlar büyük ekseriyeti teşkil ediyorlardı.

Rusya’da esir edilmiş Müslüman Tatar-Türk cemaatinin hürriyet ve istiklal mücadelelerine iştirak etmiş birçok Polonya ve Litvanya Tatar-Türklerinden bazılarını hatırlıyorum: Mesela; Kırım Hükümet Bürosu İdarecisi ve Azerbaycan Hükümet Bürosu idarecisi olan Arslan Nayman Mirza Kırgın, Onun kardeşi ve Azerbaycan Hükümeti Adalet Bakanı

Nayman Mirza Kırgın, Kırım Demokratik Cumhuriyeti Adalet Bakanı İskender  Ahmetoğlu, Kırım Tatar Hükümeti’nin yayını olan Kırım Gazetesi’nin Başredaktörü Aliasker Miharoğlu ile Kırım Tatar Hükümet Baş. l
kanı ve aynı zamanda Azerbaycan Ordusu Komutanı ve Müsavat Partisi azası olan Matsey Süleyman Sulkeoğlu.

Tatar-Türkleri’nin lider şahsiyetleri ve onların hürriyet mücadeleleri, l sürgündeki Polonya Hükümeti’nin ve onun lideri Mareşal Pilsudski’ninl ilgisini çekmiştir. 1950 senesinde Londra’da “Polonya Mülteci Postası”.! nda neşredilen Cafer Seyid Ahmet ile Pilsudski’nin sohbetleri, Pilsudski’-l nin Jön Türkleri faaliyetleriyle oldukça yakından alakadar olduğunu vel bilhassa Enver Paşa’nın şahsiyetinden endişe duyduğunu ortaya koymak-1 tadır. Yine aynı belge, Enver Paşa’nın (Kızıl) Moskova’daki faaliyetleriyle l Türkistan’ın istiklâl mücadelesinin teşkilatlandırılmasına ait planların dal Pilsudski tarafından bilindiğini göstermektedir. Metinlerden anlaşıldığına göre, Seyid Ahmet, Enver Paşa’nın icazetiyle, planları Pilsudski’ye bilhasa vermiştir.

I. ve II. Dünya Savaşları esnasında, Polonya Hükümeti ülke haricindeki Tatar-Türkleri’nin, gerek Sovyet Rusya’daki gerekse sürgündeki istiklâl mücadelelerini, bilhassa da Varşova’da kurulmuş olan “Millet Fırkası”nın faaliyetlerini, siyasî olarak desteklemiştir. Şark Enstitüsü de Polonya’daki Kırım-Tatar Türkleri’nin millî hareketlerini tanzim etmiştir.

Bu suretle, birkaç sene sonra, İsmail (Bey) Gaspıralı’nm ruhu Varşova’da yaşamıştır. Şimdi de Tatar-Türkleri’ni ve Müslümanları aydınlatmak için tekrar geri dönüyor.

Yoksa, kabri Varşova’da mı?

Böyle durumlarda Polonya’da “Tarih tekerrürden ibarettir.” manasına gelen bir deyim kullanılır.

(Tercüme Eden Tahir Sümbül)

(*)   Poloriya-Gdansk şehrinde,  3  ayda bir neşredilen    “İSLÂMİ  HAYAT”  Dergisi  Redaktörü



İsmail Gaspıralı ve Kırım Türkleri

Sabri Osmanoviç İZİDİNOVİÇ

Mübarek Ramazan ayı başında “Esselâmü aleyküm ve rahmetullahü baraka”. Aziz vatandaşlar, muhterem ve sayın ağa-beyler, hanımlar, efendiler ve arkadaşlar.

İlk baharda, Navruz arifesinde, şefkatli, şifalı, dülber ve de facialı tarihi olan Kırım’a “Hoş sefa geldiniz, Ehlen ve sehlen” hürmetli misafirler.

Merhabalar, bu muhteşem toplantıyı hazırlayıp bize teklif ve tavsiye eden konakbaylar.

Hemen hemen yarım asır boyunca evladından -Kırım Tatar halkından- ayrılan Kırım adası (bu sebebten bazı şirinlikleri kaybolsa da) -acaip, efsanevî, dünya huzurunda başka bir köşeye. benzemeyen vatanımız-Allah’ın hikmetiyle, bizim millî gururumuz, muazzam mütefekkir, içtimaî ve maarif erbabı, meşhur tanzimatçı, Türk Müslümanlarının terakkiyatını, onların haysiyetini ve medeniyetini yükselten bu günlerde doğumunun 140. yılı münasebetiyle kutlamakta olduğumuz büyük insanın -İsmail Mirza Mustafaoğlu Gaspıralı’nın- da vatanıdır. Rahmetullah Aleyhi.

Önümüzdeki İsmail Bey’i anma töreni onun halkı daha sürgünden tamamiyle ata yurdumuza toplanmadığı için biraz taacüp ve efkâr doğursa da, diğer taraftan Kırım vilayetinin idarecileri bu toplantıyı acele ve gönülsüz yapsalar da bu, uzun zamandır beklenen, hükümetin hışmıyla geciken günlere yine de kıvançlı günler demek mümkündür. Hem de bu günler bizleri daha çok sevindiren bir devrede geçiyor. Şükür yaradana: Senalar hamd olsun! Azap ve nurluklardan, felâketlerden sağ kalan, gurbet diyarlarında hasretlikten dert sahibi olan halkımız büyük mücadeleler verip, müşkül vaziyetlere düşerek resmî engellemelerden dolayı gerektiği kadar çabuk olmasa da vatanında toplanmaya başladı. Avdet muhaciri oldu!

Gözaydın   ve   aydınlıkta   bulununuz,   muhterem, bitmez tükenmez vatandaşlarım.

İlk önce canı yürekten sıtkı gönülle vatana dönenleri (öksüz gibi ana vatan kucağına nail olan, sanki korkunç bir rüyadan, müşkül bir hastalıktan sonra, esaretten fırsat bulup, dede-babalarımızın hakarete uğrayan mukaddes mezarlarına sahip çıkıp tarihî ve şanlı yurdumuza yeniden gelip temel atan vatandaşlarımızı) onların cemil akraba taallukatını, soy soplarını, çoluk çocuklarını tebrik edip onların daima sağ selâmet, ve saadet içinde olmalarını ve vatan şifası ile mavi gök ve deniz gibi uzun ömürlü olmalarını dileriz.

Şükür Allah’a, nihayet bu günlere nail olduk, böyle günleri de gördük. Yüreğinizden silinmeyen vatan sevgisi ile vatan için çektiğiniz kaygınız, kasvetiniz, bir ömür süren efkârınız helâl hak olsun.

Zalimlerin işkenceleriyle can derdinde bulunduğunuz  dönemlerde, sefil ve rezil hallerde, belâ ve musibet pençelerinde haysiyet ve iradenizi kaybetmediğiniz, teptirmediğiniz, vatan arzu ve hayallerinizden vaz geçmediğiniz için sağ olunuz, temenna ile binlerce teşekkürler.

Bizi çeşitli kaderlere boğan vak’alar ve sebepler olsa da -bu günleri mutluluk günleri saymak mümkün- netice de halka avdet kapısı zorla aralandı. Ve bu dönemde bizler İsmail mirzanın doğum gününü beynelmilel bir toplantıyla hatırladık. Velâkin böyle günlerde bile unutmayalım ki, daima sağ olduğumuzu aklımızda zihnimizde tutarak çoluk çocuğa, sabiy sübyana, kız kırkına, civan delikanlıya yani neslimize aralıksız, muntazam halde halk faciasını gönülden saf ve pak, ayıbı suçu olmayan, peygamberimizin ümmetine sadık Kırım Tatarları’nın sonsuz sürgünlükte vahşi idarecilerin zulmünden, iftiradan, açlıktan, soğuktan, yoksulluktan, hastalıklardan, bünyelerine uygun olmayan yerlerin iklim ve havasından,

Gelecekte vatanın evvel ezelden var olan şanını yeniden yükseltilmesi ve. bir cennet köşesine çevrilmesi uğrunda bütün gücünüzle, mihnetle uğraşarak yapacağınız büyük işlerinizde muvaffakiyetler dileriz. Hakikaten vaktiyle çöl tarafındaki atalarımızın söylediği gibi “Tırışkan tabar, taşka kadak tagar”.

Ak ve uğurlu hayat şartları vatan toprağında. Allahu Taalâ halkın tamamına vatana avdeti, yeni hayata ve yeni dünyaya başlamasını nasib eylesin.

Bizi çeşitli kaderlere boğan vak’alar ve sebepler olsa da- bu günleri mutluluk günleri saymak mümkün- netice de halka avdet kapısı zorla aralandı. Ve bu dönemde bizler İsmail Mırza’nın doğum gününü beynelmilel bir toplantıyla hatırladık. Velakin böyle günlerde bile unutmayalım ki, daima sağ olduğumuzu aklımızda zihnimizde tutarak çoluk çocuğa, sabiy sübyana, kız kırkına, civan delikanlıya yani neslimize aralıksız, muntazam halde halk faciasını gönülden saf ve pak, ayıbı olmayan, peygamberimizin ümmetine sadık Kırım Tatarları’nın sonsuz sürgünlükte vahşi idarecilerin zulmünden, iftiradan, açlıktan, soğuktan, yoksulluktan, hastalıklardan, bünyelerine uygun olmayan yerlerin iklim ve havasından, mecal takat bitiren işlerden merhum, mağfur ve kurban olduklarını, şehit gittiklerim binlerce dille anlatıp bildirmek bizim borcumuzdur.

Bu insanlar, gurbet diyarlarında belâ ve musibetlere, ecnebî ellerde vatan hasretliğinden, nar u fırkattan hasıl olan dertlere bakmadan son nefeslerine kadar Kırım’a döneriz, adaletsizlik mutlaka sona erer diyerek arzu ve ümidlerini hiç kesmediler, millî haysiyetimizi çiğnetmediler, sefil ü rezil ettirmediler

Tasavvur edilemiyecek kadar acıklı durum. Yazık olsun bu günleri bizim merhum ve mağfurlarımızın görmesi nasip olmadı. Bu fani dünyada takdirleri, talihleri öyle emir olunmuş, başlarına öyle yazılmış.

Geliniz, biz müslümanlar İslâmın şartına uyarak dede babalarımızın adeti üzre ölülerimizin ruhuna bir dua edelim.

Bismillâhirrahmanirralıim.

Ayuha al ihva val ahavat fala hakra al fatiha ala ruh ihvanina va ihvatina va a’vnaina al lazina astaşhadu fi sabil al a’vda i’lal vatan-fa innahum kad astaşhadu va zalika mına al iftira val zulüm val cu’a val bard val amrad val a’malı şaka ve zalika fi sabil vatanihim al maslub. Al lazine halamu bil avda lahu.

Va rahmatu alla aleyhim va a’la cami’a al muslimin val muslimat a’cmain. Al fatiha …… amin.

Aziz vatandaşlar, izzetli misafirler, hürmetli konakbaylar.

Bizim muazzam vatandaşımız İsmail mirza Gaspıralı’nın dünya huzuruna gelmesinin 140. yılı münasebetiyle yapılacak olan toplantımız uğurlu olsun. Saf dille, bizim dikkatimize teslim edilecek nutuklar, yapılacak müzakereler, müşavereler, konuşmalar milletlerarası izzet hürmet ve dostluk inkişafının iyice sağlamlaşmasına büyük hisse katar zannediyoruz.

Bu günden itibaren önümüzdeki günlere tarihî günler, halkımızın geçmiş yolunda bir adalet ferseng taşı, ömrünün asseb-i seyyaresinin büyük mücadelesi sonucu kazanılan bir tekebbür sahifesi demek mümkündür. Ümidimiz sağlam. Bu büyük ehemmiyeti olan tasdik ve anma toplantısı çoğumuzda gurur ve haysiyet duyguları doğurur ve arttırır, halkım yüce Çatırdağ gibi evladıyla daha etraflıca tanışır. Çünkü yakın yıllara kadar onun adı, icadı, Müslüman Türk’dünyasına tesiri, ittihat ve terakki işlerinin neticesi hakkında ma’lumat ve haber vermek yasaktı. Ne yapalım, muallim İsmail Mirza Gaspıralı’nın çok defa ihtar eder gibi söylediği “Ahkâm-ı zeman, tebdil-i zeman- caiz” sözü bu vaziyeti tamamiyle ifade ediyor. Kısmet olursa bu günlerden itibaren Kırım Tatar halkının meşhur mualliminin ömrü boyunca yaptığı faaliyetlerin çeşitli yönleri mümkün olduğu kadar aydınlatılmaya başlanır ve şüphe yok ki bu alicenap iş, bu toplantıdan sonra gittikçe muntazamlaşır ve daha da genişler.

Bu istek halkımızın kara talihinden, bahtsızlığından meydana geliyor. Bizler cahiliye yoluna inmekle beraber tamamen akılsız ve nadansız, avamî hale düştük dersek yanılmayız. Bu feci vaziyetin başlangıcıdır. İnkılâptan sonra bu büyük insanın ilm ü feraset, içtima-i muallimiye, beynelmilel dostluk aşılaması gibi faaliyetleri, hiç bir ilmî tetkikatin, toplantının, araştırmanın konusu olmadı. İşte onun için, yakın ve ırak diğer dış müslüman memleketlerden İsmail mirza Gaspıralı’ya, onun horlanan amma şan ve haysiyetini hiç bir zaman yere düşürmeyen halkına, doğup büyüdüğü ve ilham aldığı vatanı Kırım’a büyük hürmet gösterip gelen misafirlerin, mütehassısların konuşmalarını haberlerim, yeni vesikalara dayanan malumatlarını sınırsız sabırsızlıkla bekleriz.

Bizim büyük yurtdaşımızın şimdiki torunlarına onun kıymetini, çok millet ve kabilelerde nam kazandığını bildirdiğiniz için, İsmail mirza hakkında iyi fikirler, samimi duygularla rahatınızı bozup Kırım’a gelecek lanet tatilden sonra milletimizin hayatında küçük bir ışık göründüğünde millî tarihin ve medeniyetinin inkişaf ve terakkiyesine iyi niyetle yardımcı olduğunuz için derin temenna ile binlerce defa sağ olunuz.

Halkımızın millî medeniyetinin ve ananelerinin çektiği sıkıntılarla yok olmaya başladığı bir sırada parlak bir geçmişin sahifesini adaletle açarak şanını gene tabii dereceye yükseltmek niyetiyle ve İsmail mirza. Gaspıralı’nın doğum münasebetiyle anma günlerine bağlı toplantıyı hazırlayanlara ve bütün teşkilât işlerini eda edenlere çok çok teşekkür ederiz.

Bu meclis-i müşavere ve yakında yapılacak olan Millet Kurultayı Kırım Tatarları’nın gelecekteki millî medeniyetinin ilerlemesine, vatana tamamiyle avdet etmesine mukaddeme, temel adımlardan biri olsun. Bunları yaparken İsmail Mirza Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik” Şiarını bir an, bir saniye, bir dakika unutmamalıyız. Millî harekette hakkıyla meydana gelen teşkilâtlar ve cemiyetler sataşmalardan vazgeçmelidir.

Halkımız bilir bilmez mukaddes iradesine ters hareket edenlere karşı nefret besler, lanet okur. Halkımız böyle zatlar için evvel ezelden “Kanında olmazsa, canında olmaz” der. Bu hali ifade etmek için İsmail Mirza ulu Şeyh Saadi beytini kendi eserlerinde bir kaç defa kullanmıştır.

“Akıbet kaşkır yavrusu kaşkır olur,

Adamlar arasında büyüse bile.”

İsmail Mirza atamızın hakiki torunları sayılabilmemiz için bizler evde olsun, işte olsun, cemaatçilikte olsun, rahat dönemlerde bile her adımımızı, hareketimizi, niyetimizi, usullerimizi halkımızın şan ve itibarını düşürmemesi nokta-i nazarından yapmalıyız.

Geliniz, aziz vatandaşlar, dinimizi, millî örf adetlerimizi, ananelerîmizi, asabaylığımızı, atalarımızdan kalan terbiye tertip ve nizamlarımızı izzet ü hürmet ederek kanımıza canımıza sindirelim, insaniyetli, merhametli, alçak gönüllü olalım, şeytan şerrinden, gönül iflasından, tembellik ve iradesizlikten gelen kara batıl yolunda vicdan kılavuzu bulalım, kart ve kartiylerimize, kartbaba ve bitalarımıza, ana-babalarımıza ihtiyarlarımıza saygı gösterelim, zor günlerde bir birimize yardım edelim, var olunca yokluk zamanlarımızı unutmayalım. Kazanç ve gelir diye çoluk çocuğumuzun cahil ve avamî kalmasına kayıtsız kalmayalım, iyilikten vazgeçmiyelim, ve kemlik yapmayalım, yeni aileler kurarken halkımızı, dinimizi göz önüne alalım, kız kırkınlarımıza, ve civan yiğitlerimize zemanevî çirkin kılıklar ve edepsizliklerin geçmesine izin vermeyelim, asırlar boyu halkımızın yaptığı gibi mal ve mülk zenginliğine bakmadan hakiki ilm ü sabırları saygı gösterelim, gaflete dalmayalım.

Horlanan halkımız için, onun Vatana dönmesi ve geleceği için, millî müderrisimiz İsmail Mirzanın mübarek ruhunun hatırı için, geliniz hepimiz dost ve muhabbet olalım.

Varsın bizim vatanımız Kınm’da ve bütün dünyada insanlar arasında dostluk, talakalık, iyilik, rahimlik esas-kanun olsun. Bu insanî İslâmî ve medenî şartların halklar arasında temel olmasına çalışan bütün cesaretini, ilm ü ferasetini, ömrünü buna bağışlayanlardan biri de bizim gururumuz İsmail Mirza Gaspıralı, Rahmetullah aleyhi.

Bir daha- teklifinizden ve davetinizden gayet memnunuz, çok çok teşekkür ederiz, bütün işlerinizde muvaffakiyetler dileriz.

Selika-i dikkatinize teşekkür ederim.

Gaspıralı ve Vilnyus


Adas YAKUBASKAS (YAKUBOĞLU)

Çeviren: M. Halil LEYLAK

Kendi ismimden, Litvanya tatarları isminden ve bu şerefli toplantıyı selamlamaktan dolayı çok mutluyum.

Tarihimize öyle bir yön çizilmiştir ki biz bugünkü Litvanya, Polonya ve Belorusya Tatarları, daha önce de bir devletin, Büyük Litvanya Prensliği’nin vatandaşları olarak başka bir ülkeye ilk göç edenler olmuştuk.

1397’den beri yaklaşık 600 yıldır atalarımız Litvanya topraklarının konukseverliğinde yaşamaktadırlar.

XVI-XVII. yüzyıllar arasında ana dilimizi kaybetmekle beraber İslâm sayesinde tatar halkının bir parçası olarak korunmuştuk, çünkü atalarımız Tanrının emirlerine taviz vermeden uymuşlardı.

Ve şimdi 600 yıl sonra bir Litvanya tatarı olarak bu salonda sizleri selamlayabiliyorum.

Konuşmam uzun sürmeyecek, bu detaylı bir rapor olmayacak, daha doğrusu büyük Kırım Tatarı, büyük insan ve eğitimci İsmail Gaspıralı’nın Litvanya ve Polonya’da bulunmasıyla ilgili birkaç ayrıntıyı onun biyografisine eklemek istiyorum.

İsmail Gaspıralı Polonya ve Litvanya’daki Tatar yaşantısıyla çok ilgilenmiştir.

İsmail Gaspıralı Beğ’in yaşantısındaki bazı ilginç olaylar, onun Litvanya ve Polonya’da yaşayan Tatarlara karşı yaklaşımını göstermektedir.

1881 yılında genç Gaspıralı yerli Tatar halkıyla daha yakından tanışmak amacıyla Vilno’ya gelir.

İlgi çekicidir ki geleceğin Kırım Tatar Ceditçisi Polonya Tatarları arasından kendine bir eş seçmek istemiş ve Tatar çiftlik sahiplerinden Polonya Tatarı mareşal Matsey Ahmatoviç’in kızı Panne Mariya Ahmetoviguvne’ye teklifte bulunmuştur.

Ancak genç Gaspıralı’nın bu arzusu kabul edilmemiş, çünkü Matsey Ahmatoviç kızını Polonya Tatarları arasından hafif süvari alayı albayı Konstantin Krıçinskiy’e vermek istemişti.

Gaspıralı’nın niyetlerinin ne kadar ciddi olduğunu Kriçinskiy’in aile arşivinde bulunan el yazması bir Kur’an göstermektedir; bu Kur’an Gaspıralı’ya annesi tarafından gönderilmiş ve o zaman bir genç kız olan Mariya Ahmatoviguvne’ye hediye edilmiştir. Bir de Gaspıralı’nın seçtiği kıza yazdığı 3 adet mektup bulunmaktadır. Mektuplardan ikisi Rusça, biri Fransızca olarak yazılmıştır. Mektuplardan birisi 13 Ocak 1881 tarihini taşır, diğer ikisi ise tarihsizdir.

Onun Kowno’da (Kaunas) bulunduğunu ve burada yerli tatarlarla tanışmış olduğunu da biliyoruz.

Tüm bu ayrıntılar geleceğin “Tercüman” redaktörünün Litvanya ve Polonya Tatarlarını kendi kan kardeşi olarak kabul ettiğini göstermektedir.

Vilno’da bulunduğu sıralarda Vilnyus camisini ziyaret etmiştir.

Gaspıralı’nın biyografisine bir nokta daha eklemek isterim. Gençliğinde Moskova’daki (Askeri Lisede) Litvanya tatarlarından Mustafa Davidoviç’le birlikte okumuştu. Bu iki genç insanı o zamanki Moskova’nın Panslavizm atmosferi ve Türklere karşı duyulan hoşnutsuzluk sıkıyordu. 1867 yılı yazında, tatil döneminde ikisi ‘Kırım’a gitmeğe karar verdiler. Oradan Türklere yardım etmek amacıyla Girit adasına gidecektiler. Basit bir kayıkla Volga ve Don’dan geçtiler. 45 günlük bir seyahatten sonra Kırım’a ulaştılar. Oradan gizlice Odesa’ya kaçtılar. İstanbul gemisine binecekken jandarma tarafından tutuklandılar ve sonra Bahçesaray’a gönderildiler.

XIX. yüzyılın 80’li yıllarında Davidoviç Kırım’a gitmiş, Türk-Tatar dilini öğrenmiş, Kırımlı bir Tatar kızını eş olarak almış ve Kırım tatarlarının toplumsal yaşantısına aktif olarak katılmıştır.

İlkönce Bahçesaray’da, sonra Aluşta’da belediye başkanı olmuş daha sonra da o sıralarda artık ünlü bir bilim adamı olan İsmail Gaspıralı ile ilişkilerini sürdürmüştür. Davidoviç Kırım için çok şeyler yapmıştır.

1910 yılında Gaspıralı ile birlikte “Rüştiye Mektebi”nin yeniden düzenlenmesi için çalışmaya başladılar. 1912 yılında Aluşta şehrinin belediye başkanı olarak Davidoviç Kırım’da Müslüman İlahiyat Medresesi’nin açılmasını sağladı.

Davidoviç 1914 yılında Aluşta’da Kırımlı Tatar eşiyle evliliğinden geriye beş çocuk bırakarak vefat etti.

1933 yılında “Tercüman” gazetesinin kuruluşunun 50. yılı münasebetiyle Varşova Doğu Enstitüsü’nde Gaspıralı anısına konferanslar verildi. Bu gecede misafir konuşmacı olarak Kırımlı ünlü siyaset adamı Cafer Seydahmet söz almıştı.

* Akmescit, Mart 1991

Gaspıralı ve Rusya Müslümanlarının Kimlik Mücadelesi, 1905-1907


Giray Saynur Bozkurt *

1904-1905 Rus-Japon Savaşı ve bunun sonucunda Rusya’nın mağlubiyeti, Rusya İmparatorluğu’ndaki değişikliklerin de temel taşını oluşturmuş, artık Çarlık rejimi çok büyük bir darbe almıştı. İmparatorluğun sömürge halkları ve tabii ki Rusya Müslümanları arasında, Asya milletinin, yenilmez kabul edilen bir Avrupa Devleti’ni yenebileceğinin isbatı olarak yorumlanan bu mağlubiyet, siyasi hareketlerin de başlangıcı olmuştu.

Bu dönemdeki İmparatorluğun sosyal ve ekonomik problemleri, inkılâpçı hareketler, grevler, liberal birliklerin kurulması, haysiyet kırıcı askeri mağlubiyet ve mutlakiyetçi rejimin reaksiyonu ile çok kritik bir noktaya gelen genel durum, 22 Ocak 1905’te vuku bulan “Kanlı Pazar” katliamıyla bütün imparatorluğu sarsarak patlamıştı. Bütün Rusya’da İnkılâpçı kargaşalar ve anarşi görülmemiş boyutlara ulaşmış, nihayet Çar Nikola II emperyal manifestosunu ilan etmiş ve bunu Ekim manifestosu takip etmiş, ancak kargaşa ortamı yatışmamıştı.

Rusya İmparatorluğu’ndaki Türk-Müslümanların siyasi bir platform üzerinde birliğinin temini için ciddi adımlar ilk defa bu dönemde ortaya atılmış ve bir ölçüye kadar bu birlik gerçekleştirilebilmişti. İmparatorluktaki bütün Türk halklara şamil bir siyasi hareket ortaya çıkmıştı.

Bu ortam Kırım�da Kırım Tatarları arasında inkılapçı hareketlere katılımı arttırmış ve halk arasında teşkilatlanma giderek güçlenmiş, �1905 inkılapçıları� veya �Genç Tatarlar-Yaş Tatarlar� adı verilen siyasi gruplaşma bu dönemde ortaya çıkmıştı. Bu hareketin önde gelenleri arasında Abdürreşid Mehdiyev, Hasan Sabri Ayvazov, Ali Bodaninski, Şamil Toktargazi, Hüseyin Baliç, Mustafa Kurti, Appaz Şirinskiy, Süleyman İdris, Cafer Odaman, Seyid Celil Hattat, Abdurrahman Kırgızlı ve Veli İbrahim�i sayabiliriz.

Genç Tatarlar Hareketi, hem Kırım Tatarlarının hem de tüm Rusya�nın içinde bulunduğu felaketin sebebi olarak mutlakiyetçi Çarlık rejimini görmüş, bu rejimin yıkılması için de Rus inkılâpçıları ile işbirliği yapmışlardı.

1905 İnkılâbı’nın getirdiği hürriyet havası, İsmail Bey Gaspıralı’ya fikir ve ideallerini çok daha açık ifade edebileceği ve bu amaç uğruna daha serbest çalışabileceği bir ortamı temin etmişti. Gaspıralı, Tercüman (1883-1918) sütunlarında davasını daha açık daha ciddi surette ortaya koymanın yanı sıra, hem bütün Rusya, hem de bütün Kırım ölçeğinde Türk/Müslüman halkları bir araya getiren toplantı ve teşkilatlarda da şevkle öncü rolünü oynamıştı. O, Türk birliğini meselesinde her şeyden önce kültür birliğinin sağlanması gereğine inanmış ve bu düşüncelerini, �Dilde, Fikirde, İşde Birlik� ibaresiyle vecize etmişti.

O yıllarda Gaspıralı�nın gözünde Kırım Tatarları, Kazan Tatarları, Türkistanlılar, Kafkasyalılar ve diğerleri bir arada tek bir milleti yani Türk milletini teşkil etmekteydi. Bu fikirler çerçevesinde Gaspıralı, Tercüman gazetesinde büyük bir şevkle bir müslüman partisi kurulması düşüncesini savunmuş ve parti anlayışında ısrar etmişti.

Gaspıralı, Rusya İmparatorluğu’ndaki Türkler arasında birliğin sembolü ve onların mümtaz şahsiyeti olduğu gibi, umum Türk/Müslüman hareketi faaliyetleriyle meşgul olan Türk münevverlerinin büyük çoğunluğu da ya onun talebeleri ya da onun sisteminin ürünleriydi. Bu bakımdan, Gaspıralı’nın muhalifleri tarafından bile büyük bir saygı görmesi ve 1905-1906’daki bütün Rusya ve bütün Kırım Müslümanları kongre ve toplantılarının en azından ana ilkeleri itibarıyla onun bariz çizgilerini taşıması şaşırtıcı değildir. Bu öncülerin işbirliği sayesinde Bütün Rusya Müslümanları Kongreleri ve Bütün Kırım Müslümanları Kongresi de toplanmıştı.

Tarihi bakımdan büyük önemi haiz olmalarına ve Rusya müslümanlarının ileri gelenlerinin bir araya gelerek fikir teatisinde bulunmalarına rağmen Bütün Rusya Müslümanları Kongreleri, aldıkları kararları tatbik ve icra edebilecek güce sahip değillerdi. Alınan kararlarda, Rusya müslümanlarının dini eğitim meselesinden ileriye gidemediklerini, siyasi bir fikir olgunluğuna erişemediklerini veya Rusya müslümanlarının geleceği için açık ve kesin bir siyasi fikir oluşturamamış olduklarını göstermiştir. Bilhassa Üçüncü Kongre’den sonra Haziran 1914’e kadar başka Bütün-Rusya Müslümanları Kongresi düzenlenememiş, Müslüman partisi kurulması hususu, müteakip Dumalarda Müslüman Fraksiyonu’nun teşkili ile gerçekleştirilebilmişti. Bu fraksiyon Çarlığın çöküşüne kadar mevcudiyetini muhafaza ettiyse de, legal bir parti olamamıştır.

Böylece İttifak-ı Müslimin daimi merkezi bir teşkilat ile mahalli şubeler kurabilmekten mahrum kalarak, Çarlığın sonuna kadar ancak münferit şahıslar tarafından gayri-resmi surette temsil edilebilmişti. Hiç şüphesiz ki, 1907’den itibaren Rusya’da istibdadın tekrar idareye hakim olmasıyla, Müslüman basın-yayın organlarının çoğunun kapatılıp, Müslümanlar arasındaki faal şahısların bir çoğunun da tevkif edilmesi ya da çaresizlik içinde yurt dışına gitmeyi tercih etmeleri Bütün-Rusya Müslümanları hareketine en büyük darbeyi vurmuştu.

1905 İnkılâbının getirdiği hak ve hürriyetlerin ömrü pek kısa, mahiyetleri de gayet sınırlı kalınca hayal kırıklığına uğrayan Gaspıralı, faaliyetlerini Rusya İmparatorluğu sınırları dışına taşırarak geniş İslam ve Türk dünyalarına yöneltmiş, bununla o, Rusya’daki Müslüman Türklerin, bütün Müslümanlar arasında ortak olan problemlerin çözümüne katkıda bulunmaları ve dış ülkelerdeki kardeşlerinin dünyasına yeniden entegre olmaları amacını gütmüştü. Ömrünün sonuna kadar milli düşüncesinin temelini, bütün Türklerin etno-dini esaslarda birliğini sağlama teşkil etmiş, kendisiyle özdeşleşen birlik kavramı, bütün dünya Türklerini ve hatta Müslümanlarını kapsamakla birlikte, tabiatıyla onun faaliyetleri bu birlik düşüncesini öncelikle Rusya İmparatorluğu’nda yaşayan Türk/Müslümanlar arasında gerçekleştirmeye yönelmişti.

Sonuç olarak; gerek eğitim gerekse basın sahasında olsun, Gaspıralı, başta Kırım Tatarları olmak üzere Türk/Müslüman dünyasının milli uyanışının canlı bir timsali olmuştur. 35 yıl gibi uzun bir zaman neşrettiği Tercüman gazetesi de bunun en güzel bir örneğini teşkil etmiştir.

Benim doktora tez çalışmamda, 1905-1907 yılları arasında Rusya’daki değişim süreci içinde Rusya Müslümanlarının Milli uyanışlarının ve siyasi-sosyal hareketlerinin Tercüman gazetesindeki yansıması (akisleri) (Tercüman gazetesine göre 1905-1907 yılları arasında Rusya Müslümanları (Türkçülük-Ümmetçilik-Sosyalizm ve Kimlik) başlığını seçmemin en mühim nedeni, bu seçtiğim konunun mihenk taşını teşkil eden Tercüman gazetesinin şimdiye değin böyle bir incelemeye tabii tutulmamasıdır. Yapacağım araştırmada 1905-1907 yılları arasını ele almamın sebebi ise bu dönemin Rusya İmparatorluğu’nda yaşanan siyasi istikrarsızlık dolayısıyla Rusya Müslümanlarına verdiği hürriyet atmosferi, bir nevi serbesti dönemi olmasıdır. Zira bu sırada Rusya Müslümanları hem siyasi hem de kültürel sahada, en hararetli faaliyetleri devresini yaşamışlardır. Rusya yönetiminin daha önce onlara sadece dini hürriyetler vermesine karşın, bu serbesti dönemi içerisinde kültürel, sosyal ayrıcalıklar da vermiştir.

Dolayısıyla, onların birbirleriyle ne gibi diyalogları olduğunu, ortak değerlerini, dine, millete, sosyal olaylara bakışlarını (Türkçülük, ümmetçilik, sosyalizm kavramları hakkındaki görüşlerini) etnik kimlik, milli kimlik, dini kimlik şuurunun mevcut olup olmadığını, birbirleriyle ilişkilerini, şayet Rusya dağılmadan kalsaydı, aralarında gerçek anlamda bir dil birliği, siyasi birlik olup olmayacağını, anlamanın en iyi yolunun yine bu çok önemli zamanı anlayıp, değerlendirebilmek olduğu kanaatindeyim.


* Giray Saynur Bozkurt Marmara Üniversitesi Türkiyat Enstitüsünde (Istanbul-Göztepe Kampüsü) doktora öğrenimini yapmaktadır. Prof. Dr. Nadir Devlet�in danışmanlığı altında, �Tercüman Gazetesine göre 1905-1907 Yılları Arasında Rusya Müslümanları (Türkçülük- Ümmetçilik- Sosyalizm ve Milli Kimlik)� başlıklı doktora tezini hazırlamaktadır.

İsmail Gaspıralı, Eğitim ve Öğretim Problemleri


Prof. Dr. Şükrü ELÇİN

Fikir ve aksiyon adamı merhum İsmail Gaspıralı’nın Eğitim ve Öğretim üzerindeki düşünceleri ile hizmetlerini ele almadan Önce Türklerin 19. asra kadarki kültür hayatlarına kısaca bakmakta fayda vardır.

Birbiriyle ayrılmaz bir “bütün” teşkil eden eğitimle öğretim, insanoğlunun dünyaya geldiği günden itibaren karşılaştığı bir kültür ve bilgi faaliyetidir. Cemiyet içinde tarihî devirlerin şartlarına göre devam eden ve sosyal bünye ile orantılı hayatî fonksiyona sahip bu faaliyette anne başta gelen bir eğitimci ve öğreticidir. O, anneden gelen kültürle yüklendiği mesuliyetin idrâki içinde çocuğunu emzirir, yıkar, giydirir, hastalıklardan korur, dolayısı ile dilini öğrenmesine yardımcı olur. Sonunda çocuk evde ve cemiyette din, sanat, ahlâk, ekonomi gibi değerlerin havasında sosyal bir hüviyet kazanır. Biz bu sosyalleşme işine eğitim, eski tabirle terbiye diyoruz.”

İsmail Gaspıralı’nın 1884’lerde kuracağı modern mekteplerde ileride ana olacak kızların da okutulması fikri bu düşüncelere dayanacaktır.

İşte, insanı çevreleyen dil, din, ahlâk, estetik ve menfaat bağları ile bütün dünyada örneklerine benzer şekilde Türklerin de üç kıtada bir takım devletler kurduğu malûmdur. Bu devletler içinde yaşayan Türklerin hayatında maddî ve manevî bilgiler yeni nesillere sözlü gelenekle aktarılıyordu. Zaman içinde nüfus çoğaldı, hudutlar genişledi. Siyasî münasebetler arttı. Kültürün ve haberin intikali zorlaştı. Her kavimde olduğu gibi okuma-yazma zarureti bundan doğdu. Bu ihtiyacın anahtarı alfabe idi. Türkler bu alfabeyi kendi damgalarından yaptılar. Orhon veya Kök Türk adını alan bu alfabe Türk hançeresinden çıkan bütün sesleri ifadeye elverişli bir karakter taşıyordu. Bu alfabe ile yazılan kitabelerin en mükemmelleri 8. asra aittir. Siyaset, hukuk ve askerlik kavramlarını nesir dili ile söyleyecek bir seviye gösteren  âbideler,  cemiyette okuma-yazma  ananesinin açık bir delilidir.

Uygurların da kendilerine mahsus alfabeleri ile kültür hayatındaki hizmetleri devam ederken Türkler İslâm dini ile karşılaştırılan Bu yeni dinin kitabı Kur’an’dı. Arap harfleri ile kaydedilmişti. Türkler de müslümanlığı kabul etmiş diğer kavimler gibi dinin tesiri ile kendi alfabe sistemlerine uymayan Arap alfabesini kabul ettiler. Türk ülkelerinde de camiler, medreseler kuruldu.

Orta Çağ’da geniş halk kütlelerinin eğitimine fazla eğilmemekle beraber, medreseler, hür düşünceye açık, fanatizmden uzak bir karakter içinde idi. Eski yunan filozoflarının ortaya koyduğu müsbet fikirlerin tartışıldığı bu manevî havada Türk medreselerinde çalışan ilim adamlarının da insanlığa değerli eserler kazandırdıklarını görüyoruz. Matematik’te Hârezmî (ölümü: 850) ile Aristo ve Eflâtun’u yakından inceleyen mantıkta ve siyaset felsefesindeki görüşleriyle Avrupa’da da tanınan Fârâbî (870-950) ilk müjdecilerdir. Sonraları, tıp, fizik, astronomi ve felsefeye dair eserleriyle İbni Sina (980-1037) ve Beyrunî (970-1051) yetişti. Nihayet Uluğ Bey (1384-1449) en büyük astronom olarak şöhrete ulaştı.

Naklî İslâm ilimleri dışında yalnız pozitif ilimler ve felsefe ile uğraşan adlarını zikrettiğimiz bir kaç Türk ilim adamının bile ortaya koyduğu eserler dikkate alındığı takdirde Orta Çağ Türk medreselerinin ulaştığı seviye ortaya çıkar.

Medreseler, maalesef 15. asrın ortalarından itibaren akla dayanan pozitif ilimlerden uzaklaşmağa başladı. Öğretmekte olduğu nakit ilimlerle uğraşırken kendisini kör bir fanatizme, bilgisizliğin, ezberciliğin, şekilciliğin karanlığına bıraktı, ilerlemenin akla, mantığa, tecessüs Ve gözleme dayandığı unutuldu. Medreseliler, eski üstatların bilgilerini tekrardan ileri gidemediler. Buna karşılık Avrupa milletleri, Rönesans’tan itibaren pozitif ilimlerin ışığında yeni tekniğe bağlı bir eğitim ve öğretime geçtiler. Orta Asya Türkleri ve hatta bütün Türkler bu yeni, teknik, eğitim ve öğretimden zamanında nasibini alamadı. Kültür ve medeniyetimize zarar veren bu durum, siyasette dağılmaya ve bilinen problemlerin doğmasına sebep oldu.

İşte bu üç asırlık maddî ve manevî kayıp ve ıztırapların zemininde 19. asrın sonlarında konumuzun kahramanı İsmail Gaspıralı Kırım ufkunda bir ay gibi, bir yıldız gibi, bir güneş gibi doğdu.

Hiçbir mübalağaya kaçmadan vasıflandırdığımız ve Unesco’nun geri kalmış kavim ve milletlere yaygın eğitimde yol gösterici örnek insan olarak tanıtmasını beklediğimiz İsmail Bey’in hizmetlerini tahlil edebilmek için kısaca hayat hikâyesini gözden geçirmekte fayda vardır.

Gaspıralı, orduda subay bir babanın oğlu olarak 1851 yılında Avcıköy’de doğar. Ailece 1854’te Bahçesaray’a yerleşirler. On yaşına kadar ilkokula devam eden küçük İsmail’i Akmescit jimnazına gönderirler. Bu jimnazda iki yıl kalır. Sonra Varonej askerî okuluna devam eder. Oradan da Moskova askerî lisesinin öğrencisi olur. Bu lisede dindaşı Mustafa Mirza ile tanışır. O sırada Osmanlı Devleti sınırları içindeki Girit’te isyan vardır. Okuduğu lisede huzuru yoktur. Türklere karşı Kuşçuluk ve islâvcılık düşmanlığı körükleniyordu. Bu fanatik hava içinde tatilini okulda geçirmek yerine Türk kardeşlerine yardım için Odesa yolu ile İstanbul’a gitmeğe karar verir. Pasaportu olmadığından yakalanır. Artık liseye dönemez. Zincirli medresesine Rusça hocası olur. Bu sırada fikrî faaliyetini geliştirir. Şostov ailesinin kütüphanesinde mevcut Rus edebiyatı ile siyasî ceryanlara dair kitaplar okur. Ekonomi ve sosyal problemleri inceler. Rusya’da tatbik edilen garpçılık ceryanı ile halka doğru gitme yolundaki çalışmaları öğrenir. 1869’da Yalta’daki Dereköy okuluna öğretmen olur. 1871’de Türkiye’ye giderek subay olmak ister. Bu teşebbüsü gerçekleşmez. Paris’e gider. İki yıl kalır. Fransa’da kültür ve pedagoji yayınlarını takip, eder. 1874’te İstanbul’a döner. Yazarlık hayatına başlar. 1875’te Kırım’a döner. 1878’de Bahçesaray Belediye başkanı olur. 1882’de Usul-i Cedid mektebini açar. Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Hindistan’a, Çin’e, Mısır’a seyahatler yapar. Nihayet 11 Eylül 1914’te hayata veda eder.

Ana hatları ile çizdiğimiz biyografisinden de anlaşılacağı üzere İsmail Gaspıralı küçük yaşta Türk-İslâm aile, terbiye ve cemiyet kültürü içinde yaşarken kendisine yabancı hayat ve kâinat görüşünü Rus okulunda tanımağa başladı. Bu okullarda Türk düşmanlığına dayalı İslâv-Rus fanatizmi ile akla, tecrübeye ve muhakemeye yer veren Batı usulü bilgilerle karşılaştı. İlkokul öğretmeni Hacı İsmail Efendi’nin ve subay babasının tesiri ile akı kültür ve medeniyetin okullarını mukayeseye başladı. Türk okulları mazide kalmış bilgileri öğretiyordu. Skolastikti, hayattan uzaktı. Pozitif ilmin neticelerinden faydalanan Rus eğitim ve öğretimi akla, mantığa, hayata uygundu. Öğrendiği Fransızca vâsıtasiyle Batı medeniyetinin müsbet -menfî taraflarını öğrendi. Yaygın eğitimin, okuma-yazmanın imkânlarından faydalanan insanların yaşadıkları hayatı gördü. İçinde yaşadığı Türk�İslâm cemiyetinin bu yeni kurtarıcı medeniyette yer almasının, onun nimetlerinden faydalanmasının dâvasını basın tarihinde büyük bir hâdise teşkil eden Tercüman’ın 1906 yılının 9’uncu sayısında Danyal Bey’in ağzından şöyle hülâsa eder:

“Milletin hâline âşinâ olmadıkça, millete hizmet mümkün olmayacağını anlamasiyle Danyal Bey bu cihetten ilim ve marifeti artırmağa karar verüp milletin arasına atıldı. Köy düğünlerinde, derviş ve ulemâ meclislerinde, beyler ve ağalar ziyafetlerinde, medrese hücrelerinde ve şâir içtimalarda bulunup az söyleyüp, çok dinleyüp bir sene kadar amelî dersler aldı. Her sınıfın yahşi taraflarını ve uygunsuz hallerini öğrenüp millî zâfın neden ibaret ve milletin neye muhtaç olduğunu anlamıştı. Ne işlemeli, işi nereden tutmak, sönmüş kalpleri ne ile yandırmalı, basireti kesmiş perdeleri ne ile kötermeli (kaldırmalı), gaflet sahrasında serilüp kalmış koca bir milleti ne ile ayağa kaldırup turguzmalı (kaldırmalı) gibi suallerle hayli zaman uğraşmıştır.”

Yine Terakki adlı bir makalesinde İsmail Bey: “Hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır; bu karanlıkta fenere benzer. Buna maârif, yâni bilük (bilgi) derler.”

Hakikat mecmuasındaki bir şiirinde:

Hünersizlik yakışmaz bizim millete

Bin kılıçka bir kalem dâima galiptir

der.

İsmail Bey kültürde halkçılık program ve beyannâmesi karakterini taşıyan bir fikir muhasebesinden sonra Kırımlıların maddeten ve manen kalkınmasında pragmatik bir görüşle işe alfabeden başlamak lâzım geldiğini anladı.

Daha önce arz ettiğim gibi 10. asırdan beri kullanılan Arap alfabesi Türk mantık, muhakeme ve zevkinden çıkmış bir alfabe değildi. Bu alfabede lüzumundan fazla sessiz harf vardı. Bir kaç harfi tek bir işaretle göstermek gibi yetersizlikler yanında sesli işaretlerinin Türkçe sesli sistemini karşılamadığı açıktı. Ayrıca bu alfabede harflerin başta, ortada ve sonda ayrı şekillere girmeleri işaret kalabalığına yol açıyordu. Bir çok harflerin şekilleri, gövdeleri aynı olduğu halde bunlar noktalarla ayrılıyordu.

İşte bu ve buna benzer hususiyet ve aksaklıklar medrese veya onlara bağlı okullardaki alfabe öğretimini zorlaştırıyor, uzun zaman kaybına sebep oluyordu. 5-6 yıl süren ve yazma alışkanlığı da kazandırmayan bu sistem yüzünden yaygın eğitime ve öğretime gidilememişti.

Gaspıralı, “Kırım’da ilk tedris ve terbiyenin olmadığını gördüm, dinî mekteplerimizin korkunç geriliklerini, somadan Zincirli medresesinde gördüm ve bu esasların islahı lüzumuna iman ettim” der.

O, büyük bir cesaret ve irâde ile Usûl-i Cedid (Yeni usul) adını verdiği mektepte 1884’te usûl-ı savtiye (sesli harfler) esasına dayanan alfabeyi tatbik etti. Fanatik çevrelerin reaksiyonlariyle karşılaştı. Yazılarında ve sohbetlerinde iskolastik usûlü tenkidi medreselilerin hoşuna gitmedi. O, ailenin kadın ye erkeklerden kurulu bir topluluk olduğuna inanıyordu. Bu, aslında Batı zihniyeti mânasına gelen Usûl-i Cedid ocağında kızların da okumalarının şart olduğu kanâatini telkine çalıştı.

Başlangıçta maddî ve manevî zorluklarla karşılaşan İsmail Bey İslâm âlemini bu yoldan, uyandırmak için Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Mısır’a, Hindistan’a, Çin’e seyahatler yaptı. Gerileme sebeplerini anlattı. Usûl-i  Cedid’i yaydı.  Türkiye’deki  aydınlarla  temasını sürdüren  İsmail Bey tarihî vazifesini tamamladı.

Büyük fikir adamlarımızdan Yusuf Akçora “Hiçbir kimse dâvasını sebat ve ısrarla onun kadar nazariyatta takip ve fiiliyatta tatbike çalışmamıştır” derken haklı ve isabetli bir gerçeği ortaya koymuştur.

Bütün hayatı boyunca, hususiyle meşhur Tercüman gazetesinde “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” prensipini ortaya koymak suretiyle halkının medenî bir seviyeye ulaşması için 35 yılını, hiçbir mükâfat beklemeden, seve seve harcayan terbiyeci, fikir ve dâva adamı, gazeteci, yazar ve şâir İsmail Gaspıralı yeni nesillerin örnek alacağı bir şahsiyettir.

Doğmuşum Avcıköy’de  1851’de

Mekânımdır Bahçesaray mezarım kim bilir nerde

diyen büyük insana şöyle diyorum: Sen, Türk milletinin kalbindesin.

Akmescit 1991

Dedem İsmail Gaspıralı


İnci ERTEM

Sayın   konuşmacılar,   Kıymetli   Soydaşlarım,   dinleyiciler:

Bu çok manalı toplantıda sizlerle beraber olduğum için büyük bir kıvanç duyuyorum.

İsmail Gaspıralı’nın torunlarından biri olmama rağmen kanaatimce kendisinin asıl torunları o’nun “Dilde, Fikirde, İş’de birlik” emelini benim­seyip bu yolda yılmadan çalışanlardır. Ne mutlu onlara.

Muhterem konuşmacılar Dedemin fikir, yazı, mücadele hayatını çeşitli yönleriyle ele alıp anlatacaklar. Ben aileden duyduğum kadarıyla onun kadınlarımızın-kızlarımızın toplumdaki hak ettikleri yeri almaları için yaptığı çalışmalardan bahsedeceğim ve aile hayatını, evini, yaşama tarzını anlatacağım.

“Kuş Yuvada gördüğünü işler” ve “Yedisinde ne ise Yetmişinde de odur” diyen atasözlerimiz ne kadar doğrudur. Bunların doğruluğunu modern psikolojinin öğrettikleriyle şimdi artık herkes kabul etmektedir, fakat geçen asrın sonlarında bunu düşünebilmek ve bu yolda çalışmak, işte İsmail Gaspıralı’nın büyüklüklerinden birisi budur. Kız olsun erkek olsun çocuklar çevreden etkilenmeye başladıkları okul çağlarına kadar öğrendikleri hemen hemen her şeyi doğrudan veya dolaylı olarak annelerin­den öğrenirler. Dört�beş yaşına kadar ileride karakteri belirleyecek unsur­ların temeli atılmış olur. Bu temeli atan da Ana’dır yani Kadındır. Kızları eğitime-öğretime tabi tutmanın esas önemi bundandır. Kaldı ki Ana olmasa da kadın yine hem kendisi hem de toplum için eğitilmelidir.

Halbuki 1914’te İl gazetesinde Selime Yakub Hanım’ın “Müslüman Kadın ve Kızlarının Hamisi İsmail Bey Gaspıralı” adlı makalesinde yazdığı  gibi,   “1880”   de  hanımlar   bin  yıllık   uzak  uykusundaydılar.   Çoğu cahildi ve lüzumsuz  şey hatta  esir  muamelesi görüyordu”.

Bu durumun düzeltilmesi için yıllarca çalışan İsmail Gaspıralı 1896’daki bir makalesinde Müslüman kızlarını da erkekler gibi okumaları, Millî Şuur, dinî bilgi sahibi olmaları gerektiğini, aile ve toplum içindeki layık oldukları yere ancak bu yolla gelebileceklerini yazmıştı. Başka bir yazısında ise kızların terbiye ve tahsillerindeki taassubumuzun İslam’dan ziyade tarihimizde Çinliler ile olan eski münasebetlerimizden ileri geldiğini söylüyor, Çinlilerin “Kadınlara ne akıl kerek ne ayak” dediklerini, bunun ise ne kadar yanlış olduğunu anlatıyordu. “Kızları okutmak lazım değil, yazı öğretmek asla caiz değil” fikrinde olan o zamanın toplumuna “Yok öyle değil. Kızlarımızın terbiye ve talimi hem şer’an hem aklen lazımdır. Aksi takdirde milletin terakkisi mümkün değildir” demiştir.

Durmadan bu konuda yazılar yazarak halkı bu fikrine alıştırmaya çalışmıştır. 1895’de “Aslan Kız” diye bir millî hikaye, 1897’de ise “Çoban Kızı” yazmıştır. Fakat bunlarla yetinmeyerek daha geniş bir halk kitlesine ulaşmak için 1906 yılında “Âlem’i Nisvan” yani “Kadınlar Âlemi” adında resimli haftalık bir dergi çıkarmaya başlamıştır. Rusya Türk’lerinde ilk kadın dergisi olan bu dergiyi o sıralar 20 yaşındaki kızı Şefika Gaspıralı idare etmiştir. Dergide Rus Medeni Kanununun ve İslam Şeriatının kadınlarla ilgili hükümleri, çocukların eğitim ve terbiyesine ait bilgiler, aile sağlığı ve idaresi hakkında öğütler, ilmî ve fennî yazılar, Rusya ve diğer ülkelerdeki kadınların aile hayatlarıyla ilgili haberler, Türk-Tatarca şiirler ve hikayeler yayınlanmıştır.

İsmail Gaspıralı 1884’te ilkini erkek çocuklar için açtığı Usul-u Cedit (Eğitimde yeni metod) mekteplerim bir müddet sonra kızlar için de açarak, kızların eğitimi hakkındaki fikirlerini icraate dönüştürmüş oldu. 1884’te başlanan bu eğitim reformu 1905 İnkılabından sonra daha da bir kuvvet kazanıp Bahçe-Saray’dan Kazan’a, Azerbaycan’a ta Kâşgar’a kadar yayılmış binlerce kız ve oğlan çocuk ve usul-u cedit mekteplerinde yetişmiştir. Ayrıca kızlar için el işleri ve ev idaresi öğreten okullar da açmıştır.

Ölümünden sonra eğitim işlerine devam eden kızı Şefika Hanım, babasının bu konudaki düşüncelerinin yaşayan bir örneği olmuştur. Aldığı eğitim sayesinde 17 yaşında Tercüman Gazetesinde ara sıra da olsa yazıldı yazıyordu. İhtilalden sonra Bahçe-Saray Şehir İdare Meclisine, Müslüman Kadınlar Komitesine, İsmail Gaspıralı Pedagoji Enstitüsüne, Büyük Kurultaya Milletvekili seçilmiş ve Kurultay Başkanlık Divanında üye

olarak çalışmıştır. Ayrıca, “Babay’ın” ölümünden sonra, Rıfat Ağabeyi ve Hasan Sabri Ayvazov ile birlikte 1916’ya kadar Tercüman’ı idare etmiş, Çelebi Cihan’ın şehadetinden sonra, 23 Şubat 1918’de Matbaayı tamamıyla kapatarak Azerbaycan yoluyla İstanbul’a göçmüştür.

İsmail Gaspıralı’nın büyük oğlu Rıfat Bey, 1924’te Kırım’da ölmüştür. Şefika, Nigâr Hanımlar ile Mansur ve Haydar beyler çeşitli yıl ve tarihlerde İstanbul’a göç etmiş, şerefli bir şekilde yaşayarak rahmetli olmuşlardır. Nigâr Hanım, yıllarca Türkiyat Enstitüsünde çalışmış, Mansur Bey devlet memurluğu, babanı Haydar Bey ise 50 yıl doktorluk yapmıştır. Şimdi İstanbul’da oturan üç hanım torunu (Zühre Gökgöl-Meral Gaspıralı-İnci Ertem) ve onların çocukları hayattadır.

Bu mutlu günde tanıyıp bağrıma bastığım T. Dağcı ve Hediye Aldavia -Abılay ve aileleri İsmail Bey’in ilk eşinden torun çocukları olup, Taşkent’den tekrar Kırım’a yerleşmeye uğraşmaktadırlar. Ayrıca, İsmail Bey’in kız kardeşinin torunları olan Dilara Hanım İstanbul’da, Meryem Hanım Leningrat’ta, eşi Zühre Hanımın kardeşleri Yusuf ve Yunus Akçora’nın torunlarının çocukları ise Türkiye ve Kiev’de aileleriyle oturmaktadır.

İsmail Gaspıralı evinde gayet müşfik, mülayim bir eğitici, çocuklarını şımartmayan ciddi bir baba idi. Büyük küçük herkese saygılı olduğu kadar, kendisini saydırmasını da bilirdi. Yeteneği olduğunu anlayıp küçük kızma piyano dersleri aldıracak, zayıf bünyeli küçük oğluna eliyle balık yağı içirecek kadar da çocuklarıyla yakinen ilgili idi. Sütlü kahveyi sever, Çok fazla sigara içerdi. Son yıllarında sıhhati bozulduğundan yatağında yastıklara dayanarak okur, bağdaş kurarak dizinin üzerinde yazardı, Bütün aile bir arada yemek yer, bu şekilde küçüklerin de adab-ı muaşeret bilgileri edinmeleri sağlanırdı. Ramazan’da iftar davetleri verir, halkla temasını asla kesmezdi. Bunun için, çoğu kimse ona “Babay” derdi. Her-şeyde itidalli olup, herkese itidalli olmayı öğütlerdi. Zaten bu itidali sayesinde değil midir ki diğer birçokları durmadan açılıp kapanırken o, Çarlık Rusyasında Tercüman Gazetesinin 33 yıl aralıksız neşredilmesini sağlayabilmişti.

Zengin bir Mirza ailesinden gelen annesine daima hürmetkar, eşi Zühre Hanım’a çok bağlı idi. Kazan’da Akçora ailesinin kızı olan Zühre anım ise İsmail Gaspıralı için yalnız bir hayat arkadaşı değil, aynı zamanda bir fikir ve mücadele arkadaşı olmuştu. Güzel, asil ruhlu, iyiliksever fedakâr ve akıllı bir kadın olan Zühre Hanım, Tercüman’ın ilk neşredildiği yıllarda matbaada bizzat çalışmış, matbaanın kurulabilmesi için de mücevherlerini satmıştı. 18 yıl beraberliklerinden sonra hastalanmış, rahmetli olduğu zaman 36 yaşında idi.

İsmail Gaspıralı Bahçesaray’da 58 yılını geçirdiği evini, bilhassa evin arkasındaki yamaçlardaki koruluğu çok severdi. Bu koruluktaki açıklık bir kısım bir çok önemli toplantıya, Tercüman’ın Sene-i devriye kutlamalarına şahit olmuştu. Koruluğun içinde, kendisine tek odalı bir ev yaptırmış, sessiz ve sakin bir şekilde yazılarını burada yazmıştı. Ayrıca, bahçede üç odalı bir misafirhane binası da vardı.

Sokaktan duvarla ayrılmış dış avluya, hem araba hem bahçe kapılarından girilir, bir kaç basamakla taş bir düzlüğe inilirdi. Bu düzlüğün sol tarafında, üstü kağıt deposu alt katı matbaa olan iki katlı yüksek bir bina vardı. Avluya girişte taşlığı geçince karşıda birkaç merdivenle altı mutfak olan geniş bir terasaya çıkılır buradan eve girilirdi. Girişte geniş bir hol, bunun sağında dedemin iç içe iki odası, holün solunda ise teras boyunca büyük bir salon ve onun yanında piyano odası ile bir yatak odası vardı. Holün arka tarafındaki merdivenle aşağı kata inilir burada da büyük bir yemek odası, yine yatak odaları ve solda Rıfat Amca’nın ailesiyle oturduğu üç odalık bir daire bulunurdu.

Salon alaturka sedirler, antikalar, büyük bir ayna, gümüş semaverler, Kuran-ı Kerimler, bir tanesi Sultan Abdülhamit’ten olmak üzere çeşitli nişanlar, Rusya’nın bir çok yerinden gelmiş olan hediyeler ve değerli halılar ile bezenmişti. Muhaceret Sebebiyle, bu değerli hatıraların hepsi Kırım’da kaldı. Halamın kızı Zühre hanımda, sadece iki parça hatıra ile bir kaç resim, ve mektup bulunmaktadır. Bu parçalardan biri, sonraları İstanbul’da tesadüfen bulunan imzalı bir Kuran-ı Kerim ile dedeme Buhara’dan yollanmış bir şekerliktir. Fakat, tarihi değerleri haricinde, bu kayıplara esef etmiyoruz, çünkü siz de, ben de İsmail Gaspıralı’nın hatıralarını zaten kalbimizde taşıyoruz.

Hepinize teşekkür eder, “Dilde, Fikirde, İşde” beraber olmamız’ dilerim.
* Akmescit, Mart 1991