Gaspıralı’nın Türk Dünyasında Verdiği Dil ve Kültür Mücadelesi


Prof. Dr. Mehmet SARAY

Gaspıralı İsmail Bey, yetişme yıllarında 1874’de ilk İstanbul’a gelmişti. Bir sene kadar kaldığı İstanbul’da İsmail Bey’in dikkatini çeken en önemli meselelerden biri de Türk dili üzerinde yapılan münakaşalar idi. Tanzimat’la başlayan ve 1860’lı ve 1870’li yıllarda Osmanlı aydınları arasında uzun tartışmalara sahne olan dil meselesi Gaspıralı’yı son derece etkilemişti. İşte bu sıralar tanıdığı “Şemseddin Sami, Ahmed Midhat, Mehmed Emin ve Necib Asım Beyler gibi Osmanlı aydınları ile dostluğunu daha da geliştirmiş ve ömrünün sonuna kadar da devam ettirmiştir. Bilâhare pek çok kişinin de katılacağı bu Türk aydınlarına göre, Türklerin kültür sahasında kalkınabilmesi için Türkçe’nin millî dil olarak mutlaka geliştirilmesi gerekiyordu.

Yukarıda zikredilen fikir adamlarının görüşlerini bir bir açıklamadan evvel, burada, dil ve milliyetçilik meselesinin Osmanlı Türkiyesinde nasıl geliştiğini kısaca izah etmekte fayda vardır:

Fransız ihtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik fikirleri kısa zamanda Osmanlı imparatorluğuna da sıçramıştı. Uzun zamandır arayış içinde olan Osmanlı aydınları bu fikrin tesirinde kalırken, bilhassa gayr-i müslim ahali arasında da bu fikirler yayılmaya başlamıştı. Hatta bazı Avrupa devletleri Osmanlı teb’ası olan gayr-i müslim milletleri ayrı devletler kurmaya teşvik etmişti.  Dışarıdan yapılan bu baskıları hafifletmek ve bu  arada kendini yenilemek ihtiyacını duyan Osmanlı devleti Tanzimat ve Islahat Fermanları ile bir serî kararlar alıp ilân etmişti. Alınan bu kararlarla gayr-i müslim halklara Avrupa devletlerinin yardım yapmaları serbest bırakılmıştı. Bundan istifade eden Avrupa devletleri Osmanlı teb’ası olan gayr-ı müslim milletler için okullar açmaya ve kendi dillerinde eğitim yaptırmaya ve bu arada, bu milletleri Osmanlıya karşı kışkırtmaya başlamışlardı.

Bütün bu gelişmeler, Osmanlı aydınlarını, devletin esas unsuru olan Türklüğü korumaya yöneltmişti. İşte bu yönelişin içinde Türk dilini ve milletini düşünmek  ve araştırmak ayrı bir ehemmiyet kazanmıştır. Bu akımın ilk öncüleri olan Şinasi Efendi ile Ziya Paşa,  “Osmanlılık” ve �Osmanlı Dili”ni, Türkçülük ve Türk Dili karşılığında ele alıp kullanmıştır. Nitekim bu ikiliden Ziya Paşa, yazdığı “Şiir ve İnşa” makalesinde “Osmanlı” kelimesini “Türk” karşılığında kullanarak eski Osmanlı edib şâirlerinin kullandıkları Arapça ve Farsça ağırlıklı dili tenkîd ederken şöyle diyordu:  “Hayır bunların hiç biri Osmanlı şiiri değildir…  Acaba bizim milletimizin, yâni Türk milletinin bir dili ve şiiri var mıdır? Ve bunu yenileştirip arındırmak mümkün müdür?”(1) Dilde Türkçülüğü ortaya atan Ziya Paşa’dan sonra Türk aydınları dil araştırmalarına ağırlık vermişlerdir. Bunun öncülüğünü yapan ise ünlü devlet ve fikir adamlarımızdan Ahmed Vefik Paşa olmuştur. Ahmed Vefik Paşa, hem Osmanlı lehçelerinin ve hem de diğer Türk lehçelerinin öğrenilmesini, araştırılıp geliştirilmesini savunmuştur. Hazırladığı “Lehçe-i Osmanî” adlı eserinin önsözünde Ahmed Vefik Paşa şöyle demektedir:

“Türk dillerinden Türkiye’de ilk yayınlanan Oğuz şubesidir. Tataristan ve Türkistan’ı bir zaman Doğu Denizinden Macaristan’a kadar kavrayan dile hâlâ “Guz” (Oğuz) dili deniliyor. Onun yenisi (olan) Türkmen dili İran ve Suriye’yi kaplayıp Anadolu’ya inmiş, zaman içerisinde Osmanlı lehçesini oluşturmuştur. Fergana’dan Hindistan’a kadar yayılıp, Halacî Afganistan diline karışmıştır. Eski bölümlerden Kıpçak dili, Hîve’den başlayarak Sibirya ve Kırgız, Kuman, Bulgar, Kazan bölgelerini çepeçevre kuşatmıştır. Uygur dili, Çin yörelerinden Kaşgâr’a kadar yayılıp, oradan 700 yıllarında (H) Cengizoğulları Türklük ve islâmiyet halkasına katıldıklarında Çağatayca dili olarak doğmuştur.

Bugün Oğuz, Kıpçak ve Çağatay kitapları, “Mahbub-ül-Kulûb” gibi güzel eserleri ve özellikle 600’den 800’e (H), kadarki yıllardaki Selçuklu Türkmen’i ve Osmanlı kitapları bolca basılmış ve bunların incelenmesi sonucu, Türk dili lehçeleri arasındaki farklılıklar ortaya çıkmıştır”(2).

Ahmed Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî’sinde, kök bakımından Arapça ve Farsça olmayan Türkçe kelimeleri, Arapça ve Farsça kökten gelenlerden ayırarak bir bölüm halinde vermiştir. Böylece, Osmanlı dil denizinde boğulmuş çok değerli Türkçe kelimelerimizin bolluğunu ve önemini göstermiştir. Türk dilinin, Osmanlı lehçesinden başka lehçeleri olduğunu meydana koyarak, gerçek bilim meraklılarını o lehçeler üzerinde inceleme yapmaya sevk etmiştir. Ayrıca, bir tarih kitabı olan Ebülgâzi Bahadır Han’ın “Şecere-i Türkî” adlı eserini Çağatay lehçesinden çevirerek dikkatleri Türklerin müşterek tarihine ve kültürüne de çekmiştir.

Ahmed Vefik Paşa’dan sonra gelen Mustafa Celâlettin Paşa ise, Türk filolojisinden başka, Türklerin etnoloji ve tarihi ile ilgilenmiştir. İlmîliği üzerinde bâzı kuşkular duyulmasına rağmen Mustafa Celâlettin, yazdığı “Eski ve Yeni Türkler” adlı eserinde yalnız Türk filolojisi üzerinde değil aynı zamanda tarihi ve etnoloji üzerinde de bilgiler vermiştir(3).

1856-1870 arasında Şinasî Efendi ve Ziya Paşa ile başlayan, Ahmed Vefik Paşa ve Mustafa Celâlettin Paşa ile gelişen Türk dili ve tarihi çalışmalarının, 1870-1880 yılları arasında yepyeni bir safhaya girdiğini görmekteyiz. Bu devrin en ünlü Türkçüleri Süleyman Paşa, Buharalı Özbel Şeyhi Süleyman Efendi, Ahmed Midhat Efendi ve Ahmed Cevdet Paşa’dır.

Sarf-ı Türkî (Türk Dilbilgisi), Kebît-i ilmihal (Büyük İlmihal) Sagîr-i ilmihal (Küçük İlmihal), Mebâni ü’l-İnşa (Düzyazının Temeli ve Tarih-i Âlem (Dünya Tarihi) gibi eserleri askerî okullar için yazan Süleyman Paşa, açık ve sade bir Türkçe kullanarak dilimizin Arapça ve Farsça nüfuzundan nasıl kurtarılacağını göstermiştir (4).

Buharalı bir Özbek Türk’ü olan ve İstanbul’a yerleşen Şeyh Süleyman Efendi ise, yazdığı “Lûgat-ı  Çağatay”   (Çağatay  Sözlüğü) ve “Türk Osmanî” (Osmanlı Türkçesi) adlı eserleri ile Doğu Türkleri  (Türkistan ile Batı Türkleri (Osmanlı)’nin aynı milletin evlatları ve dillerinin de bir olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Çağatay lehçesini Osmanlı lehçesinin kaynağı  olduğunu söyleyen Şeyh Süleyman Efendi eserinin önsözünde “Bugün Osmanlı  ülkesinde kullanılan Osmanlı dili,  Çağatay dilinden yâni Maveraünnehr ülkesinde şimdi kullanılan (dilin) şubelerindendir ifadesi ile müşterek Türk diline dikkatleri çekmiştir(5).

Yazılarında mümkün olduğu kadar halkın dilini kullanan, milletin anlamadığı Arapça ve Farsça kelimelerden uzak duran Ahmed Midhat Efendi,Yusuf Akçuraoğlu’na göre, dikkatleri Türkçülüğe yönelten ilk Türk aydını idi. “Dilinde, üslûbunda en çok Türkçülük eden”   Ahmed Midhat Efendi, çağdaşlarından farklı olarak “Avrupa medeniyetinde  en önemli yerin milliyet fikri olduğunu” gören bir müellifti(6),

“Kısas-ı Enbiya” adlı eserinde dilde Türkçülüğe hizmet eden Ahmed Cevdet Paşa “Tarih-i Cevdet” adlı meşhur tarihi ile de Türklüğe, Türk soyuna en çok önem veren bir müellif olmuştur. Osmanlı tarihçileri içinde devletin Batı siyasetini tenkîd ederek “Avrupa fetihleri ile uğraşmaktan Kazan ve Ejderhan Hanlıklarının alınıp korunması, yüce devletimiz için daha yararlı olurdu. Çünkü Kafkas, Ejderhan ve Kazan halkı ile yakınlık, soy birliği ve çoğu ile din ve mezhep birliğimiz bulunuyor. Bu yüzden onlar Osmanlıya katılırlardı. O durumda onlar da Kırım gibi Osmanlı eyaletleri arasına girerdi. Ve Ejderhan ve Kazan sayesinde büyük Tataristan taraflarında dahi Osmanlı devletinin hâkimiyeti yürürlükte kalırdı” şeklinde dikkatleri Asya Türklüğüne çekmesi Türk Dünyasında dil ve kültür birliğine olduğu kadar, siyasî birliğe de inandığını ortaya koymuştur(7).

1880’lerden 1900’lere kadar geçen devrede yetişen ve öncülüğünü Şernseddin Sami Bey, Necip Asım Bey ve Şair Mehmed Emin (Yurdakul) Bey’in yaptığı grup ise, bütün Türk dünyasının dil ve kültür birliği içinde bulunması gerektiğini en açık bir şekilde ortaya koymuştur. Kamus-ı Fransevî, Kamusu’l-Alâm ve Kamus-ı Türkî gibi çok faydalı eserlerin müellifi olan Şemseddin Sami Bey, Türk kökenli olmamakla birlikte Türklüğe gönül vermiş ender kişilerden biri idi. Kamus-ı Türkî’sinin mukaddimesinde, “.. Dilimiz Türk dilidir. Bu dile mahsus lûgata başka isim düşünmek yanlıştır” diyerek Türk dili gerçeğini açıkça ifade etmiştir. Türkçe konuşulan Türk ülkeleri hakkında geniş bilgi verdikten sonra Şemseddin Sami Bey, mukaddimesine şöyle devam etmektedir: “Doğu Türkçesiyle Batı Türkçesi arasındaki fark, sanıldığı gibi, italyanca ile Lâtince veya. İspanyolca ile Fransızca arasındaki fark gibi değildir. Bu fark iki Türkçeden her birini, diğerinden büsbütün ayrı ve kendi başına bir dil saydıracak kadar olmayıp, ancak Kuzey ile Güney Almanya, Toskana İtalyancası ile Napoli İtalyancası veya Mısır Arapçası ile Fas, Tunus gibi Kuzey Afrika Arapçaları arasındaki fark derecesindedir ve Doğu Türkçe’siyle Batı Türkçesi tek bir dildir, ikisi de Türkçedir”. Bunun içindir ki,

“Bizlerin ihmal edip unuttuğumuz, Doğu Türkçesinde kullanılan  Türkçe kelimelerin, bilhassa bunlardan değerli ve gerekli olanlarının alınarak bunların bizim Türkçemize katılması yöntemi ile canlandırılmaları ve yayılmaları, yâni iki lehçenin birleştirilmesi amacına hizmet etmek emelindeyim” diyerek Türkler arasındaki dil birliğinin önemini izah ile bu önemli vazifeyi ifa etmeye çalıştığını samimiyetle açıklamıştır(8)

Osmanlı Türkiyesindeki bu dil birliği tartışmalarını iyi etüd eden ve heyecanla benimseyen Gaspıralı İsmail Bey, Bahçesaray’a dönüşünde Kırım Türkçesine de aynı usûlü, yâni sade ve basit dil kullanma yolunu tatbik etmeye başlamıştır. Kısa zamanda bu husustaki fikirlerini geliş tiren İsmail Bey, bütün Türklerin anlayabileceği bir lisan geliştirmenin ne kadar hayatî bir önemi haiz olduğunu görerek ona göre çalışmalarını başlatmıştır. Gaspıralı’nın istediği öyle bir dil olmalı ki, konuşulduğu ve yazıldığı zaman “İstanbul’daki hamal ve kayıkçı ile Şarkî Türkistan’daki deve sürücüsü ve koyun çobanı da anlayabilmelidir.” Türkler için bu umumî dili gerçekleştirmek maksadiyle Gaspıralı’nın şu esaslara dikkat ettiğini görüyoruz:

a)      Yaşayan Türk lehçelerinin pek kaba olmayan mahallî kelimeleri Osmanlı Türkçesinin en gelişmiş şekli olan İstanbul şivesine uydurularak kullanılmalı,

b)      Mümkün mertebe ecnebi lisan ve kaideleri Türkçe’den çıkarılmalı,

c)      Okur yazarlar tarafından anlaşılmayan Arapça ve Farsça tabirlerin tasfiye edilmeli.

Gaspıralı, bu prensipleri, Tercüman gazetesi başta olmak üzere, yazı yazdığı bütün dergi ve gazetelerde titizlikle uygulamıştır. Nitekim, kendisinden naklen sık sık verdiğimiz konuşmaları ve makaleleri dikkatle incelenirse bu prensiplere nasıl başarıyla uyduğu görülecektir. Onun bu gayreti Türk dünyasındaki bütün meslektaşları tarafından takdirle karşılanmıştır. Nitekim, bir meslektaşı 1910’da yazdığı “Til (dil) Yarışı” adlı eserinde Gaspıralı İsmail Bey’in bu husustaki çalışmalarını şöyle övmüştür: “Anadilimizin bugün selâmmet olan en büyük hadimini göstermek lâzım olsa, şüphe yoktur ki, bu zat, Tercüman muharriri Gaspıralı İsmail Bey’dir. Her kim anlarlık revişte (tarzda) açık ifadeli ve ruhlu olan kısa cümleler, güzel ve edebî tabirler usûlünü (kimin ortaya koyduğunu merak ediyorsa söyleyelim) bu zat meydana koymuştur. O’nun ibarelerinde garip kelimeler, çıkışsız cümleler, bir mâna için birkaç müteradif lâfzalar olmaz, İsmail Bey’den sonra yetişmiş muharirlerimizin tahrir ve telifte tebeleri farklı ise de, her birisi kendisine şakirttir. Türk dilinin birinci ıslahçısı Ali Şir Nevaî ise, ikincisi, hiç şüphesiz, İsmail Bey’dir”(9).

Gaspıralı İsmail Bey’in, Türkçe’nin bütün Türk dünyasının kullanabileceği lisan hâline gelmesi için verdiği bu sessiz ve asîl mücadele son derece başarılı olmuştur. Nitekim Tercüman gazetesinde kullandığı sade Türkçe, gazetenin ulaştığı her yerde, bilhassa Kazan’da, Şarkî ve Garbı Türkistan’da, Azerbaycan’da, Balkanlarda ve Osmanlı Türkiyesinde yaşayan bütün Türkler tarafından anlaşılan bir lisan haline gelmiştir. Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde bu mevzuda şunları söyler: “Tercüman gazetesini Şimal Türkleri olduğu kadar Şark Türkleri ile Garb Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil olduğuna bu gazetenin vücudu canlı bir delildir” (10).

Gaspıralı İsmail Bey, başlangıç yıllarında, Türk dünyasında dil birliğini sağlamak için başlattığı bu büyük mücadelede neler yapmak istediğini, hedefinin neler olduğunu mümkün olduğu kadar açıkça söylemekten çekinmiştir. Bunun en büyük sebebi, Rusya’da yaşayan müslüman Türklerin ilerlemeleri için gösterdiği gayretlerden zaten kâfi derecede tedirgin olmuş olan Rus hükümetinin ve Ilminskiy grubunun muhalefetini tamamiyle karşısına almamaktı. Rusya’da yaşayan müslüman Türk topluluklarının mümkün olduğu kadar Osmanlı Türkçesi etrafında toplanmalarını açıkça yazıp ilân etmesi elbette Rusları kızdıracaktı. O, bu hedefe mümkün olduğu kadar sessizce varmayı tercih etmiştir. Nitekim, Tercüman gazetesinde mümkün olduğu kadar bu mevzuda az yazmaya dikkat etmiştir. O, mümkün olduğu kadar meslektaşlarını sade dil kullanmaya teşvik etmiştir. Bunun en güzel misalini, kendi açtığı yolda yürüyerek Rusya’daki Türklerin millî şuurlarını kuvvetlendirmede oldukça büyük hizmetleri geçecek olan, 1906’dan itibaren Azerbaycan’da çıkmaya başlayan “Füyuzat” mecmuasının editörüne bir mektup yazarak sade dilde neşriyat yapmasını rica eden aşağıdaki yazısı teşkil eder. “Füyuzat’ın birinci sayısını aldım. Güzel tertip ve tab olunmuş, hayırlı olsun. Lisanını biraz daha sadeleştirirseniz avam arasında daha ziyade münteşir mucip olurdu, zannındayım. Yazmaktan usanmıyorum, lâkin lisansızlıktan canım yandı. Volga, Kazan ve bu aralık çıkardıkları gazeteleri muhtelif ve kaba dilleri ve “Tatarlıkları” Millet gazetesinin tesisine beni mecbur etti. Sade Türkçeyi intişara mahsus olacaktır”(11).

Tam bu sıralarda Rusya’da başlayan siyasî ve içtimaî gelişmeler Gaspıralı İsmail Bey ve arkadaşlarını daha açık ve aktif mücadeleye sevk etmiştir. 1905 Meşrutî hareketiyle kurulan Rusya Devlet Duması (Mebusan Meclisi)’nda müslüman Türklere de temsil hakkı verilmişti. Türkler bu hakkı en iyi şekilde kullanıp mümkün olduğu kadar çok sayıda temsilciyi Duma’ya sokmaya muvaffak olmuşlardır.

1905 Ağustosunda bir araya gelen Gaspıralı İsmail Bey, Topçubaşı Ali Merdan Bey ve Akçuraoğlu Yusuf Bey, “Rusya Müslümanları Ittifakı”nı kurarak Türklerin haklarını   “Duma”da nasıl savunmak gerektiği hususunda çalışmalara başladı, ittifakın savunduğu prensiplerin başında “Vicdan hürriyeti, bütün  Rusya vatandaşları  arasında  hukukta  müsavat,  kültür sahasında  millî  gelişmeye  kanunen  müsaade”   edilmesi  geliyordu.   1906 yılının Ocağında Petersburg’da toplanan ikinci kongre “İttifak”ın nizamnamesini  müzakere ve  kabul  etmiş, -aynı  yılın  Ağustosunda  Topçubaşı Ali Merdan Bey’in riyasetinde ve Gaspıralı İsmail Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Sadri Maksudî (Arsal) Bey, Fatih Kerimi Bey ve diğerlerinin iştiraki ile Nijini-Novgorod’da toplanan üçüncü kongre  “İttifak”ın probgramını kabul ve Ali Merdan Bey’in riyasetinde merkez komitesi tesbit etmişti(12).

Bu   kongrede Gaspıralı İsmail Bey, dil birliği hakkında aşağıdaki teklifi yapmış ve bu teklif alkışlarla ve oybirliği ile kabul edilmiştir:

“Umumen Türklerin aslı nesli birdir. Zaman ve mekân ihtilâfiyle şive ve âdetlerimizde ihtilâf peyda olmuştur. Bu ihtilâf yekdiğerimizi anlamayacak dereceye gelmiştir. Bundan sonra mekteplerimizi bir olan lisan-ı edebimize hadim olacak hale getirmek lâzımdır. Kongrenin mektep ve medrese komisyonu tarafından hazırlanmış lâyihasında iptidaî mekteblerimiz için dört sene-i tedrisiyye tâyin olunmuştur. Bunun üç senesinde sade mahallî şive ile tedrisat icra edilip, son senesinde umumî Türk lisaniyle yazılmış kitaplar okutulmalıdır. Bu sayede tedricen muhtelif şive ve lehçeler birleşmiş olur”(l3).

Programını “kanun dairesinde” tatbik edebileceğini ümit eden “İttifak�ın  bütün Rusya imparatorluğu ölçüsündeki müşterek organı Gaspıralı İsmail Bey�in “TERCÜMAN” gazetesi oluyordu.

Bugün yetmiş küsur senelik karanlık bir devirden sonra,  Sovyetler Birliği”nde yaşayan Türk  kardeşlerimizle her türlü kültürel münasebeti kurmuş bulunmaktayız. Gerçekleşmesini çok arzu ettiğimiz dil ve kültür birliği ülküsü için, Gaspıralı’nın ruhunun şad olması için, bütün Türklerin anacağı bir tek iş kalmıştır. O da, Türkiye’nin geçirdiği tecrübelerden faydalanarak Lâtin alfabesi temelinde birer alfabe hazırlamaktır. Türk cumhuriyetlerinin, kendi ihtiyaçlarına göre Türk alfabesinde yapacağı ayarlamalarla benimseyecekleri bir alfabe şekli meseleyi halletmede büyük bir adım olacaktır (l4).


1)  Y. Akçuraoğlu, Türkçülük ve Dış Türkler, Token Yay. neşri, İstanbul, 1990, s. 23.

2) A. Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî, İstanbul, 1308 (1890).

3) Akçuraoğlu,     aynı eser, s. 28-30.

4) Akçuraoğlu,     aynı eser, s. 43-45.

5) Akçuraoğlu,     aynı eser, s. 47-50.

6) Y. Akçuraoğlu, “Ahmed Midhat Efendi”, Türk Yurdu, C. 3, s.  178.

7) A hmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul, 1301, C. I, s. 24-25, 34, 73.

8) Şemseddin Sami Bey, Kamus-ı Türkî, İstanbul, 1317, s, 2 vd.

9 ) R- Fahrettin, Til Yarışı, Orenburg Vakit Matbaası, 1910’dan naklen  veren Kırımer, aynı eser, s. 74.

10 )  Z. Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul, 1976, s. 5.

11)  A. Caferoğlu, İsmail Gaspıralı. Ölümünün 50. Yıldönümü  Münasebetiyle  Bir Etüt İstanbul, 1964, s.  13.  l

12)   H.  Baykara, Azerbaycan istiklâl Mücadelesi Tarihi, İstanbul,  1975, s.   143-158.     l

13)   M. Bala. “Rusya İhtilâlinde Türkler”,  Dergi, Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü,Münih, No. 9 (1957), s. 6.

14)  Bu hususta daha geniş tafsilat, yakında çıkacak olan “Gaspıralı’dan Atatürk’e Türk Dünyasında Dil ve Kültür Birliği” adlı araştırmamızda verilmiştir.

İsmail Gaspıralı ve Anadolu Türklüğü


Prof. Dr. Tuncer GÜLENSOY

Tarihi binlerce yıllık köklü bir maziye dayanan Türk Milleti, bilinen yazılı tarihi içerisinde sayısız devlet adamı, asker, bilim ve fen adamı, sanatçı, yazar ve düşünür yetiştirmiştir.

Fakat, çok hızlı değişen ve gelişen zaman içerisinde, yıllar önce kaybettiğimiz pek çok âbide şahsiyet unutulmuş veya belirli günlerde hatırlanmıştır.

Çok farklı ve geniş bir coğrafyaya yayılmış, bugünkü bilgilerimize göre 150 milyondan fazla nüfusa sahip Türk milleti, uzun yıllar boyunca birbirinden farklı Oğuz, Azerî, Kazak, Kırgız, Kırım, Kazan, Mişer, Gagauz, Türkmen, Karakalpak, Karaim, Uygur, Altay, Çuvaş, Yakut… vb. adlarla, müşterek kavmî özelliklerini, törelerini, gelenek ve göreneklerini yaşatmışlar ve XXI. yüzyıla ulaşmışlardır.

Bilinen tarihî belgelere göre Köktürk, Uygur, Brahmi, Mani, Soğd, İbrani, Süryani, Ermeni, Yunan, Arap, Kiril ve Latin alfabelerini kullanan Türk milleti, bu kadar yazı değişikliğine rağmen ana dillerini değiştirmemişler; Türkçeyi bâzı fonetik ve morfolojik farklarla geniş bir coğrafî alanda kullanmışlar ve hâlâ konuşup yazmaktadırlar. Bu da gösteriyor ki Türk milletinin binlerce yıl tarih sahnesinde ayakta kalmasını sağlayan “DİL BİRLİĞİ”dir. Bu da, bazı bilginlerce kasıtlı olarak ifâde edil ‘Türk dilleri” değil, “TÜRK DİLİ”dir.

İşte doğumunun 140. yılında bir kere daha andığımız büyük Türk fikir adamı İsmail Gaspıralı da bu şuurla hareket ederek Kazan’da, Kırım’da İstanbul’da (Anadolu’da), Baku’da (Azerbaycan’da) ve Doğu Türkistan’da konuşulan Türkçenin bu büyük milleti ebed-müddet ayakta tutabilecek yegâne unsur olduğunu vurgulayarak “Türk kavimleri arasında dil ve tarih birliği, fikir birliği ve iş birliği”ne inanmış ve “TERCÜMAN gazetesinin serlevhasına   “DİLDE,   FİKİRDE,  İŞTE  BİRLİK” sloganını kazımayı bir millî görev saymıştır.

O’nun gazetesine verdiği “TERCÜMAN” adı gelişigüzel seçilmiş bir gazete adı değildir. Bu adın taşımış olduğunu manevî anlam daha güçlüdür. “Tercüman olmak” deyimi “başkasının düşüncesini ve duygusunu bilmek, dile getirmek, anlatmak” demektir. Gaspıralı bu adı seçerek, yalnız Kırım Türkü’nün değil, bütün dünya Türklüğünün hislerini ve düşüncelerini ifâde etmek istemiştir.

İsmail Gaspıralı’nın Türkiye’yi ve İstanbul’u sık sık ziyaret ettiğini ve Türkiye’nin pek çok meselesiyle yakından ilgilendiğini biliyoruz. O’nun “İKDAM” gazetesinde yayınlanan bir röportajında verdiği şu cevaplar, millî kültür tarihimiz için çok önemlidir;

“Ben öyle görüyorum ki Türkiye’de maârifin temin ve inkişâfı her memleketten kolay olacaktır, çünkü Anadolu halkının maarife, mektebe, tahsile büyük ve gayet tabiî ve hakikî bir aşkı var. Hattâ Türklerin Avrupalılardan ziyâde tahsile heveskâr olduğunu itiraf etmemek onlar hakkında iftira etmek demek olur… Türklerde çocuğun tahsile başladığı gün bir bayram sayılır, hangi millette var?”

“Eğer Türkler lisânlarını biraz daha sadeleştirmiş, kıraat ve imlâyı teshil edecek surette hurûfu savtiyeyi istimal etmeğe başlamış olsalardı, beş altı seneye kadar Rusya müslümanlarıyla lisânları suret-i kat’iyyede birleşmiş olurdu. Bundan husule gelecek faydaları izaha hacet yoktur sanırım.”

Yukarıda da temas ettiğim üzere, İ. Gaspıralı yalnız Kırım Türkü’nün değil, bütün dünya Türklüğünün saadeti ve ebedî kurtuluşu  için çalışmıştır. Akçoraoğlu Yusuf Bey’in “Muallime Dâir” adlı makalesinde ifâde ettiği gibi “İsmail Bey iyi bir muallim, mahir bir gazeteci, mümtaz bir mütefekkir ve faal bir cemaat hadimiydi.   Lâkin bütün bu sıfatlar İsmail Bey’i tanıtamaz Türk ve İslâm âleminin son yarım asırlık   âleminde,   saydığımız   evsâfı   hâiz   olabilecek   yirmi-otuz kişi sayılabilir, fakat İsmail Bey tektir. O’nun bir eşini daha yalnız geçen elli yılın içinden,  hattâ birkaç asırlık  İslâm ve Türk hayatından  bulup   çıkarmak   zordur. …..   İsmail   Bey’de    fikr-i millînin, Türklük ve bütün Türklük fikrinin “Dilde, fikirde, işte birlik” şiar ile ifâde olunacak surette tavazzuhu, sekiz on seneden daha akdem edilemez. Rûh-ı millînin vuzuh ve kat’iyetle tecellisi İsmail Bey’in manzûme-i fikriyesini itmam etmiş oldu. ….”

Görüldüğü üzere I. Gaspıralı’nın, yaşadığı devire göre, Türk dünyası kin düşündüğü ilericilik hareketleri, Anadolu’daki cedidcilik ve batıcılık hareketleriyle de yakından ilgiliydi. Günther Lerch “Gaspıralı, Türk devletin Genç Osmanlılar hareketinin teorisyenlerinden meşhur vatan şâiri Namık Kemal ile sıkı bir münâsebet kurmuştu”(*) diye yazarken ve Dr. Edward Lazzerini de “Osmanlı İmparatorluğundaki (Şemseddin Sami, Ahmet Mithat ve Mehmed Emin) meslektaşları gibi Gaspıralı da lisân meselesi’nin çözümünü, öteki sosyal sahalardaki gelişmenin ön şartı olarak gördü(**) tezini ileri sürerken, bir gerçeği anlatmak istemişlerdir.

İsmail Gaspıralı’nın hayatta olduğu sırada henüz daha çok genç olan Mustafa Kemal’in O’nun fikirlerinden yararlanmamış olması düşünülemez.

Atatürk’ün genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini atarken ileri sürdüğü “dil ve tarih tezleri”nin temelinde İ. Gaspıralı’nın fikirlerinden önemli katkılar bulunduğu görülmektedir. Bu konu, mutlaka, ilmî bir araştırma yapmayı gerektirecek kadar önemlidir.

Bunun dışında, Atatürk’e ilham kaynağı olan Ziya Gökalp’ın da “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” düşüncesi ve bu adla kaleme aldığı eserinin Gaspıralı’nın fikirlerinden ayrı ayrı bir yönü yoktur. Bu husus da, ayrıca, mukayeseli olarak araştırılmalıdır.

Hayatını Türklük için yaşamış, Türk dünyasının birliği için vakfetmiş böylesine büyük bir fikir ve mücâdele adamı Türkiye’de yeteri kadar tanınıyor mu? Bu sorunun cevabına “evet!” demek mümkün değildir. “Emel”, “Kazan” ve “Türk Kültürü” gibi okuyucuları sınırlı dergilerde Hakan Kırımlı, Zafer Karatay, Tuncer Kalkay, Mehmet Saray gibi genç ve mücadeleci kardeşlerimizin telif veya tercüme yazıları ile M. Saray’ın TKAE tarafından 1989 yılında Ankara’da yayınlanan “Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey (1851-1914)” adlı eseri, bu büyük insan için yeterli değildir. Ne yazık ki, “İsmail Gaspıralı” adı son zamanlarda Batı dillerinden Türkçeye tercüme edilerek yayınlanan ansiklopedilerde yer almamaktadır. Türklük âleminin meselelerine eğilmeyen bu tür ansiklopedilerin verdiği bilgilerle gençlerimize millî kültürümüzü tanıtmak imkânsızdır. Genel kültür ansiklopedisi olmayan, yalnız dilci ve edebiyatçılarımıza hitap eden “Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi” ile Ötüken’in yayınladığı “Yeni Türk Ansiklopedisinde Gaspıralı hakkında verilen bilgiler yeterli değildir.

Üniversitelerimizin lisans ve yüksek lisans seviyelerinde verilen derslerde “Kırım Türkçesi ve Edebiyatı” hemen hemen hiç anlatılamamaktadır. Bizim, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde açtığımız Çağatayca, Özbekçe, Uygurca, Türkmence, Kıpçakça, Kazak Türkçesi, Kırgız Türkçesi, Azeri Türkçesi, Orta Asya Türk Şiveleri, Gagauz Türkçesi, Kazan-Mişer Türkçesi derslerinin yanında “Kırım-Romanya (Dobruca) Türkçesi” dersi için de gerekli dil, edebiyat, folklor ve etnografya malzemelerine büyük ihtiyaç duyulmaktadır.

Eğer biz  İ. Gaspıralı’nın adını, fikirlerini ve Türklük uğruna verdiği mücadeleyi Türk gençliğinin dimağlarına nakşetmek, O’nu ebedileştirmek istiyorsak, bazı bazı formaliteleri gerçekleştirmek zorundayız:

1- İ. Gaspıralı’nın doğum yılı Türkiye’deki anma programları içine alınmalı, Lise ve Yüksek okullarda anma günleri yapılması sağlanmalıdır.

2- İ. Gaspıralı adı, İstanbul veya bugün binlerce hemşehrisinin yaşadığı Eskişehir’de bir ana caddeye verilmelidir.

3- Türk PTT’since bir hatıra/anma pulu çıkarılması sağlanmalıdır.

4- TRT TV’sinde adına bir açık oturum yaptırılmalı, hayatı, fikirleri ve mücâdelesi Türk milletine anlatılmalıdır.

5- Gerek Batı’da ve Doğu’da yayınlanan ansiklopediler ile gerekse Türkiye’de yayınlanan ansiklopedilerde adının geçmesi sağlanmalıdır.

6- Tam bir “İsmail Gaspıralı Bibliyografyası” hazırlanmalı, bilim adamlarımızın ilgisine sunulmalıdır.

7- Hayatı ve eserleri üzerine Türkiye’de de bir Doktora tezi yaptırılmalıdır.

Ve, bunlara eklenebilecek daha başka maddeleri yerine getirebilirsek, O’nun hâtırasına lâyıkıyla hizmet edebilmiş sayılırız.
Akmescit, Mart 1991

* Günther Lerch, “Girayların varisleri vatanlarından uzakta hayatlarını idâme ettirdiler.”

** EMEL, Sayı:  141-145 (Mart-Aralık 1984). s. 30. ) Dr. Edward Lazzerini, “Kırım Tatarcası: Tecrid edilmiş bir dilin kaderi” (Çev: Hakan Kırımlı), EMEL, sayı:  152 (Ocak-Şubat  1986), s.  16.

İsmail Gaspıralı Sovyetler Birliği’nde Ancak 60 Yıl Sonra Aklanabildi

*


Prof Dr. Nadir DEVLET

Sonçağ Türk kültür tarihinin en ileri gelen simalarından İsmail Gaspıralı Bey’in ancak yarım asırdan fazla bir süre geçtikten sonra aklanmaya başlandığını öğreniyoruz. Bu aklanmayı da 1985′ te Sovyetler Birliğinde başlayan yeni siyasi gelişmelere borçluyuz. Dış dünya ile Türkiye�mize gelince Gaspıralı�ya ilmî ilgi her zaman mevcuttu. Bu ilginin göstergeleri olan çalışmaları aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.

Yurtdışında İsmail Gaspıralı hakkında bugüne kadar iki doktora çalışması yapılmış bulunmaktadır. İlki Gustave Burbiel’in 1950 yılında Hamburg Üniversitesinde savunduğu Die Sprache İsmail Bey Gaspuraly’s (İsmail Bey Gaspıralı’nın dili) ise, ikincisi Edward Lazzerini’nin Washington Üniversitesinde 1973 yılında savunulan İsmail Bey Gasprinskii and Muslim Modernism in Russia, 1878-1914 (İsmail Bey Gasprinski ve Rusya’da Müslüman Modernleşmesi) konulu tezleridir. Ancak bu iki eserin basılamamış olması ciddi kayıptır. 1985 yılında �Society for Central Asian Studies'” adlı araştırma merkezi tarafından İsmail Gaspıralı’nın en mühim Rusça eserlerinden biri olan Russkoe Musulmanstvo (Rusya Müslümanları) adlı kitabının ikinci baskısının yapılması bu büyük kültür adamımıza verilen değerin mühim bir göstergesidir. Gaspıralı’nın bu eserinin ikinci baskısına önsözü değerli ilim adamı A. Bennigsen yazmıştı. İsmail Gaspıralı veya Kırım Türkleri ile ilgili batıdaki son neşriyat ise Edward Allworth�ın derlemiş olduğu Tatars of the Crimea. Their Struggle for Survival (Kırım’ın Tatarları. Hayatta kalmak için mücadeleleri) (Duke University Press, Durham-London 1988, 396 s.) adlı şümullü eserde bulunmakladır. �Columbia Üniversitesi Orta Asya Araştırmaları Merkezi İsmail Gaspıralı Vakfı�nın da katkılarıyla yayınlanan bu eserde Gaspıralı hakkında veya bizzat onun kaleme almış olduğu aşağıdaki yazılara ver verilmiştir:

� Alan W. Fisher, �İsmail Gaspırali, Model Leader for Asia (İsmail Gaspıralı, Asya’ya örnek lider)�, s. 11-26.

� Mahmut Hoca (Behbudi), “İsmail Bey Hazretleri ile sohbet”, Ayina sayı 49 (27 Eylül 1914) adlı makalenin İngilizce trc. s. 70-72.

� Şura dergisinin 21 (1 Kasım 1914). 22 (15 Kasım 1914), 23 (l Aralık 1914), 24 (15 Aralık 1914) sayılarından İsmail Gaspıralı hakkında yazıların İngilizce trc., s. 72-99.

� Edward J. Lazzerini, “İsmail Bey Gasprinski (Gaspıralı). the Discourse or Modernism and the Russians (İsmail Bey Gaspıralı: Modernleşme nutukları ve Ruslar)�, s 149-169.

� İsmail Gaspıralı, “Russko-Vostoçnoe soglaşenie: Mısli., zamietki pojeleniya (Rus-Şark münasebetleri, düşünceler, notlar ve beklentiler)”, Bahçesaray 1896, 20 s. Bu eserin İngilizce trc., s. 202-216.

Aslında Kırım Türklerinin son 20-30 yılda anavatan Kırım’a dönmek üzere sür­dürdükleri mücadeleyi işleyen araştırma, rapor ve makalelere yer verilen bu derlemenin takriben 1/5 bölümü İsmail Gaspıralı�ya ayrılmıştır.

Türkiye’ye gelince ise burada bu Türk büyüğüne ilginin bilhassa son yıllarda arttığına şahit olmaktayız. Bildiğim kadarıyla İsmail Gaspıralı ilgili yayınlanan ilk eser hemen vefatından sonra neşr edilen İsmail Bey Gasprinski Albümü (İstanbul 1334: 1915)’dür. îkincisi ise ölümünün 20 yılı dolaysıyla Cafer Seydahrnet Kırımer�in hazırladığı İsmail Bey Gaspıralı (İstanbul 1934, 248 s.) adlı eserdir. Bu kitaptan sonra Türkiye’de 53 yıl İsmail Gaspıralı ile ilgili, birkaç makalenin dışında, ciddî hiçbir araştırmanın yapılmadığını, Sovyetler Birliğindeki gibi Türkiye’de unutulmaya yüz tutuğunu görmekteyiz. Nihayet yarım asırlık bir süreden sonra, batıdaki ilgiye paralel olarak, Türkiye�de de İsmail Gaspıralı�nın şahsiyeti ve onun çağdaş Türk kültürüne, eğitimine, düşünce hayatına katkıları hususunda ilmî çalışmaların yapılmaya başlandığı ve bu konularda iki çalışmanın neşr edildiğine şahit olmaktayız. Bunlar ise sırasıyla Prof. Dr. Mehmet Saray�ın Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey. 1851-1914 (T.K.A.E. Yayınları, Ankara 1987, 146 s.) ile benim tarafımdan kaleme alınan İsmail Bey (Gaspıralı) (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988, 138 s.) adlı çalışmalardır.

İsmail Gaspıralı değerli bir fikir adamı ve yazar, kabiliyetli gazeteci, reformcu eğitimci, başarılı cemiyetçi ve aynı zamanda ılımlı-uzlaşmacı bir siyasetçi idi. En büyük başarıyı reformcu, Türkleri birleşmeye önerici onları aydınlatıcı fikir ve görüşleri yayma vasıtası olan Tercüman adlı gazetesini 35 yıl süreyle (1883-1918) yaşatabilmesi; ve Rusya Türklerinin çoğunluğuna usul-ü cedid veya yeni metodu benimsetmesi ile kazanmıştır. O ancak mensubu olduğu Kırım Türklerini değil, Rusya�daki bütün Türkleri diğer sahalarla birlikte kültür sahasında da Ruslarla eşit seviyeye getirmeyi maksat edinmiş, “Dilde, işte, fikirde birlik” diyerek de bütün bunlara ancak birlik yoluyla ulaşılabileceğine işaret etmişti. Sovyetler Birliğinde (Rusya’da) 1917’den önce yetişen Türk aydınlarının büyük çoğunluğunun İsmail Gaspıralı’nın fikir, görüş ve faaliyetlerinden etkilendikleri kabul edilen bir gerçektir.

Ancak Sovyetler Birliğine Bolşevikler hakimiyeti tam anlamda yerleştikten sonra, Stalin rejimle işbirliği yapan, rejimin sağlamlaşmasına yardımcı olan Türk aydınlarına dahi ihtiyacı kalmadığım düşünerek 1928’lerden itibaren büyük bir “temizlik'” hareketi başlattı. Türk aydın ve yöneticileri bir-biri ardından “burjuva milliyetçi” olmak suçlamaları ile ortadan kaldırıldılar. Aynı zamanda Türklerin geçmişteki bir hayli büyüğünü dile almak yasaklandı. İşte İsmail Gaspıralı da bu yasaklılar listesine dahil edildi. İkinci Dünya Savaşı esnasında Kırım’ın Alman işgaline uğrayıp daha sonra tekrar sovyet hakimiyetine geçince 18 Mayıs 1944’te  Kırım Türkleri topyekün sürgüne tabi tutuldular. Neticede değil İsmail Gaspıralı, Kırım Tatarlarının adlarının anılması dahi yasaklandı.

İsmail Gaspıralı ile ilgili bu yasaklama takriben 60 yıl, 1987 yılının Eylülüne kadar sürdü. Eylül 1987’de ilk defa olarak Gaspıralı’yı müsbet yönden inceleyen L. Klimoviç’in şümullü makalesi başta Zvezda Vostoka adlı dergide (1987, sayı 8) başta Rusça, daha sonra ise aynı makale Kırım Türkçesinde �Maarif Hizmetinde Turkiy tilde çıkkan ilk gazete ”Tercüman� ve onun naşiri Gasprinskiy hakkında” adıyla Lenin Bayrağı (sayı 109, 110 ve 111; 12, 15 ve 17 Eylül 1987) gazetesinde sonra Yıldız (sayı 6, 1987, s. 75-86) dergisinde yayınlandı. Bu makalenin üç değişik yerde neşrinden sonra, takip edebildiğim kadar, İsmail Gaspıralı ile ilgili Sovyetler Birliğinde oldukça uzun bir süre herhangi bir gelişme olmadı. Nihayet Şubat 1989’da onunla ilgili bu sefer Kazan�dan bir ses geldi. Bu konuyla ilgili gelişmeyi Tataristan Milli Miras Komisyonu ilmî sekreteri H. Mahmut(ov)�ın Sotsialistik Tatarstan adlı gazetede basılan haberinden öğreniyoruz. (Bk. H. Mehmutov, �Miras komissiesinde�, Sotsialistik Tatarıstan 16 Şubat 1989, s. 3). Adı geçen haberi, Rusya Türklerinin eski kültür merkezlerinden biri ve bugün Tatar Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti�nin başkenti olan Kazan’daki konuyla ilgili gelişmelere ve oradaki yorumlara ışık tutması bakımından aynen aktarmayı uygun buldum:

�Şubat ayında (1989) Kazan’da Ğ. İbrahimov adlı Dil, Edebiyat ve Tarih Enstitüsünün Cumhuriyet ruhî miras komisyonunun genişletilmiş (genel) toplantısı yapıldı. Gündemde Tatar cemiyet-i hayriyelerinin faaliyetleri ve İsmail Gasprinski, onun ”Tercüman� gazetesi ile ilgili konular vardı. Güzel sanatlar doktor adayı H. Ğubeydull(in) ile filoloji doktoru İ. Nurill(in) in bu konularla ilgili birer konuşma yaptılar. Açılan tartışmalara çok kişi katıldı ve görüşmeler çok canlı geçti. Hayır cemiyetleri ta Bulgar devrinde (VI-VII. y.y�lar) mevcuttu. Ancak son dönemlerde bu nevi cemiyetler kurmak için resmî Rus makamlarından izin almak çok güç olduğu için ancak XIX. y.y.’ın son yıllarında ilk hayır cemiyetleri açılabilmişti. Bu tarihten sonra Petersburg, Moskova, Kazan, Ufa, Orenburg, Astrahan, Bahçesaray, Kasım, Uralsk, Troitsk v.b. şehirlerde kurulan, �cemiyet-i hayriyeler’ açlara, fakirlere, hayatın tokadını yemiş ailelere, bakımsız çocukların tahsili için yardım etmeye başladı.

1905 ihtilalinden sonra bu cemiyetlerin faaliyetleri bir hayli değişti ve onlar kültürel faaliyetlere de başladılar. Kult (Stalinizm) ve durgunluk (Hruşçov ve Brejnev) devirlerinin tesirinde hatta ana dilini kaybetme tehlikesi île karşı-karşıya kalan Tatarlar yeniden şuurlanmaya başladı. Kazan’da �Tatar İçtimaî Merkezi�, �Mercanî�, ”Ana vatan�, “Bulgar�, �el-Cedid�, �Şefkat� gibi cemiyetlerin teşekkülü, Tatarıstan�ın dışında da (yani S.S.C.B.�nde) bir hayli yerleşim merkezlerinde bunların bölümlerinin veya şubelerinin açılması halkın milli şuurunun gelişmeye başladığıni gösteren sevindirici adımlardır. Bunların hepsi, �cemiyet-i hayriyeler�in bugünkü şartlara göre gelişen yeni formu, yeni bir akisidir.

Toplantıda İ. Gasprinski (1851-1914) ve onun �Tercüman� gazetesi (1883-1917) hakkında da ciddi görüşmeler oldu. Bugüne kadar sovyet edebiyat ve tarih ilminde İ. Gasprinski�ye ‘pan-islamist� ‘pantürkist’ gibi yalan etiketler yapıştırmaktan ileri gidilememişti. Onun faaliyetlerini müsbet şekilde değerlendirme gayretleri ise her zaman muhalefetle karşılandı. Nihayet, Taşkent�te yayınlanan Zvezde Vostoka (1987, sayı 8) dergisinde akademik L. Klimoviç�in ‘Na slujbe prosveşçeniya’ adlı geniş makalesinden sonra durum değişti, buz kırıldı.

Ekim (1917) öncesi Tatar (Türk) basının, Tercüman gazetesini karıştıran herkes İ. Gasprinski’nin büyük reformcu, tanınmış pedagok, güçlü gazeteci, kabiliyetli yazar olduğunu, onun Tatar halkına ve başka Türk halklarına da te’sirinin büyük olduğunu bilmekte idi. Ancak bunu belirtmeye imkanımız olmadı. 1914’te F. Emirhan onu ‘büyük ülkücü’ diye adlandırdı. Tatar edebiyatının klasik yazarları onu yücelterek “İsmail baba” diye andılar. Çünkü o klasik yazarlarımızın tabiri ile ifade edersek ‘ölmüş olan milletimize hayat, karanlık yüzümüze maarif nuru veren fedakar bir zat idi. Bilindiği üzere, İdil�Ural boylarında Tatar gazeteleri ancak 1905’ten sonra yayınlanmaya başladı. Bu devre kadar Rusya’da bütün Türki halklara ruhi nimet veren, hayattaki yenilik-gelişmeleri tanıtan gazete Tercüman oldu. Kırım mirzası İ. Gasprinski Bahçesaray’dan bu gazete vasıtasıyla ülkeye (Rusya) aydınlık nurunu yaydı. Tatar cemaatinin de gözü bu gazete ile açıldı, pek çok Tatar aydını edebiyata, gazeteciliğe, pedagojiye ilk adımlarını ‘Tercüman’ ile attılar. İ. Gaspıralı’nın eserleri daha önceleri İdil-Ural’da mekteplerde okutuluyor, onun faaliyetlerine yüksek değer veriliyordu. Kazan’da onun adın taşıyan bir mektep de mevcuttu.

Bize bu şahsın çok yönlü edebî-içtimai faaliyetlerini çeşitli yönlerden yeniden incelemenin zamanı geldi, bunu yapmak için şimdi herhangi bir engel kalmadı. Bu kutsal iş yapılırsa, kültür tarihimiz daha da zenginleşecektir. İ. Gaspırinski�nin mirasında Kırım ve İdil boyu Tatarlarının arasında enternasyonal bağların, köklerin çok eskiye dayandığı da yeniden açıklanacaktır.

Bu görüşmeler neticesinde Miras Komisyonu aşağıdaki kararları oy birliği ile kabul etti:

1- Tatar �cemiyet-i hayriyeleri’ ve İ. Gasprinski’nin faaliyetleri hakkında malzemeler hazırlamaya:

2- �Cemivet-i hayriyeler’ ve İ. Gasprinski’nin faaliyetlerini çeşitli yönlerini ilmi şekilde inceleme faaliyetlerine başlamaya.

Cumhuriyet (Tatarıstan) ruhi Miras Komisvonunun bu oturumu gölgede kalan bu ciddi problemlere eğilmeye, onlara halkın ve ilmi müesseselerin de alakasını çekmeye vesile oldu.”

Kısacası Sovyetler Birliğindeki Türk aydınları ve yeni kurulan gayr-ı resmi dernekleri belki de 70 yıldan fazla bir süre dolaylı olarak bahs edilmesi dahi men edilen geçmişlerine Türk kültürüne katkıda bulunan şahıslara sahip çıkmaya başladılar. Tabii ki gene de bu sahiplenme rejimin onlara müsaade ettiği nisbette olacaktır. Her ne kadar son aylarda sosyalist ülkelerde büyük siyasî değişmeler oluyorsa da; bu ülkelerde yaşayan Türklerin bundan ne derecede yaratabilecekleri konuşu henüz kesinlik kazanmamıştır. Dolayısıyla Türklerin kendi tarihlerine, edebiyatlarına kısacası milli kültür ve millî değerlerine, ana diline sahip çıkmaları için zaman ve daha iyi şartlar gerekecektir. Fakat buna rağmen yasaklanmış olan bazı Türk büyükleri ve onlarla birlikte İ. Gaspıralı’nın da aklanmaya başlaması Sovyetler Birliğindeki Türkler için müsbet bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.

New York City, Aralık 1989

Türk Kültürü, XXIX, Sayı 339 (Temmuz 1991), s. 424-429

Dünde ve Bugünde İsmail Beğ Gaspıralı

(Doğumunun 140. Yılında) *


Nadir DEVLET **

1930’lu yıllarda yasaklanan İsmail Beğ Gaspıralı üzerindeki bu kısıtlama 1987 yılının Eylülüne kadar, yani yarım asırdan fazla bir müddet sürdü. Bunun neticesinde SSCB’ndeki bütün müslümanlara ve belki de dünyadaki diğer Türkî ve müslüman topluluklara bilhassa kültürel yönden büyük etkisi olan İsmail Beğ Gaspıralı’nın adı unutuldu. SSCB’de son beş-altı yılda meydana gelen değişiklikler ise bu nevi unutulan şahısların tekrar tanıtılabilmesi için imkanlar sağlamaya başladı. Tabii ki bu kadar uzun bir süre hakkında bahsedilmeyen bir sahsın, bu İsmail Gaspıralı olsa dahi, unutulması doğaldır. Dolayısıyla bugün onun adının SSCB’ndeki ancak birkaç araştırmacı tarafından tanınmasına ve ekseriyet tarafından bilinmemesine şaşmamamız gerekir. Başka bir şekilde ifade edersek bugün Rusya’daki bir hayli Türkî topluluğun eğitim sahasında uyanmasına büyük katkıda bulunan, onlarda birlik şuurunu canlandıran bu müstesna şahıs fazla ilgi uyandırmamaktadır. Ancak bu nevi anma toplantılarının İsmail Gaspıralı’yı topluma yeniden kazandırmada mühim katkıları olacağına inanıyoruz. Fakat eserleri tekrar yayınlanmadan ve ders kitaplarında hak ettiği yeri almadan Gaspıralı’nın gerçek değerinin genç nesillere aktarmanın mümkün olamayacağını da hatırlatmak gerekir.

İsmail Gaspıralı 11 Eylül 1914’te uzun bir hastalıktan sonra Bahçesaray’da vefat edince o dönemin Rusya imparatorluğunda belli başlı Türkî basın organları bu kaybın büyüklüğünü belirten anma hatime yazılarına yer yermişlerdi. Mesela Azerî dergisi İkbal’de (Tercüman’ın 1 Ekim 1914 sayısından naklen) yayınlanan “Büyük ve Tarihi Milli Matem” başlıklı makalesinde şunları yazıyordu:

“İsmail Beğ kimdir henüz bu soruya cevabımız yok. Rusya’da, Türkiye’de, Mısır’da, Arabistan’da, Hindistan’da, Afganistan’da, İran’da, Turan’da ve her yerde onun adı biliniyor ve seviliyordu. İsmail Beğ herkese, bütün millete her şeydi. İsmail Beğ bizim millî dilimizin, kalbimizin, edebiyatımızın, yazarlarımızın, okuyucularımızın, basınımızın, mektep ve medreselerimizin, öğrencilerimiz ve talebelerimizin şuuru idi.” Yusuf Akçuraoğlu ise İstanbul’da yayınlanan Türk Yurdu dergisinde (1911, sayı 12) Gaspıralı’yı şu şekilde tanıtıyordu:

“İsmail Beğ iyi bir muallim, kabiliyetli gazeteci, tanınmış naşir içtimai ve siyasî bir münevver, ve millî cemiyetlerimizin aktif bir üyesi idi. Fakat bütün bu meziyetler İsmail Beğ’i ifadeye kafi gelmezler. Geçen asırdan Türk ve İslam dünyasında methe layık yirmi veya otuz kişiyi bilmekteyim. Ancak İsmail Beğ İslam ve Türk dünyasının son bir kaç asrında hususi olarak methedilmesi gereken tek adamdır”. Buna benzer hatimeler düzinelerce basın organlarında yayınlanmıştı. Mesela Fatih Kerimov’un Vakit (Orenburg) gazetesinde yayınlanan “Büyük Millî Üzüntü”, Abdullah Battal Taymas’ın Yuldız (Kazan) gazetesinde çıkan “Zor bir vak’a”, Fatih Emirhan’ın Kuyaş (Kazan)’ta neşr edilen “Büyük Milliyetçiye Küçük Bir Nazar” adlı makalelerini de yukarıdaki örneklere ekleyebiliriz. İsmail Gaspıralı’nın vefatından hemen sonra yayınlanan ve bugüne kadar pek fazla bilinmeyen bir hatimeyi orijinal şekliyle nakil ederek, döneminde kendisine Kazan Tatarları arasında verilen değeri sergilemek istiyoruz. Belirtilen makale Kazan’da yayınlanmakta olan kadınlar dergisi Süyüm Bike’de Gaspıralı’nın ölümünden dört gün sonra çıkmıştı. Makalenin yazarı Y. Halil “Büyük Ustaz İsmail Bek Gasprinski” başlıklı yazısında büyük kaybı şöyle ifade ediyordu:

Büyük Üstad İsmail Beğ Gasprinski

11 Eylül’de Cuma günü yayınlanan gazeteler bizler için çok üzüntülü haber verdiler. Onlar en yaşlı üstadımız, en önde gelen liderimiz, manevi atamız, baş muallimimiz muhterem üstad İsmail Bek Gasprinski cenaplarının vefat ettiğini ilk sayfalarına büyük harflerle basarak herkesin gözü önüne serdiler.

İsmail dedemizin aylardan beri hasta yattığını gazetelerden okuyarak üzülüyorduk. Ancak alınan son telgraflardan onun düzelmeye başladığını duyarak… kendisine büyük ümitler bağlamıştık. Bilhassa onun son zamanlarda “iyileşmek istiyorum, yapacak işlerimiz çok, milletime yeniden yedi sekiz yıl hizmet etmek istiyorum, yapacak işlerim bitmedi” şeklindeki sözleri yeni ümitler vermişti.

Felek bizim bu ümitlerimizin hepsini yok etti. 35 yıl hizmet, 35 yıl liderlik eden üstadımızı bizden ayırdı, onu sonsuzluk uykusuna aldı.

İsmail Beğ öldü, vefat etti. Fakat o kendi talimatını vererek, kendi yerine insanlar yetiştirerek. talebelerini elektrik fenerleri gibi fener tutuşturarak geleceği, gidilecek yolları aydınlatarak vefat etti… Şimdi biz pek ulu insanımızdan pek büyük liderimizden ayrıldık, onun için bize hatta bütün İslam dünyasına üzülmemek mümkün değildir. Çünkü bizim en karanlık, en bilimsiz dönemimizde o bizi düşünerek Tatar milletini ayağa kaldırmak niyeti ile işe tutundu. O bize 32 yıl muallimlik yaptı… O muhterem üstadın ilk maksadı, ilk fikri Tatar çocuklarına okumayı, yazmayı öğretmek, onlara genel tahsil vermek, Tatarları hali hazırdaki zamandan haberdar etmek idi…

1883’ün 10 Nisan’ında “Tercüman”ın ilk sayısı çıktı. Bu 31 yıl içinde “Tercüman” gazetesi millî edebiyatı ilk maksad olarak kabul etti, gayesini değiştirmedi. “Tercüman” gazetesi ilk sayısından en son sayısına kadar “Maksat birliği, iş birliği, dil birliği”ni gerçekleştirerek, bunu devamlı belirtti.

O Tatar köylerinin her birine “Usul-ü Cedid” okulları açtırmaya çalıştı. Tatarları uyandırma, onları geliştirme, onların kalplerine millî fikir yerleştirmek için mutlaka iler köyde “Usul-ü Cedid” mekteplerini açmanın gerektiğini bir hayli deliller, pek çok örneklerle ispatladı…

İsmail Bek Gasprinski cenapları kendi fikirlerinin, idealinin gerçekleştiğini gördü. “Usul-ü Cedid” okullarının bine hatta on bine ulaştığını görerek öldü. O gösterdiği metod ile milyonlarca Tatar çocuğunun okumayı, yazmayı öğrendiklerini görerek öldü.

O müslümanlara yardımlaşma cemiyetleri açmaları gerektiğini söyledi. Bu konuda çok faaliyet gösterdi. Onların nizamnamelerini, proğramlarını hazırladı, nasıl açılacağını gösterdi. Şimdi Kazan, Orenburg, Astırahan, Troiski, Ufa ve başka büyük şehirlerde mevcut cemiyet-i hayriyyeler, yardımlaşma dernekleri İsmail dedemizin bize bahşettiği meyvalardır. Muhterem üstad İsmail Bek Gasprinski’nin dikkate alınacak faaliyetlerinden birini de, kadınlara münasebeti, onlara olan ihtiram tenkil eder. Şimal Türkleri arasında kadın-kızlara hürriyet talep eden ilk şahıs İsmail Bek Gasprinski cenaplarıdır. O kızı Şefika hanımın nezaretinde kadın-kızlara mahsus “Alem-i Nisvan”ı neşr etti.”

Y. Halil

İsmail Bey Gaspıralı’ya verilen bu yüksek değer 1917 ihtilalinden sonra oldukça yön değiştirmeye başladı. Yeni rejimin yerleştirdiği eğitim metodları Gaspıralı’nın metodlarını artık gereksiz kılmıştı. Fakat 1930’lu yıllara kadar Gaspıralı’nın büyüklüğü inkar edilmiyor ve yeri geldiğinde bahsediliyordu. Mesela, 1926’da Kazan’da neşr edilen Abdurrahman Sadi’nin Tatar Edebiyatı Tarihi adlı eserinde onun hakkında aşağıdaki şu satırlara ver verilmiştir:

“…işte Tatar dünyasında reform hareketinin son, tam anlamdaki hareketi “Usul-ü Savtiye” hareketinde ilk liderliği Kırım mirzalarından İsmail Gasprinski gösterdi. Türk-Tatar dünyasında ilk olarak savtiye usulü ile eğitim yapan okulları açarak, bunların ilk örneklerini verdi. Onun 1883’te çıkmaya başlayan “Tercüman”ı bu metodu halk arasında yaymada ilk güçlü silah oldu… Neticede o usul-ü Cedid, Usul-ü Savtiye hareketi bütün Tatar dünyasında büyük güçlü bir akım haline dönüştürmede başkomutan oldu. Bu gazete Kazan Tatarlarının o devirdeki aydınları-bilhassa din adamları arasında hayli yaygınlaşınca onların arasında bu hareketin güçlenmesine, damarlarını yaymasına büyük tesir yaptı…”

Bundan 60 yıl sonra yayınlanan Tatar Edebiyatı Tarihi (II) adlı eserde ise bu büyük şahsa neredeyse satır aralarında denilecek şekilde çok az ver verildiğini ve gayri müsbet değerlendirildiğini görmekteyiz. Kazan’da 1985’te yayınlanan eserde aynen şu satırlara yer verilmektedir:

“…Tatar edebî dilinin büyümesinde çok öncelerden beri Oğuz dilleri büyük tesir yaptılar. Bu tarihi görüntüyü XIX. yy ve XX. yy başında dilde ayrı bir durum şeklinde kendini gösteren Türkçülük hareketinden ayırarak bulmak gerekir. Bu akımın taraftarları (İ. Gasprinski vb.) XIX. yy’ın ikinci yarısında ”Tercüman” adında bir gazete de çıkarmaya başlarlar ve Türk halkları için ortak edebi dil meydana getirmek meselesini ortaya koyarlar. 1905 ihtilalinden sonra demokratik yazarlar, A. Tukay, F. Emirhan, A. Kemal, Ş. Muhammed(iev) vb. onun artık zamanın şartlarına cevap vermediğini gösterirler..”

Yukarıdaki örneklerden de görüleceği üzere Gaspıralı’nın ölümünde ona verilen değerle aklanmadan önce verilen değer arasında uçurumlar vardır. İşte bazı siyasî yasaklar XIX. y.y. sonu ve XX. y.y. basında tek Kırım Tatarlarının değil belki de bütün Türkî toplulukların hayatına damgasını vurmuş olan İsmail Gaspıralı’yı 100. doğum yıldönümünde (1951) anılmasına mani olmuştu. Şu anda tek tesellimiz ise 140. doğum gününde vatanında anılabilmesi için yeni şartların meydana gelmiş olmasıdır.
* Akmescit, Mart 1991

** Makalenin yazıldığı tarihte : Doç Dr. Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdür Yardımcısı.

Gaspralı (Gasprinski), İsma’il

*


Zeki Velidi TOGAN

Çev. Prof. Dr. YAVUZ AKPINAR **

1851’de Bahçesaray’ın yakınındaki Avcı köyünde doğan, Türklerin ve daha da hususî olarak Rusya Türklerinin meşhur ideolog yazarı. Babası Mustafa Ağa, Alupka ve Yalta arasındaki Gaspıra köyünün eşrafından -o zaman onların aile adı Gaspıralı, daha sonra da Gasprinski-  ve Odessa’daki Askerî Lise’nin mezunlarındandı. 1854’te Sivastopol savaşı sırasında Mustafa Ağa Bahçesaray’a yerleşti ve oğlunu önce Bahçesaray’daki Zincirli Medrese’ye ve daha sonra da 10 yaşında iken Simferopol Gymnasium’una gönderdi. İki yıl sonra İsmail, Voronezh Askerî Lisesi’ne gitti ve sonra Moskova Askerî Lisesi’ne nakledildi.

Aslen Litvanyalı bir Tatar olan Mustafa Mirza Davidoviç’le birlikte, onların müdürü, tanınmış bir Pan-Slavist ve Moskovskiya Vedomosti gazetesinin editörü olan ve onları her hafta kendi evine davet eden İvan Katkov’un dikkatini çekti. 1867’deki Girit ihtilali sırasında Katkov’un Türkiye’ye karşı göstermiş olduğu düşmanlık, bu iki gençte bir tepkinin ortaya çıkmasına sebep oldu ve bu iki genç Girit’te Türk tarafında gönüllü olarak hizmet etmek amacıyla Odessa’ya gittiler. Bununla birlikte pasaportları olmadığı için tutuklanarak, geriye Kırım’a kendi evlerine gönderildiler. İsmail Bey, Bahçesaray’da Zincirli Medrese’de mecburî Rusça öğretmenliğine tayin edildi.

O daima Türkiye’ye gitmeyi ve subay olmayı düşündü, bunu yapmak için Fransızca öğrenmenin gerekli olduğunu farkettiği için Bahçesaray’daki dört yıllık memuriyeti sırasında Fransızca öğrendi. Aslında bu dil hakkında bazı bilgileri Moskova’da Askerî Lise’de iken elde etmişti. 1871’de İstanbul’a gitmeğe karar verdi, fakat Fransızcasını mükemmel bir hâle getirmeği amaç edinerek Viyana yolu ile Paris’e gitti. Paris’teki gözlemlerinin sonuçları, daha sonra Rusya’da bastırdığı eserlerine yansıdı; özellikle Rusya Müslümanları (The Muslim Comminity in Russia) adlı eserine ve ayrıca Paris’te iken yazdığı Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene (A balanced view of European civilisation) adını taşıyan eserine.

Paris’te iken hayatını bir reklam ajansında tercümanlık yaparak kazandı. Amacı Türkiye’ye gitmek olduğu için Paris’te Genç Osmanlılar’ın gruplarına çok fazla karışmadı. Sonunda 1874’te İstanbul’a gitti ve orada daha önce yerleşmiş olan amcası Süleyman Efendi’nin yanında kaldı. Türk Harp Okulu’na girmek için büyük bir gayret gösterdi, fakat Rus büyükelçisi İgnatiyev bunu öğrendiğinde Sadrazam Mahmud Nedim Paşa üzerinde nüfuzunu kullandı ve bu teşebbüsü engelledi. Sonunda bir yıl boş yere bekleyen İsmail, Kırım’a geri döndü. İstanbul’da bulunduğu sırada St. Petersburg ve Moskova’da çıkan bazı Rusça gazetelerde Doğu hayatını tanımlayan, siyasî olmayan makaleler yayımladı.

1874 ve 1878 yılları arasında Kırım Türklerinin köy hayatı ile aşina olmaya başladı ve hayatının bu dönemini 1906’da yayımlanan Gündoğdu adlı hikâyesinde tasvir etti. Bu hikâyede kendisinden Danyal Bey adı altında bahs eder. Milletinin ihtiyaçları, köy hayatı ve öğretim ile aşina olduğunda bu Danyal Bey, anlar ki, bir gazete çıkarma ve milletini dünyadan haberdar etme hayatî bir ihtiyaçtır.

İsmail Bey 1878’de Bahçesaray’a belediye reisi seçildi ve 1879’da bir gazete çıkarma izni için Çar hükûmetine müracaat etti, fakat reddedildi. Bunun üzerine Simferopol’de Rusça olarak neşredilen Tavrida gazetesine Rusya İmparatorluğunun Müslümanlarıyla ilgili ciddî siyasî makaleler yazdı. Arada bir makaleler toplusu (kolleksiyonu) yayımladı; Tonguç (Taşbasma, Simferopol), Şafak ve Leta’if (Ünsizadeler Matbaası, Tiflis) ve daha sonra Ay, Yıldız  ve Günes. Bu yazılar çoğunlukla Kırım diyalektinde idi. Ertesi yıl (l882) İsmail Bey bu makaleleri biraz genişleterek Rusça Tavrida gazetesinde bastırdı ve bunları 54 sayfalık bir eser olarak Russkoye Musulmanstvo  (Rusya Müslümanları) adıyla yayınladı. Bu eser, Rusya İmparatorluğuna tâbi Müslüman halklarının kültürel ve siyasî problemleri konusuyla ilgili öncü bir eser idi. İsmail Bey, bu eserde, kendisini Rusya’nın sadık bir teb’ası olarak takdim etmesine ve hatta Rusların Tatar hakimiyetinden kurtulmasını tasdik eder bir şekilde konuşmasına rağmen Rus çevreleri bunun bir araç olduğuna inandı ve bu eseri şüphe ile karşıladılar. O, bu eserde, Rus yönetimi altındaki Türk-Tatarları tek bir Rus Müslümanları toplumu olarak mülahaza etti ve bu yolla Batı medeniyetine katılabileceklerini gösterdi. Türkçe yayımladığı bu kitapçıklarda O, işaret etti ki, eğer Türk-Tatar grubu dağınık kalırsa sonuç felaket olur. Kurtuluşun tek yolu olan yeni Batı medeniyetine katılmak için birlikte hareket etmeleri gerektiğini onlara kendi dilleri vasıtasıyla anlatmayı denedi.

O, 1883’te Tercüman adlı bir gazete yayımlamak için izin aldı. Gazetenin Rusça adı “Perevodçik”ti ve ilk sayılarında Rusça kısmı daha önemli idi. Batı medeniyetinin, Rusya Müslüman toplumu arasında yayılması hususunda gazetenin bir tercüman rolü oynaması gerektiğini açıkladı. Türkçe kısmı giderek genişledi ve daha önemli hâle geldi. Daha sonra l890’da Tercüman “politika, öğretim-eğitim ve edebiyatla ilgili millî bir gazete” oldu. 1905’ten sonra Tercüman-i Ahval-i Zaman  adını aldı ve gazetenin başlığına “Dilde, fikirde işte birlik” sloganı yerleştirildi. Sonunda Rusça kısım tamamen terkedildi ve gazete Rus imparatorluğundaki Müslüman toplumun gayelerinin ve düşüncelerinin tercümanı oldu. Kazan, Kafkasya, Türkistan ve Sibirya’da yaşayan bütün Türkler, Tercüman’ ı onların millî ideallerini genişçe yayan bir gazete olarak kabul ettiler. Bu gazetenin Türk entellektüelleri üzerindeki derin tesiri, 1886’da yayımlanan ve ilk Tatar romanı olan Musa Akyiğit’in Hüsameddin Molla adlı eserinden, 1908’deTercüman’ın yayınlanışının 25. yılı dolayısıyla Rus İmparatorluğunun her bölgesinden gelmiş delegelerin hediye ve konuşmalarından ve o yıl gazetenin tirajının artmış olmasından anlaşılabilir.

İsmail Bey, Kazan soylularından ve sanayici Akçurin alilesine mensup olan Zehra Hanım’la evlendi. Bu evlilik sebebiyle O’nun Kazan Türkleriyle bağları kuvvetlendi. O, Azerbaycan Türk yazarları Hasan Bey Melikov, Ünsizade, Topçubaşı ve diğerleriyle sürekli temas hâlinde idi.

Moskova Askerî Lisesi’nde kendisiyle birlikte okumuş ve Bahçesaray’a yerleşip orada 25 yıl belediye reisliği yapmış olan Litvanya Müslümanlarından Mustafa Davidoviç, İsmail Bey’in en çok meşgul olduğu, Rusya Müslümanları için ilkokullar yaratmak, bunlar için ders kitapları yayımlamak gibi bütün teşebbüslerinde O’na yardım ediyordu.

İsmail Bey, ayrıca Bahçesaray ve diğer yerlerde öğretmen kursları açarak modern öğretim metodlarını yerleştirmek ve Rusya’nın Müslüman toplumu içerisinde bu tip okulların açılmasını sağlama bağlamak istedi.

Taşkent, Buhara ve Sibirya da dahil olmak üzere bu toplumun her parçasını bizzat ziyaret etti. O, kendi matbaasını şahsen kurdu ve Hoca-i Sibyan, Malumat-i Nafia  ve ilkokullar için neşrettiği diğer eserleri kendi matbaasında bastı. Belediye reisi Mustafa Davidoviç ve karısı Zehra Hanım’la birlikte, Tercüman’ın 25. neşir yılı dolayısıyla kızlar için bir el işleri enstitüsü açti ki, bu düşünce hızla diğer bölgelerde de yayıldı. O, kadınlar için Âlem-i İslâm adlı ilk dergiyi çıkardı ve bunun başına kendi kızı Şefika’yı getirdi; kadın haklarıyla ilgili Kadınlar Ülkesi adlı bir eseri de yayımladı. Şemseddin Sami’nin Kamusü’l-Alam’ından ilham alarak Rus müslümanları için bir ansiklopedi basmaya başladı, fakat bunu tamamlamaya muktedir olamadı. Edebiyat ve dil problemleriyle ilgilenmeye başladı.

1905 ihtilalinden sonra özellikle “edebî dil” ve öğretim problemlerini hâlletmek üzere tasarlanmış bir program tasarladı. Bu plân ilkokul öğretiminde ilk üç yılda mahallî Türk lehçelerinin kullanılmasını öneriyordu. Sonraları “ortak edebî dil”, öğretimin umumî dili olacaktı. O’nun orijinal “ortak edebî dil” ideali, temelde Tatar olan bir dile Osmanlıca’nın ilâvesiydi, fakat kendisiyle çalışan kişilerin de etkisiyle Osmanlıca tesiri arttı ve neticede Rusya Müslümanları tarafından anlaşılabilen basit bir Osmanlıca oldu.

İsmail Bey’e göre millî Türk edebiyatı, Türklerin yaşadığı bölgelerin hayatını yansıtacak romanlardan ibaret olmalı ve bunlarda yeni düşünceler ve idealler aşılanmalıydı. 1892-1894 yıllarında Tercüman’a ilâve olarak basılan ve İlâve-i Tercüman olarak adlandırılan ekler ve O’nun romanı Darürrahat Müslümanları bu açıdan önemlidir. İsmail Bey, dilde; Osmanlıca’da Arapça ve Farsça’nın hakimiyetine ve hatta Kazan Tatarları arasında Rusça’dan kelimeler alma eğilimine ciddiyetle karşı çıktı ve edebî dil için popüler edebiyata yaklaşma idealini öne sürdü.

18. asırda Kaşgar’daki Çin işgalini anlatan Arslan Kız ve Gülcemal Bikeç adlı hikâyeleri ve Bahçesaray’dan Taşkent’e adını taşıyan kendi yolculuklarının hatıralarını ihtiva eden yazıları “İlâve”nin bir çok sayısında tefrika edildi.İlhanlılar tarihinde önemli rol oynamış Bağdat Hatun hakkındaki hikâyeleri l893’te yayımlandı. O, Bursalı Tahir’in Türklerde İlim ve Fünun adlı ilmî eserinin genişletilmiş bir versiyonunu  -Saadettin Taftazanî’nin bazı tartışmaları da onun içinde olmak üzere-  “İlâve”de yayımladı.

İsmail Bey, İslâm’ı önce Türklerin kendi kimliklerini korumada yararlı olarak değerlendirdi, fakat “Çep Kuran’ı”ndan başka dinî yayınlara çok yer vermedi. 1905 ihtilâlinden sonra Kazan ve Bakû’da görülmeğe başlayan, Komünizm ve Sosyalizmin karşıt sonuçlarını görerek, Rusya Müslümanlarının dağınık siyasî kuruluşlarına karşı çıkan ve yalnızca Rus sosyalist partilerine sadakat talep eden ve Rusça’yı edebî bir dil olarak empoze etmek için gelişigüzel çaba harcayan bu hareketler ve özellikle bu gibi neşriyat karşısında korkmaya başladı.

Tercüman’da İştirakiyyun başlığı altında yayımladığı makaleler serisinde kolayca görülebilen bir şekilde sağa kaydı ve İslam milletleri arasında kültürel bir birlik oluşturmak hakkında düşünmeye başladı. Bu maksatla 1907’de Mısır’da umumî bir Müslüman kongresi toplamak istedi. Bizzat oraya giderek, hatta Abdullah Taymas’la birlikte En-Nahda adlı Arapça bir gazete yayımlamağa başladı. Bu çabayla da yetinmeyip o ayrıca Hindistan’a da bir seyahat yaptı, fakat bu gayretler O’nun ümit etmiş olduğu sonuçları vermeyince, Bahçesaray’daki eski faaliyetlerine geri döndü.

İsmail Bey’in diğer yayınları arasında 1901’de basılan Mebadi-i Temeddün-i İslamiyyan-i Rus ve 1896’da basılan yirmi sayfalık Rusça, Rus ve Şark Anlaşması (Russko-vostoçnoye soglashenye) adlı eserler de vardı. İsmail Bey, çabalarının olumlu neticelerini görerek hayatının son yıllarında Batılılaşmayı, Rusya’daki Müslümanlar ve diğer Türkler için manevî bir intihar olarak gören aşırı eğilimlere karşı mücadele etti, I. Dünya Savaşı sırasında ümitlerle coştuktan sonra 11 Eylül 1914’te Bahçesaray’daki evinde öldü ve oraya defnedildi. Ölümünden sonra oğlu ve kızları Tercüman gazetesinin yayınını bir süre için devam ettirdi. Tercüman 31 yıl yayımlanmıştı.


* Zeki Velidi Togan, “The Encyclopaedia of Islam”, New Edition, V.II, l965, Leiden, E. J. Brill, p. 979-81 ( EI, 2 (l965) 2; 979-981)

** Kardaş Edebiyatlar, 1994, Sayı: 26, s. 4-7)

Dilde, Fikirde, İşte Birlik (Gaspıralı ve Türkistan)

[1]


Safter NAGAYEV

Aktaran: Bayram Orak

Ulu Özbek şairi Alişir Nevaî’nin 550. ve meşhur Kırım tatar eğitimcisi İsmail Gaspıralı’nın 140. doğum yıl dönümleri, 1991 yılında dünya çapında kutlandı.

Alişir Nevaî’nin 550. doğum yıldönümü arefesinde Romanya’da yaşayan soydaşlarımızdan Karadeniz gazetesini aldım. Anavatandan uzakta, muhacerette yaşayan soydaşlarımız, Romanya’da vuku bulan müsbet gelişmeler sonucu ayda bir çıkarmaya başladıkları gazetelerine Karadeniz adını vermişler ve manevî babamız İsmail Gaspıralı’nın çıkardığı “Tercüman� gazetesinin geleneklerini devam ettirmek maksadıyla, Türk dünyasının bu büyük hocasının “Dilde, fikirde, işte birlik” düsturunu gazetelerine şiar etmişler.

Gazeteyi görünce, meşhur Özbek şairi Muhammed Salih’in, 18 Ocak 1991 tarihinde “Yaş Leninçi” gazetesinde çıkan “Millî Gurur” isimli makalesinde şu satırları hatırladım :

“XIX. asrın sonlarında,Türk boyları arasında bir uzaklaşma ve bu uzaklaşmanın önünü almak için de bir hareket başladı. Bu hareketin başında, Kırımlı büyük mütefekkir İsmail Gaspıralı vardı. Onun “Dilde, fikirde, işte birlik” düsturu, bizim Münevver Kari, Mahmudhoca Beyhudî, Abdurauf Fırat, Çolpan gibi büyüklerimizin faaliyetlerini de etkilemişti.”

İşte bu fikirler, bu büyük insanımızın doğum gününün resmî olarak ilk defa kutlandığı bu yılda, beni, onun Türkistan halklarına yönelik faaliyetleri konusunda yazmağa davet etti. Gaspıralı’nın, milletine, bütün Türk boylarına karşı sınırsız bir sevgisi vardı. O, bütün bilgisini, kabiliyetini ve tecrübesini milletine vakfetmişti. Bilhassa, büyük bir emek sarfettiği gazetecilik sahasında büyük bir mütefekkirdi. Bütün Türk boyları, özellikle emekçi kesim, onun gazetecilik sahasındaki hizmetlerine büyük bir değer vermiş ve daha sağlığında onu millet atası gibi büyük bir paye ile şereflendirmişti. Türk boyları arasından hiç kimse, o güne kadar böyle bir onur payesi kazanmamıştı.

Gaspıralı, bütün Türk boylarıyla olduğu gibi Orta Asya’da yaşayan Türk boylarıyla da sıkı bir alaka içindeydi: zira, “Tercüman�  gazetesi Türkistan’da yaygın şeklinde okunmaktaydı. Gaspıralı’nın bu ülkedeki takipçileri sürekli artı. Bügün, bütün halk tarafından tanınan Sadreddin Aynî, Behbudî, Fıtrat, Hamza gibi edipler onun “yeni eğitim” (Usul-i cedid) usulünün Türkistan mekteplerinde en gayretli uygulayıcılarıydılar.

Eski okulların ağır olan “okuma sistemi”ne göre daha kolay olan “anlatma” esasına dayalı ilk okulu Bahçesaray’da açan Gaspıralı, bu metodun Kazan, Ufa, Orenburg, Taşkent, Semerkand ve Buhara gibi şehirlerde yaygınlaşmasına ve buralarda da böyle okulların açılmasına öncülük etmiştir. Gaspıralı, bu maksatla Türkistan’a gelmiş; Mahmudhoca Behbudî ve Abdulla Şekurî gibi eğitimcilerle görüşmüş, Özbek, Tacik, ve Tatar çocukları için yeni, modern okullar açılması konusunda teşvik ve destekte bulunmuştur. Bu görüşmede hazır bulunan meşhur Özbek-Tacik edibi Sadreddin Aynî, bu konuda şunları yazıyor:

“Tatar cemaatinin önderlerinden İsmail Gaspıralı Bey, 1908 yılının yazında Buhara’ya geldi. Tabiîdir ki, İsmail Bey, her yerde yaptığı gibi, Buhara’da da okul meselesini ortaya attı ve bu meseleyi görüşmek üzere Buhara eğitimcilerinden birkaç kişiyi saraya çağırdı. Bu görüşmede Molla Nizam’ın evinde faaliyet gösteren okul için Çarlık idaresinden uygun bir yer istenmesi ve okulun Tatarlar ve Buharalılara da teşmil edilerek resmîleştirilmesi kararı alındı. Toplantıda bulunanlar okulun adının “İsmailiyye” olmasını teklif ettiler. Ancak, İsmail Bey bu teklifi hoş karşılamadı ve (okulun adını) �- Emir Muzafferüddin’in adına izafeten “Muzafferiyye” koymak daha uygundur� dedi. (Onun hizmetleri) sadece bu kadar değil: Rusya’da rusça ve türkçe olarak neşredilen ilk büyük gazete olan “Tercüman� gazetesini o neşretti ve bu gazetede, Çarlık Rusyası sınırları içerisinde kalan mazlum müslüman milletlerin eski tarihleri, Birunî, İbn Sina, Farabî, Uluğ Bey, Nevaî gibi büyük ilim ve edebiyat dehaları ve onların dünya kültür tarihindeki yerleri hakkında pek çok yazılar yazdı.”

Gaspıralı, gazetesinde, ortaçağlarda büyük şahsiyetler yetiştirmiş Türkistan gibi büyük bir ülkenin son asırlarda cehalet ve hurafeler kıskacında inkıraza yuvarlanması, buralarda güçlü olan feodal ve emperyalistlerin zulümleri, ülkede yeni yeni başlayan uyanış hareketi, yeni eğitim ve edebiyat uğrunda yürütülen mücadele ve müslüman kadınların haklarını koruma konularında tesirli makaleler yazmıştır. Gaspıralı, zaten Türkistan’da defalarca bulunmuş ve burada edindiği izlenimleri “Buhara ve Bahçesaray”, “Bahçesaray’dan Taşkent’e” (1893), “Türkistan’ın Yeni Tarihi” (1905), “Buhara’da Neler Gördüm” (1908), “Türkistan’dan Mektup” gibi makalelerinde okuyucularına aktarmıştır.

Türkistan’daki Usul-i Cedid okulları onun tesiri ile kurulmuştur. Mahmud Hoca Behbudî, Tevellâ, Abdulla Evlanî, Sadreddin Aynî, Hamza ve diğerleri, “Tercüman� gazetesinin Türkistan’daki ilk okuyucuları ve takipçileri idiler. Türkistan Vilayetining Gazeti, Sada-yı Türkistan, Sada-yı Fergana gazeteleri ve Ayna dergisinde, �Tercüman�’dan iktibas edilen haber ve makaleler muntazam olarak basılıyordu.

Taşkent cedidçilerinin atası sayılan Münevver Kari, Sovyet Özbekistan’ı gazetesinin 7 Haziran 1927 tarihli sayısında bu akımı, devamlı yaygınlaştığı bir sırada, karalayarak şöyle yazmıştı:

“Cedid okullarını açanlar eski okul, medrese ve dindarların yetiştirdiği ediplerdi. Onlar yalnız İ. Gaspıralı’nın Bahçesaray’da çıkan gazetesini okudular ve okulu bu suretle mektebin ne olduğunu çok iyi anlayarak kitaplar getirdiler.”

Rusya Müslümanlarının dünyasında yüz veren bu sosyal-manevî gelişmede Gaspıralı’nın hizmeti hakikaten gayet büyüktür. O, Rusya müslümanlarının hayatında yeni bir hadise olan, Usul-i Cedid’in temelini atıp “Tercüman� gazetesi ile Türkçe matbuatı başlatmıştır. Geçen asrın sonlarında, değil Rusya, Türkistan ve hatta Hive, Buhara emirliklerinde, Usul-i Cedid’in duyulmadığı bir köy bulmak çok zordu.

Misyoner N. P. Ostroumov’un müdürü bulunduğu Taşkent Öğretmen Okulu’nda 30 Ağustos 1882 tarihinde, “Rus olmayanların, müslümanların eğitimlerini hangi prensipler üzerine kurmak gerekir?” konulu bir toplantı oldu. Bu toplantıda, Türkistan genel valisi A. K. Abramov’un başkanlığında imparatorluk askerî idaresinin temsilcileri ve ruhbanlar da hazır bulunmuşlardı. Tarih ve coğrafya öğretmeni M. A. Miropiyev toplantıda bir tebliğ sunmuş ve “Gaspıralı’nın, bu tasarısın kabul etmek, yok olmak üzere olan müslümanları diriltmek, yani bağrımızda yılan beslemek olur. Müslümanların eğitimlerinin temelinde, İslamı bozmak, dinî gayreti tamamen yok etmek, dolayısıyla onları ruslaştırmak olmalıdır.” (Turkestanskiy Sbornik, cilt; 361, s.; 144) mülahazasında bulunmuştu.

Kafkas Öğretmen Okulu’nun müdürü olan Semyonov, Gaspıralı’nın tasarısını destekleyenlerden son derece rahatsız olmaktaydı. Taşkent Öğretmen Okulu, 15 yıl boyunca yerli halkı kendisine çekemediği için zor duruma düşmüş ve “Bizim vazifemiz, yerlileri, okulumuzu sevmeye, saymaya ve ona inan maya mecbur etmektir. Bu bakımdan, İngilizlerin, bu sahada Hindistan’da yaptıkları bize örnek olmalıdır.” demek zorunda kalmıştı.

Gaspıralı, 1892 yılında müslüman okullarının ilyatı (?) tasarısıyla Türkistan genel valisi Rozenbakh’a müracat etti. Vali, projeyi inceleme ve rapor yazma işini N. P. Ostroumov ile V. P. Nalivkin’e havale etti. Bu ikili tabiî ki projeyi reddedip “Kabul edilemez!” raporunu verdiler. Ostroumov, Gaspıralı’nın yaptığı işleri, Avrupa medeniyetinin zenginliklerinden, kendi millî benliğini korumak için faydalanma şeklinde değerlendirmiş ve bundan hoşlanmamış; Gaspıralı’nın tesirinin Türkistan’ı da tutmasından korktuğunu söylemişti. Kısacası, Rozenbakh, tasarının “akim bırakılması” kararını verdi. (A. V. Pyaskovskiy, ‘Revolyutsiya v Turkestane’, 1905-1907. yıllar Moskova,. 1958, s. 99).

Gaspıralı 1893’te Taşkent’e geldi. Semerkand, Buhara gibi şehirlerde bulundu. Ancak, Türkistan askerî idaresi olsun, Buhara Emirliği olsun onun “Usûl-i cedid”ini pek hoş karşılamadılar. İşler sarpa sardı. Taşkent’teki çalışmalardan bir netice çıkmadı. Yalnızca Semerkand’da bir okul açabildi. Ama Gaspıralı yolundan dönmedi. Türk boyları arasında “hocaların hocası” ve çocukların sevgilisi olarak kaldı.

Amma bütün bunlara rağmen Gaspıralı’nın taraftarları Türkistan’da sürekli arttı. Sadreddin Aynî meşhur Hatırat’ın da şunları yazıyor:

“Rus-Japon harbi başlamıştı. Buhara’ya arada bir gelen “Tercüman� gazetesi bu savaş sebebiyle daha sık ve daha çok gelmeğe başladı.” (Eserler, 1963, cilt I, s. 200).

Prof. B. Velihocayev, Özbekistan Edebiyatı ve San’atı gazetesinde, 4 Kasım l988 tarihinde basılan “Aynî Telkininde Fıtrat” isimli makalesinde şöyle ilginç bir vakayı anlatmaktadır: “Abdurauf Fıtrat 1911 yılı baharında Buhara emirinin zulmünden kaçarak, İran yoluyla İstanbul’a gider. Orada okur; ve bir eser yazar. Münakaşa isimli bu eserde cedid meselesi hakkındaki fikirlerini beyan eder. İstanbul’da “Buhara Maarif-Talim Cemiyeti” adında resmî ve legal bir cemiyet kurulur ve bu cemiyet, adına uygun olarak Buhara ve Türkistan maarifinin gelişmesinde önemli bir rol oynar. Rusya’nın muhtelif İslam memleketlerinden gelen gençler de bu cemiyetin çalışmalarına katılırlar. Abdurauf Fıtrat cemiyetin kurucularından biridir. Fıtrat burada İsmail Gaspıralı’nın “Darü’r-rahat Müslümanları” eserini farsçaya çevirir ve bu çeviri, Buhara’da gençler tarafından kurulan “Kitabhane-i Ma’rifet” cemiyetinin sağladığı para ile neşredilir.”

Burada ilginç olan, geleceğin dünyaca meşhur türkologu Kırımlı genç Bekir Çobanzade’nin de aynı yıllarda, yani 1912-1914 yılları arasında İstanbul’da tahsilde bulunmasıdır. Çobanzade, burada Fıtrat’la tanışıp dost olmuş ve bu dostluk bir ömür boyu devam etmiştir. Kırımlı talebelerin en genci olan Çobanzade, Fıtrat’ın dikkatini çeker. Fıtrat, sohbetlerinden birinde, İstanbul’a tahsile giden Türkistanlı gençler arasında Hamza’nın da bulunduğunu bildirmektedir. Rusya’dan gelen gençler “Dilde, fikirde, işte birlik” düsturu altında konuşmakta ve Türk boylarının birleşmesini isteyen “Millet atası” Gaspıralı ‘nın yolundan yürümektedirler. 1914 yılında Fıtrat Buhara’ya, Hamza Hokand’a, Çobanzade ise Kırım’a doğru yola çıkarlar. Onlar İsmail Gaspıralı Bey’ in vefat haberini yolda öğrenirler.

Gaspıralı’yı en çok ilgilendiren dahilerden biri Alişir Nevaî olup; Gaspıralı bu meşhur şairin eserlerinin Türkistan’da geniş kitlelere ulaşmasında büyük bir hizmet görmüştür.

Kırım tatarları, bu büyük şairin eserleriyle tanışmaya bir kaç asır önceden başlamışlardı. Süreli bir yayın organı çıkarma hazırlığında bulunan İ. Gaspıralı, Nevaî’nin bazı eserlerini Kırım Tatarcasına aktarmıştır. Şairin en önemli eserlerinden biri sayılan Muhakemetü’l-Lugateyn bu çalışmalardan biri olarak 1882 yılında Bahçesaray’da basılmıştı. 1940’lı yıllarda Leningrad Üniversitesi’nde hoca olarak çalışan Zedla Aksakov’un, “Sovet Edebiyatı” dergisinin 1941 yılı Şubat sayısında basılan makalesinde kaydedildiği gibi Kırım Tatarları bu eseri hüsn-i kabulle karşılamışlardır.

İ. Gaspıralı, 1895 yılında Bahçesaray şehrinde, meşhur eserlerinden biri olan “Türkistan Uleması”nı neşrettirdi. Gaspıralı, bir zamanlar elden ele dolaşmakta olan bu eserinde Orta Asya’nın meşhur simaları İbni Sina, Farabî, Birunî Nevaî ve Babür hakkındaki düşüncelerini belirtmekte ve bu şahısların dünyanın tekakkisinde oynadıkları role işaret etmektedir.

Edip ve gazeteci Gaspıralı sık sık Türkistan konusunu işler. Meşhur eserlerinden biri olan Darü’r-rahat Müslümanları romanının baş kahramanı Taşkentli Molla Abbas’tır; edip kahramanının İspanya seyahatinde onu bir Fransız turist olarak gösterir. Hace-i Sibyan ders kitabindaki “İki Ulu Şair” başlıklı makalesinde de öğrencileri Puşkin ve Nevaî’nin eserleriyle tanıştırır.

Ortak bir edebî dil oluşturmak maksadıyla usanmadan çalışan Gaspıralı, Alişir Nevai’nin Türk şivelerinin inkişafındaki rolüne büyük bir değer verir. Gaspıralı, “Tercüman�  gazetesinin l908 yılı 5. sayısında çıkan makalesinde edebî dil hakkında fikirlerini şöyle beyan ediyor:

“Eğitimi Denetleme Dairesi”nin tarifini yanlış buluyoruz; zira, onlar “halkın anadili milletin edebî dilidir” diyorlar. Bizim eski edebî dilimizin bir ucu Alişir Nevaî’nin dili ise, bütün şivelerin iştirakiyle oluşacak yeni dilimiz de onun ikinci bir ucudur. “Eğitimi Denetleme Dairesi” burada büyük bir yanlış yapıyor. Bu yanlışlığı, Petersburg’da dili iyi bilmeyenler yapsalar belki afvedilebilir; ama Bahçesaray, Bakû, Orenburg, Kazan vb. yerlerde böyle bir hata afvedilmek şöyle dursun tam bir cinayettir.”

Tuvgan Til ve Milliy Maarif (Anadili ve Milli Eğitim) isimli makalesinde ise bu fikrini devam ettirerek şunları yazıyor :

” Tarih gösteriyor ki, daha Rusya’da eğitim öğretimin, mekteplerin olmadığı zamanlarda, Türk boyları arasında ilim ve fenn inkişaf etmiş; Türk boyları, Alişir Nevaî, Fuzulî gibi dünya çapında büyük yazarlar, şairler, İbni Sina gibi dünyaca tanınmış filozof-alimler, bilimin muhtelif sahalarında engin bilgiye sahip, kabiliyetli uzmanlar yetiştirmişlerdi. Bunu, bundan bin yıl önce yazılmış binlerce ilmî ve edebî eser de isbat etmektedir.

İbni Sina ve Alişir Nevaî devirlerinde türk milletinde yüksek bir maneviyat, hızlı bir büyüme, bilim ve edebiyatta misilsiz bir gelişme ve bir coşku vardı. Lakin sonraları, bu millet, çeşitli düşmanlar tarafından, her yönden şiddetli hücumlara, amansız mağlubiyetlere uğratıldı; bütün gelişme ve büyümesi durdu; bilim ve edebiyatta geriledi; boyları-oymakları dört bir tarafa dağıtıldı. En fenası da bu dağılmış boylar-oymaklar güçlü milletlerin baskı ve tesiri altında kaldılar. Atalarının, büyük zorluklarla, uzun bir zaman sürecinde elde ettiği kazançları hemen hemen yok olup mazide kaldı. Millet, asırlarca devam eden bir durgunluk ve cehalet uyukusuna daldı. Türk boylarının bir kısmı arap tesirine kapılıp arap dili, ruh ve düşüncesiyle yaşadı; Azerbaycan türk leri, fars şiiri ve fars ruhuyla zevk alır oldular; Kuzey türkleri yani tatarlar ise ruslarla karışıp rus tesirine kapılarak yaşamağa mecbur oldular.”

Türkistan’da faaliyet gösteren misyonerlerden biri, Tuzemnaya Gazeta (Mahalli gazeti)nın redaktörü N. P. Ostroumov Kuran ve Tekakkiyat adlı kitabında (Taşkent, 1903) Gaspıralı’nın faaliyetlerine geniş bir yer ayırır: “Gaspıralı, müslüman okullarını eski arap seviyesine yükseltmek niyetini asla gizlemez; o, tatarlar için özel hayır kurumları, halk kütüp haneleri, iş yerleri açılmasını yürekten selamlar ; tatar temsilleri, bediî eserleri hakkında müsbet fikirler bildirir, ama tatarların ruslar tarafından asimile edilmelerine asla razı olmaz” diye yazar, Ostroumov. Bu fikirler, misyonerlerin Gaspıralı’nın Türk eğitim ve kültürü sahasındaki çalışmalarından hoşlanmadıklarını açıkça göstermektedir. Bu vakıayı, Türkistan’ın 1916-1917 yılları arasındaki genel valisi İ. Kurapatkin’in günlüğünde yer alan şu satırlar da doğrulamaktadır : ” Biz elli yıl boyunca yerli halkı ilerlemelerin dışında, okullarından ve rus hayatından uzakta tuttuk.”

Basın, Türk boylarının bu dahi şahsiyetinin hayatı, eğitim faaliyetleri ve vakitsiz ölümü hakkında yazılar, mersi yeler yayımlamıştı. Bu yazılarda Gaspıralı ‘nın Rusya müslümanlarına, hususen Türkistan maarif ve matbuatına ettiği unutulmaz hizmetler anılmaktaydı. Gaspıralı’nın vakitsiz ölümü Türkistan aydınlarının kalbini şiddetli bir matem ateşi ile yakmıştı.

“Millet atası”nın vefatı hakkında ilk olarak Azerbaycan’ın sevilen evladı Neriman Nerimanov, Türkistanlı cedidçilerin önderi Mahmudhoca Behbudî, Özbek edebiyatının görkemli temsilcisi Hamza ve sırasıyla diğerleri duygularını beyan ettiler.

Mahmudhoca Behbudî, Ayna dergisinin 1914 yılı 49. sayısında basılmış olan “İsmail Bey Hazretlerinen Suhbet” (İsmail Bey Hazretleriyle Sohbet) isimli makalesinde, Gaspıralı ile İstanbul’da yaptığı görüşmelerden bahs ederek, onun hatırası önünde eğildiğini yazmaktaydı: “Ah! üstadımızı kaybettik… Kim bilir, belki de o uykudadır, rüya alemindedir. Bundan sonra üstadımızın ruhuyla sohbet ederiz.”

Hamza’nın, 1988-89 arasında Fen neşriyatınca yayımlanan 5 ciltlik eserler toplamında onun Sada-i Fergana gazetesinin 22 Eylül 1914 tarihli sayısında Gaspıralı’nın vefatı dolayısıyla çıkan “Yevmü’l-vefat” isimli taziyesi ve gazetenin 28 Eylül 1914 tarihli sayısında yer alan “Mersiye”si dikkati çekmektedir. Taziye şu cümlelerle başlıyor :

“Bari yer yüzünde Tatarlargagine has imes belki bütün ehl-i İslamge beraber te’sir kılgen fürkat vechideligden matemlik bir kün yetdi, desek de, merhum ve mağfur İsmail Bek atamıznın yevmü’l-vefatı künüdür.

Özünü insan ikenliğini hakiki köz bile körgenden beri bütün Rusiya müsülmanları arasige maarif deñizini akuzmak ve taş-zarlarnı sebze-zar etmek muradide karşudagi “sedd” bolgan ba’zı nifak, gaflet ve cehalet kebi hesapsız tizilgen eñ zor kette tağlarnı yalguz özü Ferhat kebi ictihat ve gayret tişesi bile bozup tekiz kılgan zat da bu merhum ve magfur İsmail Bek hazretleri idi…”

[… Dünyada ayrılıktan kaynaklanan ve sadece Tatarları değil, bütün İslam alemini aynı şekilde etkileyen bir matem günü varsa, bu, merhum ve magfur İsmail Bey babamızın vefat ettiği gündür.

Kendisinin bir insan olduğunu kalp gözü ile gördüğünden beri, eğitim denizini Rusya müslümanları arasına akıtmak ve onların taşlık (çorak) sahalarını bir çimenliğe çevirme arzusunun karşısındaki engelleri, gaflet ve cehalet dağlarını cesaret ve gayret balyozu ile, Ferhat gibi bir başına, dümdüz eden de magfur İsmail Bey hazretleri idi… ]

Taziye şu yanık satırlarla bitiyor:

[İlahâ, illa tebarek ve teala bu atamıznıñ hakına barça müsülman balalarınıñ duası hayrların kabul etüp pâk ruhunu cennetü’l-firdevsge mihman edüp evlatlarıga sabr-i cemil ve ecr-i azim ata eylesün.”

[İlahi! Bu mübarek ve muhterem babamızın hatırası hürmetine bütün müslüman çocukların hayır dualarını kabul et! Pâk ruhunu cennet bahçelerinde müsafir eyle! Geride kalanlara sabır ve takat ver! ] *

Şairin “Mersiye”si ise, yaklaşık 75 yıl kitaplarına alınmadı. Bu mersiyeyi, şair Rıza Fazıl ricamız üzerine ana dilimize aktardı. **

M E R S İ Y E

Vah, kara kün tüşdü kaydan, bağ ü bostandan cüda,

Bi-sabr dilden, çare koldan, dahr-i Lokmandan cüda,

Nur közden, tab ü tenden, derd ü dermandan cüda,

Tir yaydan, sayd candan, sine kalkandan cüda,

Gonça gülden, gül tikenden, sebze reyhandan cüda,

Nişe bostandan, sedefler abr ü neysandan cüda.

Ah, millet yetdi bu dem kaygulık, gamlık zaman,

Tegdi agzıñge helaket taşı, imdi tola kan,

Dad kıl, devr-ı felekden, batdı  hurşid-i cehan,

Matem eyle, ağlasun ahvaliñe her ins ü can,

Kök sarı uçdu Mesiha cismler candan cüda,

Ya’ni, tekrar-i terakki murğ-i şeb-handan cüda,

Bade-i daniş töküldü, telh oldu ayş u kâm,

Keçe bitmey, kündüz ötmey, kaytadan sübh oldu şam

Gevher-i metleb uşaldı tapmayın kıymet tamam,

Söz-i hicran birle kaldı yar u dost u has u âm.

Boldu zulmet keçes i şem-i şebistandan cüda,

Ya’ni, daniş kişti  zar boldu dehkandan  cüda,

Ey felek, çarhıñ bozulsun, dad destiñden seni

Héç kişi olmasa abad destiñden seni,

Tapmasa héç kes aman, feryad destiñden seni,

Barça ilm olgusu berbad destiñden seni,

Yok ilkden bolmagan maksud dermandan cüda,

Asman mah-pâresinden arzu rahşandan cüda.

Körmedüñ dünyada millet derdiden başka huzur,

Tapdı kıble-i mevt emraziñni esrar-i zuhur,

Hidmetiñ hakkı yağsun kabr-i ecdadiñge nur,

Ecrler eylep eta cabren cemilen ol gafur,

Kılmasın hakıñda evladıñnı ihsandan cüda,

Ya’ni, daim hidmetiñni  neyr u irfandan cüda.

Ah, bolduñ tığsız milletge kurban, elveda!

Bargah-i Hakga kıldıñ tuhfeni can, elveda

Ravza-i Ahmed’ge olduñ ruh-i mihman, elveda

Ta kıyamet bahr-ı rahmet senge, tufan, elveda

Olmasundaim mezarıñ nur-i Rahman’dan cüda,

Olmagıl hergiz bihiştde hur ı gılmandan cüda.

Yukarıda verilen bu dokunaklı taziyeden sonra Neriman Nerimanov’un 20 Eylül 1914 tarihinde Basiret gazetesinde neşredilen taziyesindeki şu sözler oldukça anlamladır: “Ancak, ben burada iki yol göstermek isterdim: Birincisi; İsmail Bey’in millete ettiği hizmetleri, mükemmel bir surette, anlamlı kelimelerle yazarak bunu her tarafa dağıtmak. İkincisi; İsmail Bey’in Bahçesaray’daki mezarına bir taş dikip, bu taşa şu sözleri yazmak: “Millet, senin gibi bir kahramanı unutacak olursa, kendi kendini yok etmeğe çalışıyor demektir.”

Ancak, vefa borcunun bu şekilde ödenmesini önleyen bazı engeller ortaya çıktı. Yirminci asrın başlarında, halkı cehaletten kurtarmaya, onu aydınlık bir yola çıkarmaya çalışan ve bunun yolunu da eğitimde bulan İsmail Bey’in ideallerini benimsemiş aydınların faaliyetleri devrimden hemen sonraki yıllarda yanlış değerlendirildi. Okullardaki eğitimi Usul-i Cedid yani modern tarzda kurmak isteyenler “burjuva ideolojisinin yardakçıları” olmakla suçlandılar. Edebiyatta bu yolu tercih edenler “burjuva edebiyatçıları” damgasını yediler. Daha sonra da “Ceditçi” damgasını taşıyan edebiyatçılara “milletçi” (:ırkçı, faşist! B. Orak) suçunu isnad etmek çok kolay oldu. Böylece de “şahsı putlaştırma” devri kurbanlarının listesi tamamlandı. Gerçi, otuzlu yıllarda, hakikat ve adalet, “cedidizm”in burjuva ideolojisi manasını taşımadığı, “kapıtalizmin gelişmesi için çalışanlar”ın aslında parlak bir gelecek için çalıştıklarını gösterdi, ama biraz sonra başlayan savaş İ. Gaspıralı’nın milletinin ana yurdundan sürülmesine sebeb oldu. Öz evladının mezarına bir baş taşı dikmekten bile mahrum bırakılan millet, aradan yaklaşık elli yıl geçtikten sonra ancak vatanına dönmeğe başladı. Büyük milletimizin, adı yaklaşık altmış yıldır tarih kitaplarından silinen atasının mezarına inşallah, artık bir baş taşı dikilir, onun daha henüz gün yüzü görmemiş eserleri mirasçılarına iade edilir.

Eminim ki, bütün Türk boyları, böyle mutlu günleri bizimle birlikte kutlarlar; öz atalarına saygı gösterirler. Gaspıralı’nın Türkistan’daki faaliyetleri hakkında ilk çalışmaları yapan ve bu merasimde bunları bize sunan görkemli Özbek alimleri Salih Kasımov, Begali Kasımov, Şerali Turdıyev ve değerlerinin isimleri de hürmete anılır.

Ulu atamızın vasiyeti olan “Dilde, fikirde, işte birlik” düsturuyla, halklarımızı birleştirme yolunda; inşallah büyük kazançlar elde ederiz.


[1] (Kardaş Edebiyatlar, Ocak-Mart, 1994, Sayı: 26, s. 8-14’ten)

Notlar:

* ) Safter Negayev Bey’in makalesinde Hamza’nın cümleleri Kırım Türkçesi’ne aktarılarak verilmişti, biz Özbekçe şeklini aynen alıp ayrıca Türkiye Türkçesi’ne aktarmayı daha uygun gördük. Bak. Hamza Hekimzade Niyazi, Tola Eserler Toplamı, 4. c., Dramalar (l921-1928)-Makaleler, Taşkent, Fen Neşriyyatı, 1989, s. 254 – 255 (Bayram Orak)

**) Aynı şekilde, burada Rıza Fazıl’ın Kırım Türkçesi’ne aktardığı metni değil, Hamza’nın Mersiye’sinin Özbekçe aslını vermeyi tercih ettik. (Bayram Orak) Bak. Hamza, Tula Eserler Toplamı, Taşkent, 1988, 2. c. s. 97.

Gaspıralı İsmail Bey

*


Hazırlayan: Prof. Dr. Ali Haydar BAYAT

Tarih ve Medeniyet dergisinin 55. sayısında “Ceditçiliğin Bilinmeyen Yönleri” adlı makalesinde Gaspıralı İsmail Bey’i karalamaya çalışan Alaeddin Yalçınkaya’nın iddialarını, Türk Dünyası Tarih dergisinin 145-146. sayılarında büyük bir vukufla çürüten Sabri Arıkan’ın yazılarını, zevkle ve büyük bir memnuniyetle okudum. Yüz yıldan fazla bir zamandır Türk dünyasının müştereken takdir ettiği bu büyük şahsiyete biçilmeye çalışılan görüşü kınıyor ve bu vesileyle İstanbul’da 1895 yılında yayın hayatına başlayan Ma’lûmât dergisinin ilk cildindeki, devrin İstanbul aydınlarının İsmail Gaspıralı’yı nasıl değerlendirdiklerini gösteren “İsmail Gasprenski Beğ” başlıklı yazıyı transkripsiyonunu yaparak sunuyorum.

İSMAİL GASPRENSKİ BEĞ

[Ma’lûmât, c. I, S. 12, s. 242-243]

[13 Ağustos 1311/25 Ağustos 1895]

Bahçesaray’da neşr olunan Ter­cüman gazetesinin sahib-i imtiyaz ve muharriri İsmail Beğ Mustafa-zâde Gasprenski, Baba Saltık Kabilesi hanedanından olup, 1853 sene-i mîlâdîyesinde Bahçesaray’da dünyaya gelmiştir.

Mahalle mektebinde tedrîsât-ı evveliyyeyi gördükten sonra Moskova şehrine gönderilip oradaki Mekteb-i Harbîye’de tahsîl-i fünûn etmiştir.

Kendisinde askerlikten ziyâde muallimlik ve muharrirlik için bir isti’dât-ı hâriku’1-âde gören İsmail Beğ me’mûriyet-i askeriyeye girmeyip ikmâl-i tahsil ve seyahat maksadiyle Avrupa’ya gidip üç sene kadar Avrupa’da ve Şark’da gezmiştir.

1874’de Kırım’a dönüp ve bir müddet muallimlik edip ahâlî-i İslâmîyeyi tahsil-i ilim ve maarifde teşvik etmek gibi, efkâr ve teşebbü-sâtı teveccühât-ı umûmîyyeyi mûcib olarak Bahçesaray’da şehremîni bulunduğu esnada Rusya Müslü­manları nâmında Rusça siyâsî bir risale neşr etmiş ve nâmı bu sûretle intişâr edip herkesin hüsn-i nazar ve muhabbetini kazanmıştır.

Bu aralık gazete şeklinde beş on parça evrâk-ı perakende neşr ile İsmail Beğ gazetecilik mesleğini tutmuştur.

1883 senesinde Tercüman gazetesinin imtiyazını almaya muvaffak olmuştur ve şehremânetini terk ile bütün bütün muharrirliğe sülük eylemiştir.

İbtidâ-yı zuhurunda üç yüz ka­dar abone ile birkaç seneler epeyce zahmet ve meşakkat çekildiği halde iş ilerlemeğe yüz tutup bugün binlerce abone cem’ine muvaffakiyet elvermiştir.

Rusya’dan mâada, 1331’de İran’da, Buhâra’da ve sâir mahallerde en ziyâde okunan bir ceride olmuştur.

Perakende olarak on beş bin nüshası yalnız Dersaâdet’de satılmaktadır.

Mesleğindeki sebat ile maârif-i millîyyeye olan hidmeti bütün karilerince takdir edilerek gazetenin onuncu sene-i ibtidâîyesini tebrik için yüzden ziyâde telgrafnâmeler, mektuplar ve pek çok hediyeler almıştır.

İsmail Beğ yalnız muharrirlikle iktifa etmeyip maârife belki daha ziyâde çalışmaktadır.

Kendi efkâr ve tavsiyesi üzerine Bahçesaray’da, Kazan’da birer medrese-i Arabîye ile yüzden ziyâde usûl-i cedîdde mektepler  açılmıştır.

Bu mekteplerde, kendi te’lifi olan elifba esâs tutulmaktadır. Bu usûlü neşr için hayli vilâyeti, bizzat dolaşmış ve gidemediği yerlere de usûl bilen seyyar muallim gönderip numûne mektepleri kü-şâd ettirmiştir.

Tercüman, Ruslar indinde rağbet ve emniyet kesb etmiştir. Ba’zı bendleri, icmalleri Moskova, Novveya Viremiya gibi en büyük gazeteler tarafından aynen nakl olunmakta bulunmuştur.

Hattâ Fârisî ve Arabî ve bizim Osmanlı gazetelerinde Bahçesaray Tercüman’ından nakl olunan maddeler az değildir.

İsmail Beğ’den bahs edildiği bir sırada gazetenin müdiresi ve muharririn zevcesi bulunan Zehra Hanım’ı da zikr etmemek mümkün değildir.

Kazanlı bir hanedan ailesine mensup olan bu müslime, İsmail Beğ’in en ibtidâ neşr ettiği evrâk-ı perakendeye birinci abone olup ba’-dehû tebdîl-i hava zımnında Kırım’a geldiklerinde biraderi ile muharriri ziyaret etmişler idi.

Bu mülakatın neticesi gide gide, millî bir roman suretine girmiş ise de, burada ancak şu kadar söyleyebiliriz ki hamiyetli iki gönlün muhabbetine ahvâl ve mesafe bir mâni’-i kuvâ iken Zehra Hanım memleketini, rahatını, servetini terk ederek fedâkârâne bir halde Bahçesaray’a can atmıştır.

Malumat Gazetesinin ön kapağı

Yeni kesilmiş bir kaleminden başka hiç bir malı olmayan bir adama, refîka-i sâdık olarak matbaayı beraberce te’sis etmiştir. Evvelâ gazetenin umûr-i idare ve irsaliyesini derûhde edip devamına sebep olmuştur. Zehra Hanım Türkçe, Rusça okur yazar bir edîbe olup meslekte zevcinin en büyük muavinidir. Zehra Hanım, beş vakit namazını kılar. Şimdiki halde zamanının en büyük kısmını çocuklarının terbiyesine hasr eder bir vücûd-i nâdirdir.


* Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi , Şubat 2001, Sf. 23 –  www.tdav.org

Gaspıralı’nın İstanbul’daki Konferansı

*


Hazırlayan: Muzaffer Çandır

[Temmuz’un 19.uncu akşamı, Pazartesi gecesi, saat birbuçukda Ahmet Mithat Efendi hazretleri kolunda İsmail Bey Gasprinski hazretleri oldukları hâlde sahne-i hitabeti teşrif buyurdular. Şiddetli alkışlarla karşılandıktan sonra Ahmet Midhat Efendi, Gasprinski hazretlerini huzzâra takdim etti]

– Efendilerim! Size bu akşam İsmail Bey Gasprinski hazretlerini takdim ile müşerrefim. Tahsil-i ibtidâî hakkında umûmî bir idâre-i efkâra dair bir güzel makale îrâd buyuracaklardır. Vakıa, “söyleyene bakma, söylenen söze bak” denilmişse de biraz da söyleyene bakmak lâzımdır. Hakikat her kimin ağzından çıksa hakikattir, ama bihakkın takdir eden âdemin ağzından çıkması başka letafet gösterir.

İsmail Bey Gasprinski … içinizden pek çoğunuz bu büyük ismi işitmiştir. Yirmi sekiz seneden beri Kırım’da neşrolonunan Tercüman gazetesi her ne kadar Memâlik-i Osmaniyyeye duhul şerefinden mahrum edilmek istenilmişse de duhûlü menn’olunmak istenen sair asar-ı mütebere gibi o da dahil olunmuştur. İsmail Bey Gasprinski hazretleri Bahçesaray ahalisindendir. Bundan yirmi sekiz-otuz sene evvel memleketin ahvaline nazar etmiş, bu ahâliyi meâric-i terakkiye sevketmeyi kendine emel, emel-i mahz edinmiş. O zaman Kırım’ın Kazan’dan, Kazan’ın Orenburg’dan haberi yok iken aksâm-ı İslâmiye meyânında irtibat bulunmuyorken Tercüman ile Rusya sâha-i vâsiindeki aksam-ı İslamiyeyi birbirine tanıtmış, bunların maarifçe ne kadar noksanı bulunduğunu tefhim etmiş. Bir yandan gazetesi ve diğer taraftan kütüp ve resail ile ilkâât ve irşâdâtta devam ile beraber memlekette, tedrisat-ı ibtidâye usulünü yerleştirmiş. Kendisi İstanbul’a gelerek, Mısır’a giderek, tedrisatın mahiyetini iyice tedkik ettikden sonra, onu süzerek, bir güzel analizden* [metinde yanlış yazılmıştır, tarafımızdan bu şekilde düzeltilmesi uygun görüldü.] geçirerek kendi hemşehrilerine takdim etmiş. Rus müslümanları için bir lisan-ı umûmî lâzım olduğunu düşünmüş. Zira lisan bir kavmin hayatıdır. Her şeyden evvel bu cihete büyük himmetler sarfı iktiza eder. Bakmış ki, lisanlar pek muhtelif . O kadar milyon halk aynı lisanı tekellüm ettikleri hâlde çokları birbirinin dediğini anlayamıyor; doğrudan doğruya bi’s-sühûle konuşamıyorlar.. Bu muhtelif lisanları ıslâh ve tevhide çok gayret etmiş ve fakat bununla beraber İstanbul’un Osmanlıcasından da ayrılamamış. Zira biz lisanı bu hâle getirinceye kadar neler çekdik… Nergisîlerin, Veysîlerin şan ve şerefini tevkif ederek biraz da kendi anlayacağımız lisanı söyleyelim dedik. Hayli çalıştık.Vakıa mümkün mertebe muvaffak olduk, lâkin güç muvaffak olduk. Bununla beraber hâlâ bazı büyük kalemlerden çıkan eserleri kiminiz rahatla anlayamıyorsunuz. İsmail Bey Gasprinski hazretleri bunu gördüğü için lisanı herkesin rahat rahat anlayabileceği bir surete koymuş; “süzmüş”, dediğim bu.

Usul-i tedris de böyle. Fazlaları çıkarıp eksikleri itmam etmiş. Öyle mekatib te’sis eylemiş ki hakikaten miftahü’l-ulûm yolunu tutmuştur.

Zanneder misiniz ki bu muvaffakiyâtı bilâ-müşkilât husûl-pezir oldu? Mümkün mü? O saadet kime müyesser olmuş? Bu gayûr zatın da önüne bir çok mevâni çıktı. Birincisi kendi içimizden zuhûr etti. Bu yolda teceddüdat ve terakkiyatı menfaatlerine mugayir gören bir kısım halk, münanaât edilmez müşkilat çıkardılar; mezahim ihdas ettiler. Bunu iktiham hakikaten büyük kahramanlıktır.

Sonra orası, bir sene evvel bizim memleketimizi ezen, bâr-ı tazyîkî altında inleten bir hâl ile musâb idi. Akvâmın tayakkuzatı bir cinayet idi. Lâkin bu gayûr ve dirayetli zât-ı muhterem maksadını icra hususunu öyle bir suret-i âkılânede tertip etmiş ki uğraştığı meselelerin siyasiyata zerre kadar taalluku olmadığını Rusya’ya temin ederek onun pençesinden kendini kurtarmıştır.

Bir yandan kendi hemşehrilerinden edilecek mümânaat, diğer cihetten Rusya’nın meslek-i şedid ve mişvâr-ı garibi bu teşebbüsâtı semeresiz bırakmak pek kâbil iken Gasprinski hazretleri, işi ileri götürmeye muvaffak olmuş. O kadar ki Kırım, Kazan, Orenburg taraflarından terâkkiyat�ı lisâniye ve ilmiye hakikatten bir süret-i hasene peyda etmiş, her sene yüzlerce tullâb burada tahsil-i maariften sonra giderler, memleketlerinde hizmet ederler.

Meslisi şereflendirmek üzere bunların içerisinde birinin ismini zikrediyorum: Fatih Kerimof hazretleri (şiddetli alkışlar) Bu zât Oranburg’da bir matbaa açtı. Üstadı bulunan büyük İsmail Bey Gasprinski hazretlerinin peyrevi oluyor.

Hatta daha ziyade memnuniyetimizi mucip ahvaldendir. Ahiren şu birkaç gün evvel Buhara’dan buraya birkaç efendiler geldiler, otuzbeş seneden beri bu millete hizmetkârlıkla iftihar eden acizleriyle görüşerek bazı mekâtib-i leyliyeyi temaşâ ettiler. Alacakları misâl üzere memleketlerine gidip ıslah-ı tedrisata çalışacaklardır. O da bu zât-ı muhteremin -İsmail Bey Gasprinski- gayretidir.

Diğer cihetten Çin müslümanları daha evvel davranmışlar İsmail Bey Gasprinski hazretlerinin irşâdatından aldıkları misâl üzerine Çin’de güzel bir mektep yapmışlar. İçlerinden bir zâtı, Ma’sum Efendi’yi buraya göndermişler. Bu zât senelerce burada tetkikâtta bulunduktan sonra şimdi memleketinde tedrisatla meşguldür.

İşte bu zat -Gaspirinski- bir taraftan kendi memleketine hizmetle beraber, diğer cihetten de bütün dünyadaki müslümanların terakki ve teâlisini nuhbe-i âmâl edinmiş.

[Yaşasın İslâmiyet…hayret fezâ alkışlar… Yaşasın Gasprinski hazretleri … şiddetli alkışlar… ]

Bundan iki sene mukaddem Mısır’da ilk dâî kendisi olmak üzere bir mü�temer-i İslâmiyeye, bir müslüman kongresine davet etmiş. Mısır’ın bütün ulema-yı fehhâmı, ricâl-i siyasiyesi yani İslâmın erbâb-ı gayret ve hamiyeti bu davete icâbet etmişler. Her ne kadar bazı taraflardan bu hareket mucib�i tevehhüm olmuşsa da Gasprinski hazretleri temin etmiş ki siyasiyâtla iştigal yok. Zaten bu gayret, bu hareket ictimâî, ilmî, medenî. O kongrede İslâmın terakkiyat-ı umumiye-i beşeriyeye mukabil nasıl bir medar-ı tahsil bulunduğunu meydana koymuş. İslâmın bir noktaya muhtaç olduğunu isbat etmiş. Demiş ki: İslamın bütün aksâmı birbirini tanımalı. Hevâyic-i iktisâdîye ve ictimâîyelerini anlamalı. Yekdiğere muavenette bulunmalı. Bütün milletlerin ilerledikleri şehrâh-ı terakkide onlar da, bütün müslümanlar da büyük adımlarla kat’-ı mesâfe etmeli. [Yaşasın âlem-i İslâma hizmet edenler…]

Şimdi bu kongre hâsıldır. Fakat gerek burada, gerek İran’da kardaşlarımız bir inkilab üzere bulunduğumuzdan, şu yerleşip ahvâl-i tabiîye takarrur edinceye kadar o kongrenin ikinci ictimâı teahhur etmiştir. Kongre vardır, nizamnâmesi muntazamdır; neşrolunmuştur. Bir müddet sonra o büyük kongre burada da ictima edecek ve şüphe yok ki bütün civanmerd Osmaniyan lebbeyk-zen-i icâbet olacakdır. [Paydâr olsun ittihâd-ı efkâr, … alkışlar…]

İşte gerek memleketin ahvâline ve gerek bütün âlem-i İslâm’a büyük hizmetler etmiş ve muvaffak olmuş olan bu gayretli ve muhterem zât, bu akşam size tedrisât-ı umumiye hakkında tetkikatının neticesini söyleyecek. Bu malumâtı bir yere cem’edebilmek hakikaten çalışkan bir adamı yoracak himmetlere vâbestedir. Fakat himmetleri dağları yerinden koparacak bu gibi zevât-ı âliye için bu yorgunluklar bî-hemtâ bir zevkdir. Bu akşam böyle bir zâtı size takdim şerefiyle kesb-i iftihar ederim .[Alkışlar bütün şiddetiyle bir kaç dakika devamdan sonra Gasprinski hazretleri söze başladılar ]

…..

Hazerât! bu akşam bizim Rusya talebelerinin cemiyetine teşrif ve benim olur olmaz sözlerimi dinlemeye tenezzül buyurduğunuz için teşekkür ederim.

Ûstad-ı ekrem Ahmet Midhat Efendi hazretleri şimdi buyurdukları lütufda bir söz söylediler: “Büyük İsmail Gasprinski” buyurdular. Benim için bu sözü reddetmek vallahi vicdanıma pek ağır gelecektir. Fakat tasdikını da yapamayacağım. Ben o “büyük” sözüyle ibraz buyurulan teveccuh ve iltifatı başka bir kelime ile tebdil etmek isterim: Bahtiyar İsmail… Ben büyük değilim, fakat bahtiyarım.

Hazerât! Vaktiyle hükümdarın biri fena hâlde hastalanmış tedavisine son derece gayret edildiği hâlde hiçbir çare bulunamamış. Nihayet doktorlar anlamışlar, demişler ki: Bu rahatsızlık bedenî değildir, manevîdir. Bunun şifayab olması için ilk elde bahtiyar bir adam bulunmalı, onun gömleğini buna giydirmeli o vakit belki şifayab olur…

Her tarafa adamlar gönderdiler, “bahtiyar” bir zât aradılar. Fakat mümkün mü? Bulamadılar. Nihayet avdet edecekleri sırada yetmiş-seksen yaşlarında bir adama tesadüf ettiler. “Buna da bir soralım” dediler, sordular :

– Sen kimsin?

– Ben işte kendi yağıyla kavrulan bir adamım.

– Senin bu dünyada hiç bir gamın yok mu?

– Hayır, hiç bir gamım , hiç bir derdim yok.

– Demek sen bahtiyarsın?

– Hay hay… dedi.

Sevindiler, böyle bahtiyarlığını itiraf eden bir adam buldular, bir de ne baksınlar gömleği yok…

Bendenizin gömleği var: Ben gömlekli bahtiyar… Fakat ne cihetle bahtiyar olduğunu sorsanız size derim ki: benim bahtiyarlığım milletime, pek sevdiğim müslüman kardaşlarıma hizmet etmekliğimdir. Her tarafı gezdim, hemen ekser âlem-i İslâmı dolaştım. Gezdiğim yerlerde birçok şeyler söyledim. İyi mi söyledim, faideli mi söyledim, her ne söylediysem muhatablarım olan hamiyetli ve hakikat-perver müslümanlar kabul ettiler ve tatbik ile âlem-i İslâm faidesini gördü. Demek ki âlem-i İslâma velev ki naciz olsun. Bir hizmetim, bir sayim geçti ve semere-dâr oldu. İşte bunun için bahtiyarım. Milletimin doğru sözü kabulde ve icrâdaki istidâd-ı fevkalâdesi beni pek bahtiyar ediyor… [ Bahtiyar olsun erbâb-ı hamiyyet… alkışlar. ]

Şimdi gelelim bahsimize….

Eminim ki meclis, bendelerinden pek parlak bir lisan beklemez. Ben perişan ve kaba Türkçe söylerim. Rica ederim lisanımdaki pürüzlere bakmayınız, asıl manaya dikkat ediniz. İbtidâî tahsilden, tahsil-i umumiden ve icmalen mektepden bahsedeceğim.

Tarihe nazar edildikte görülür ki bu tahsil- umumî hakkında pek az malumat var. Yalnız Avrupa’nın ilm-i tedris hususunda tahsil�i umumî ve mektep hakkında iki rey görüyoruz.

1 – Tahsil-i umumînin Luter zamanından, yani Avrupa’da reformanisyonun zuhuru esnasında ortaya çıktığını iddia ediyorlar.

2 – Fransa’nın büyük inkilâbına hamlediyorlar.

Bu iki fikrin her ikisi bir dereceye kadar haklıdır. Fakat her ikisi de tamam değildir. Biraz sonra söyleyeceğim zaman anlaşılacaktır. Medeniyetin her bir kökü, başlangıcı şark tarafında olduğu gibi tahsil-i umumînin de mekân-ı zuhuru şarkdır. Bu fikir şarkda doğmuştur. Sonra adım adım ilerleyerek teali etmiştir.

En eski zamanlarda da mektep ve tahsil-i ibtidaî mevcut olduğunu tarih gösteriyor. Tarihe nazar edilince Hind’de , Çin’de, Babil’de mektebin bulunduğu görülüyor. Badehu bu fikir Mısır’dan Yunanistan’a, Yunanistan’dan Roma’ya intikal eyleyerek, sonra da Roma harabelerinde vücut bulan Hıristiyanlık aleminde görülür.

Fakat o devirlerde olan mektep ve tahsil-i ibtidâi bizim şimdi anladığımız tarzda değildir. Arada büyük fark vardır. Ezcümle o zamanlar yazı yazmak ve yazılan şeyi okumak- Çin’de olsun, Hind’de olsun, Babil’de, Mısır’da olsun ahâliye, millete ait bir şey değildir. Bu yalnız bir sınıfa mahsus idi, bir imtiyaz gibi idi. Öyle mektep ve tahsilin beni âdemin saadetine hizmet eder bir âdet olduğu fikri yoktu. Belki ahâliyi istibdâd altında tutmak için yalnız kâhinlere mahsûs bir âlet Pek çok zaman, otuz asır kadar bu hâl devam etti.

Çin’de “okumak-yazmak” ahâliyi kullanmak içindi. Zaten o vakitler beşer, hukuk-ı insaniyesine malik değildi ki. Her taraftan istibdat zincirleriyle bağlı idi. Velev ki meşru olsun, istediğini yapamıyor, hürriyete nâil olamıyordu. Ahâli kâhinlerin menâfi�i mahsusalarına hizmet eder esirler idi. Bütün hâlk bir esaret-i umumiyeye zebûn olmuştu.

Hindistan’da da böyle idi. İtiyadat-ı diniye ile ahâliyi kullanmak fikri kâhinlerin en birinci vasıta-i tahakkümü idi. Daima ahâliyi ezmek için, onların zimâm-ı manevîlerini, akide-i vicdâniyelerini elde etmişlerdi. Ahâli okumak, yazmak, öğrenmek hakkından mahrum idi. Kâhinler ne derse ona inanacak, kâhinler hangi yolu gösterirse oradan gitmeye mecbur olacak, irade ve ihtiyardan bi-nasib bir sürü hayvan… İşte ahâlinin varlığı, hukuku böyle idi.

Bâbil’de olsun, Mısır’da olsun hep bu hâl-i esâret hüküm-fermâ idi.

Yunanistan’a gelince,orada cüzî bir tagayyür görürüz. Isparta’da her ne kadar bu hâlde idiyse de Atina’da mektep ve tahsil başka türlü idi. Okumak ve yazmaktan başka biraz da terbiye-i fikriye matlabı var idi.

Mamafih, burada da okumak, yazmak bir sınıfa mahsus idi. O derecede ki o sınıftan hariç bir kimsenin kalem alması memnu’ idi. Hatta esnaftan yahut tacirden birinin kitap okumak arzusunu izhar etmesi günah-ı kebairden addolunurdu.

Tâ onaltıncı asra kadar her tarafta bu hâl devam etti. Bu hususta müstesna olarak yalnız eski Yunanı görüyoruz ki, orada yazdırılmakla iktifa edilmeyip biraz da malumat vermek, şakirdanda terbiye-i fikriye husule getirmek matlabına hizmet edilirmiş. Fakat maattessüf din nazariyeleri Yunan’a işlenmiş olduğundan o güzel mektepler yavaş yavaş münkarız olmuş.

Okuyup yazmak sanatının intişarı pek yavaş yavaş olmuştur. Bu betaete şüphesiz okuma yazmanın güçlüğü de sebep oldu. Filhakika o mıh yazısını öğrenmek kolay bir şey değildi. Bununla beraber o güç tahsili güzel kullanmışlardır. Bu güç yazı ile idi ki, ilm-i heyetle hayli terakkiyat gösterdiler.

Mıh yazıları, dedim. Şüphesiz ekseriniz işitmişsinizdir, Bâbilin mıh yazısı en eski yazı addolunur. Cümle yazıların esası gibi kabul olunmuştur. Beş-on sene mukaddem Mogolistan kıtasında o granit kayaların üzerlerinde bir çok yazılar, nakışlar keşfolundu. İlm-i elsine uleması bunları görüp ne olduklarını anladılar ve bunlara “Arhun” namını verdiler. Şekilde, tertibatta o Arhun yazılarının Babil yazılarıyla münasebeti olduğu zahir oldu ve bazı ulemanın zannına göre Babil’den mukaddemdir.

Malum ya Türkler birçok vakitler âlem-i medeniyette çobanlık, çiftçilik ve her daima çapulculuk ile mahkûm olmuş bir millet idi. Şimdi tarih ve âsar-ı atika bize açıyor, gösteriyor ki, o çobanlar, o çapulcular âleme en ibtidâ yazıyı vermişler. Rahmet o çobanlara [alkışlar]

Her nasılsa okumak yazmak sanatı Yunanistan’dan Roma’ya geçti. Çiçeron’un tarihine ve itikadına göre mektep öyle bir yerdi ki, yazmak ve okumak orada tahsil olunurdu.

Sonra Roma münkariz oldu. Harabeleri üzerinde Hıristiyan cemiyeti vücut buldukta her ne kadar eski Yunan’ın illeti bunlara da intikal eylemişse de ruhban tarafından yazıya olan ihtiyaç takdir edildiğinden, tahsil kabul olunarak bir hayli mektepler teşkil ettiler. Onun için manastırlarda bir hayli tesisat vücud buldu. Maahaza onlar da bir sınıfa, kilise ehline mahsus bir şey idi. Ahâlinin bundan istifadesi yok idi.

Kurûn-ı vustanın son devrinde Avrupa’da katolik âlemi büyük bir inkılaba düçar oldu. Luter birçok âdâtı protesto etti ve ayrıca bir din yani Protestan mezhebini meydana çıkardı. Bu mezhebin tevassuu ve terakkisi lâzim idi. Bu da ancak yazmak ve okumakla hâsıl olacağı şüphesiz idi. Bunun üzerine mektep işi beş-on adım ileriye atladı. Fakat yine mahdut dairede kalmıştı.

İşte hazerât! Bu söylediğim otuz asırlık tarihçenin fihristi gösteriyor ki bundan üçyüz, dörtyüz sene mukaddem tahsil-i umûmî ilminden istifade etmek ciheti, tenevvür eylemek fikirleri gayr-ı mevcut idi. Şu hâlde bu fikrin mebdeî, menba-ı mebzulü neresidir?

Çin milleti eski nizamcılığa, Hintliler… hizmet ettikleri gibi Mısırlılar da ticarete, Yunaniler sanayi ve felsefeye, Romalılar da intizam ve kanuna hizmette bulundular. Fakat mektep işi yani ilmi mağaradan çıkarmak, yalnız bir sınıfa mahsus olan her şeyi umuma vermek… Bu da Türk çobanları âleme yazıyı bağışladıkları gibi -Arabistan çobanları tarafından çıkarılıp âleme, âlem-i medeniyete bahşedilmiştir. [Alkışlar]

Dikkat buyurun! O Arabistan çöllerinde, vadilerinde tanin- endaz-ı yakazat olan icaz-nüma sadâ-yı hakikat, o nurânî teklif neydi?

Cümleniz okuyacaksınız. İlim cümlenize farz olmuş. Beşikten mezara kadar ilmi arayacaksınız. Her nerede ise gidip alacaksınız. Devr-i İslâma gelinceye kadar ilim, tahsil-i umûmî mağaraları içinde mahbus idi. O cevâhiri ka’r-ı zulmetinden saha-i vücuda çıkaran, âlem-i medeniyete bahşeden İslamiyettir ve müslümanlardır.

[Yaşasın İslamiyet… pek şiddetli ve birkaç dakika devam eden sürekli alkışlar]

Tahsil-i umumiye ettikleri hizmeti söyledim. Bu Türk ile Arabın refikliği, yoldaşlığı daha devam ediyor. Yayan yürüyerek dünyanın bir cihetinden diğer cihetine giden ilim neşreden Araplar idi. O Arapların getirdiği ilimleri okumak için medreseler inşa edenler Türklerdir. Araplar Çin’den kâğıd getirdiler, Avrupa’ya verdiler. Onlara rahleler yapan.Yine Türklerdir. [Yaşasın Araplar ve Türkler… alkışlar]

Arap, Türk…onlar büyük isimlerdir. Beyinlerinde de iki büyük işçi olacaklarına hiç şüphem yoktur. [Alkışlar…. ]

Bu söylediklerinden hoşnut olduğumuzu görüyorum.

Fakat şimdi maatteessüf söylemeye mecbur olduğumu bazı şeyler hoşa gitmeyecektir. Müslümanlar o kadar nuranî almış oldukları o emri lüzumu derecesinde ifa etmediler. Çalıştılar, ulumu ilerlettilerse de vazifemiz olduğu dereceye getirmeyi Avrupa’ya bıraktılar. Onlar bizim kaidelerinimizi tamamen tatbik ettiler ve bu sâyede şimdi bizi taht-ı esârete aldılar. Biz çalışırız, hammallık ederiz, onlar rahat ederler. Bizden kırk paraya aldıkları her şeyi hüner ve sanat sayesinde kırk kuruşa yine bize satıyorlar. Biz de insanız, onlar da insan. Biz de geçiniriz, onlar da geçinir. Ama aradaki farkı siz takdir edin. [sükût-ı hazin…]

[Meclisin evvelki neş’e ve şetareti şimdi derin bir ye’se munkalib olmuştu. Mazisi bütün şan ve şereften ibaret bir kavmin böyle acı hakikatler karşısında müteessir olmaması kâbil değildi. Bizim hâlimizden hiç bahsetmeye gelmez. Biz müslümanlar böyle ecdadımızın mehasinini tâdât ile mecd ve şeref hülyaları içinde imrâr-ı hayat ederiz. Fakat hakikat daima böyle acı hitaplarla bizi hazin sükûtlara, derin yeislere düçâr edecektir. Bir zamanlar bütün cihan-ı medeniyete marifet ve san’at neşreden o kavmin ahfâdı bugün her şeyden mahrûm olursa bu hitaplar karşısında lâl ü ebkem, vakfe-gîr-i elem kalmaz mı?

Bu kangren olmuşceriha üzerinde neşterini yürütmek iyi olamayacağını hemen takdir eden tabib-i dekayık-bîn burada kesmek mecburiyetiyetini hisseti. Beş dakika istirahat talebiyle çekildi. Biraz sonra yine o sevimli çehre bütün enzârı bir noktaya toplamıştı.]

Hazerât! Demincek demiştim ki eski zamanlarda kadınların okuması tahrim edilmişti. Eski Yunan’da yalnız kız çocuklara mahsus mektepler var imiş. Eski zamada mektepte kızları okutmak veya kıza lâzım olan yolu göstermek ibtida İran’da görülmüş. Bunun İran’ın şerefine aid bir şey olduğunda hiç şüphe yoktur.

Sonra bu mektepler hakkında efkâr ve nazar değişmiş ve böyle pek çok asırlar geçmiştir. Fakat her hangi milletin ruhunda bir hâl var ise inkilâbât-ı asır ile o unutulsa da yine bir gün bir alâmeti zuhur edecektir. Çünkü ruhtur. Geçen asrın ibtidaî rubunda ma’lumumuzdur ki İran’da yeni bir mezhep çıkmıştır. Bunun neden ibaret olduğunu bahsetmek programımıza dahil değildir. Fakat şu hareket içerisinde nazar-ı dikkate alınacak bir şey var. Bu da o hareket-i akliye, ruhiye, mezhebiye…. Her ne desek bir derece caizdir. İçinden bir kız zuhur etti. Ekseriniz işitmiştir. Bu “Hırretü’l-ayn” denen civan kız kadınların tahsilini tabiî görerek bu hususda teşebbüsatta bulunduğu için kurban gitti.

Bu “Hırretü’l-ayn) zannederim eski İran’ın ufacık bir timsali�i ruhudur. İran dince kardaşımızdır. Arada revabıt vardır. Çünkü bir kere şarklıdır, sonra ekserisi Türktür. Demincek ne dedimse İran’a da aittir.

Burada şarkdan geçelim; gelelim vaktiyle şakirdimiz, bugün muallimimiz alan o müterakki Avrupa’ya: tahsil-i umûmî ve mektep teşkîline inkilâb-ı kebir bâis oldu diye ortaya atılan fikir bir dereceye kadar doğrudur demişler. Vakıa Avrupa’da tahsil-i umumî Fransa inkılâbından sonra başlamıştır. O inkılabla ilân olundu ki müsâvat, hürriyet cümle için câridir. O zamanda tabiî tahsilde cümlenin hakkı oldu. Ondan sonra Avrupa okumaya ve semerâtını iktitâfa başladı.Tafsilâta girişecek olsak sadedden çıkarız. Onun için muhtasar olarak yalnız Avrupa mekteplerinin ibtidailerinden bahsedelim.

7 den 14 senelerine kadar çocuklara mahsus çocuk bahçeleri filanlar var. Fakat bunlardan da bahsetmeyeceğiz. Çünkü bunların tatbiki bizim için şimdi mümkün değildir. Onun için bugün şarkda taklidi mümkün olanlardan bahsetmek isterim.

Avrupa mektepleri (Köy mektepi ) ve ( Şehir mektebi) olarak iki büyük kısma münkasımdır. Ondan da maadâ o mekteb�i ibtidâîler proğram ve derecât itibariyle üç kısımdır.

1 – Adî ibtidâi mektepler

2 – Mutavassıt ibtidaî mektepler

3 – Bir de âli ibtidaî mektepler var ki programı, okuyan şakirdi mükemmel, münevver, malumatlı çıkarmaktır. Fakat onlar çok pahâlıdır. Onları tatbik pek güç. Onun için tafsilata lüzum görmem. Bahsedeceğim âdi köy mektepleridir. Bunların programı her yerde bir değildir. Birbirinden farklıdır. Fransa’ da bir türlü Almanya’da bir türlü İngiltere’de bir türlü. Bunlardan da vazgeçerek umumî hâllerini söyleyeceğim.

Umumî proğramları din ve mezheplerini öğrenmek hisabı akıl kaymamak için mümkün derecede mükemmel bilmek, millî tarihlerini, muhtasar tarih�i umûmi, millî coğrafyaları, muhtasar umûmî coğrafya, her sene tedrici bir sürette ulûm�ı tabiîyeden bir parça lâzım gelen mâlûmat.

Avrupa mekteb�i ibdtidaîyesinden proğramında münderic dersleri okuyarak ihmal edip çıkan delikanlı okumaya heves ile her okuduğunu anlamaya bir istidat peydâ etmiştir. Çıktıktan sonra istifâdesine aid ne görse bir cihete çalışır.

Bir hâl daha var. Her nekadar maksat temin�i matlab ve tenvir�i efkâr ise de dünyalıkça da güzel efkâr nazar�ı dikkate alınmış, binaenaleyh sanatlarda gösterilir.

Öylece bir cihetten efkâr�ı medeniyeye hizmet ederler, diğer cihetten ahval�i ictimâiye ve iktisâdiyeye medar olurlar. Fakat mektepleri bu hâle getirmek için büyük bir ikdam ve uzunca bir devam ister.

Bu husustaki terakkiyatın Avrupa’da ne derece olduğunu açık açık göstermek için bir miktar mâlumat� ı istatiskiye vermek lâzım. Bilirim Bu da sizin zihninizi yoracak ve zapt edilmesi müşkil olacak. Fakat tafsil etmeyerek en mühim aksamı arz edeceğim. İstatislikler en sahih bir malumattır ve farkı nisbeti pek açık gösterir. Bugün bir fen hâline giren istatistik malumatına her zaman ve herşeyde ihtiyaç vardır. Bunun için bunları söylemek mecburiyetinde bulunuyorum. Hem Avrupa’nın on sene evvelki istatistiklerini söyleyeceğim. Avrupa’ nın daha o zaman ki hâliyle bizim hâl�i hazırımız arasındaki farkı anlamak için. Hâlbuki bu son on sene zarfında terakkiyatı yakında neşrolunacak istatistiklerinden tedkik ederek gördüğünüz zaman büsbütün hayret edeceksiniz.

Benim elime hemen bu geçtiği için bir kaç rakamı kaydettim. Nazar�ı intibahı açmak için bu da kâfidir.

Nüfus�ı Umumiye Köy ve Şehirde Mikdar-ı Mektep Mikdar-ı Talebe Maarif Tahsisatı Kaç Nüfusa Bir Mektep Senelik Maaş-ı Muallim
İngiltere: 40,000,000 40,000 7,500,000 13,000,000 975 100-120 lira
Almanya 57,000,000 57,000 8,000,000 16,000,000 900 60-80 lira
Macar[istan] 16,000,000 17,000 2,300,000 1,200,000 820 30-40 lira
Finlandiya 2,500,000 3,000 57,000 300,000 833 40-50 lira
Romanya 6,000,000 3,800 250,000 795 30-40 lira
Bulgaristan 3,500,000 4,000 280,000 150,000 762 50-60 lira

Bunlardan İngiltere ve Almanya birinci derecede, Macar ikinci derecede ötekiler de küçük devletlerin bütçeleridir.

Şimdi Memâlik�i Osmâniye mekteplerinden söz söylemek lâzım. Fakat teessüf ederim aradım, mekâtib�i ibdidâîyeye dair malumat�ı lâzime ne Avrupa mecmualarında bulabildim ne de bizim maarif salnamesinde. Bunun için bu hususda size kati malumat veremeyeceğim ve zaten bu hususta sizin malûmatınız benden daha ziyadedir.

Şimdi Memâlik�i Osmaniyede Mekteb �az mı çok mu her ne ise gerek çokluk, itibariyle ve gerek program itibariyle Avrupa’ya nisbetle mektep peyda etmek için ne lâzımdır. hesap edelim. Ne kadar lâzım ise mevcut olanlarını tenzil edelim. Bakisini vücuda getirelim. Avrupa’nın bugünkü derecesine birden bire varamayız. Yalnız ona doğru yürüyelim de şimdiki ahvâlimize göze ıslah ve teksir�i mekâtip edelim ve�tahsil�i umûmiyi yoluna koymağı düşünelim. Bunun için ne tedabir lazımsa îfâ edelim.

Memâlik�i İslâmiyede ne kadar nüfus olduğunu bilemem. Akvam�ı gayr�ı müslimenin mektepleri mükemmel olduğundan onlardan bahsetmeyerek tahminen akvam-ı müslimeyi yirmi milyon addedelim. Belki ziyadedir. Avrupa’da olduğu gibi yediyüz sekizyüz âdeme bir mektep çok görelim. Bin nüfusa bir mektep isabet ettirelim. Bu hâlde yirmibin mekteb�i ibdidâi lâzım.

Bakalım, iyice teftiş ve tedkik edelim. Güzelce anlayalım. Eğer meselâ 15.000 mektep varsa beşbin zammedelim. Eğer üçbin varsa 17 bin zammedelim.

Maaşlara gelince, İngilizler gibi altıyüz lira vermeyelim. Hocalarımızı ehl�i kanaat addedelim, ellerini öpelim, rica edelim, az para ile bizi okutsunlar. Herhâlde bir muallim lâakal 36 lira almadıkça okutamaz. Bunu da tahmin edelim. 36 liradan 20 bin için 720 bin lira lâzım. En ekalli dörtbin talebesi bulunan muallimler lâzım. Her hazırlıklı muallimler olmalı. [Alkışlar]

Sonra ikişer yüz talebe 20 darülmuallimin lâzım. Her bir darülmuallimin için vasatî olarak hesap edelim. 1500 lira sarfiyat lâzım ki yirmisi için 30 bin lira lâzım.

Mektepleri açtık, muallimleri tayin ettik, şimdi kitap lâzım. Her mektebe bir kütüphane lâzım ara sıra talebe kütüphanelerdeki şeyleri okurlar, bunun için her mektebin büyük, küçük bir kütüphanesi olmalı. İşte bunlar tertip okunduktan sonra mekteplere nezaret lâzım. Bunların harcırahları da var. İşte bütün bunların yükünün bir milyon liraya baliğ olur. Çok para fakat hiç ürkmeyiniz. Hem çokdur, hem değildir. Tekrar ederim ürkmeyiniz. Çünkü size Rusya müslümanlarını misal getireceğim. Onlarda bir çok noktalardan size benzerler. Bir kere akçesizdirler, geride kalmışlardır. Bunların tecrübesini size arz edeyim:

O vakit bir milyon lira çok görünmeyecek. Buhara, Hive Hanlığı ayrılınca Rusya’nın taht�ı idaresinde17 milyon müslüman kaldı. Bu 17 milyon müslümanın istatistik ile kaydolunan mekâtibi oradaki idare�i ruhaniyemize tâbidir. Mektep, cami, medrese hep idare�i ruhaniye tarafından kaydolunmuştur. 5640 mektep mevcuttur. Asya�i vusta idare-i ruhaniyeye tâbi değildir. Orada tahminen laakal dörtbin mektep vardır. Cümlesi 9600�10.000 kadardır. [Kız mektepleri bundan hariçtir. Volga nehri boyunda ıslah edilmiş üçyüz kız mektebi vardır. Kırım ‘da da islah edilmiş iki üç mektep var. Volga’da üçyüz mekteple iftihar ederim.] Kız mekteplerini hesaba idhâl etmiyorum, bahis sade olsun diye. Bu mekteplerde 650 bin erkek okuyorlar. 9600 mektebin üçbini ıslah edilmiştir. Bakisi eski usül üzere idare olunur.. Onlar işte evvela bir müddet elifbayı görür, sonra amme cüzlerini, sonra da Kur’an� ı Şerifi de bir iki sene okur. İşte bu kadar. Yazı yok, ilmihâl yok, hesap yok, eski usul ve mektepler budur. O, üçbin ıslah edilmiş mektepler, Onlar ötekilere nispetle çok yukarıda; proğramları : Türkçe, fakat sade okunup yazmak, ilmihâl, hesap, hesapdan amal�i erbaa ve mualimin iktidarı var ise biraz daha ilerisi. Sonra muhtasar umumî coğrafya, muhtasar tarih�i umumî, ayrıca tarih�i İslam, ilm�i iktisad ve ilm�i eşya ve ulûm �ı tabiadan biraz malumat.

Müddet� i tahsil iki yıl. Azıcık malumatı olan muallim, iki senede talebeyi çıkarır. Usulsuz olursa üç sene devam eder.

Şimdi gelelim mekteplerin sarfiyatına: Ne ile bunlar idare olunur? Üçbin ıslah edilmiş mektep180 bin lira ile idare okunur. Ama bu hazineden değil, belki vaıif olarak, şakır şakır milletin ceb�i hamiyetinden çıkıyor. [Alkışlar… Yaşasın Rusya müslümanları…] Baki kalan 6100 mektep için 210 bin lira sarf olunur. Mecmuu 390 bin lira eder. Öte beri masraflarlar dahil olursa şüphesiz 350 , belki 400 bin lira vermektedir. Ve bunun da hiç kimse tarafından ağırlığı duyulmamaktadır. [Alkışlar] Lâkin 1750 nüfusuna bir mektep isabet eder. Demek ne lâzım? Evvela 15 bin mektep olacak, şu hâlde beş altı bin mektebe daha ihtiyacımız var. Muallimlere isabet eden maaş yeni usul 40, eski 25 lira kadardır.

Şimdi mekâtib�i ibdidâiyeyi Memalik �i Osmaniyede çoğaltmak ve programlarını ıslah için lâzım olan bir milyon liradan bahsedeceğiz. Müsaade ederseniz beş dakika daha istirahat edelim.

Şimdi rüfeka ile görüşüldü. Bir zattan aldığım malumâta göre Memâlik�i Osmaniyede 40-42 bin mektep�i ibdidîi mevcut imiş. Çok şükür. Çok memnun oldum. Diğer bir malumata göre de mevcut mekteplerin adedi kırkbinden çok aşağı imiş Bu iki malumatın her ikisi de doğrudur. 42 bin mektep var. deniyor, evet olabilir, fakat zannederim maatteessüf isimleri mevcut Hakikaten mektep namına şayan olanları varsa, herhâlde 42 bin mevcut ise iş biraz sadeleşir. Hiç yoktan bina etmek başkadır, usulsüz ve fakat mevcut mektepleri ıslah yine başkadır.

Mevcut olduğu takdirde en ziyade dikkat edeceğimiz nokta , onların noksanını ikmal etmektir. Eminim ki binaları da biraz tamir ister. Çünkü hayvanlar gibi ahırlar içinde toplanıp okutmak şanımıza ve hatta imanımıza elvermez. Herhâlde çok ise de ıslahı için o dediğim milyon ve belki daha ziyadesi lâzım olacak. İster hükümet marifetiyle cem ve sarf olursun, ister millet vasıtasıyla. Verecek yine millettir. İnkâr olunmaz, fakiriz. Kârımız, kesbimiz azdır. Binaenaleyh her beş paramız bir kıymeti haizdir. Bu hâlde o (bir) kuruşu severek verdirmek için muallimlerin harekât ve tedrisatında faide görülmeli .

Üçbin mektebi ıslah ederek ikiyüzbin lirayı kendi kendiliklerinden tedârik esbabına bakalım. Eski usul mekteplerin çocukları beşbuçuk, altı, yedi onüç yaşına kadar gel git ömür zayi eder; geçirirler. Eski mekteplerde yedi sekiz senede istihsal olunamayan malumatı yeni mekteplerde iki, nihayet üç senede kesbettiler. Bunu görünce ahâli verince verdiler. Yeni mekteplerde kaidedir: Her bir çocuk haftada bir ruple verir. Haftada yirmi para veren ahâli haftada dört beş kuruşnasıl verebildi? Semere gördüğü için. Bu terakki ne sayesinde oldu? Bir derece programın ıslahı ve elifbanın az vakkitte elde edilmesi sayesinde ki, bendeleri onu tertip etmiştim. Daha âlâ elifbalar mevcuttur. Bu babda iki türlü usul istimal okunur.

1 � Tedricî, 2 � Savfî

Tedricî demekten maksad, elifbanın hepsi harakesi mütebeddiye birden gösterilmemek. Çocuğa evvela üç harf gösterilir: elif�be�te. Bununla yazmak ve okumak ameliyatına başlanır. Bu üç harf birkaç türlü okunur. Mesela:bat, tab, baba, bat, eb, et, tata,…Cümlenize pek aşikârdır ki bir anda otuz kırk türlü hurufu zaptetmekten ise üç harfi zaptetmek elbette daha kolaydır.

Üç harf ile yazıp okumak sanatına giren çocuk bir kaleyi fethetmişgibi sevinir. Vakıa da öyle olur. Çoçuklar bir kere lezzet aldı mı sonra bizden evvel koşarlar.

Bu üç harfi belleyince sonra bir harf daha zammolunur. Bunu da zapteder. Çocuk böyle bir şey öğrenmeye başlayınca akşam sevine sevine pederine koşar, böyle tedricen elifba gösterilir. Kırkbeşgün içinde ikmal edilir. Tamam olduğu gün çocuklar kaba Türkçe yazarlar. okurlar. Bu kırkbeşgün usulsüz bir talim ile olursa elli altmış güne varır. Bu işte tetricen elifbayı göstermekten hasıl olan bir muvaffakiyet.

İkincisi ise usul�i savtiyedir. Şimdiki buradaki usulüne göre hoca efendi diyor:

� Bu “elif”… çocuk da “elif.”..

Hoca efendi: Bu “be” ..çocuk da  “be”…� Oku bakalım şimdi!

� “Elif be”…

� Hayır öyle değil “âb”

Çocuk şaşar kalır. Ne münasebet? “Elif “ile “be” bir yere bittabiî gelince “elifbe” olur. Neden “âb” olsun?

Çocuk bu hususta pek haklı. “Elif” [ | “e”] insanın ağzından çıkan savtın biridir. Hakeza “ :be” de öyle. “Elif”in “e”, ” “nin de sâkin olarak “be” olduğu gösterilirse, sonra ikisi bir yere gelince çocuk “elifbe” diye okumaz. Çünkü “elif” ne demektir, bilmez o. Onun bildiği ” :e”dir. Sonra ( “be” ) de bilmez. Belki sâkin olarak ( be) sedâsını yalnız bilir. Şu hâlde yan yana gelince “âb” der. Kezalik () te’yi (“te”) olarak işitmemiştir. Belki “ ât” ın nihayetindeki gibi sâkin olarak “te” bilir. Yalnız o savtı bellemiştir. Binaenaleyh ” ” ile “ ” yan yana gelince “at” okur da “elif-te” okumaz. İşte böyle yalnız melekesi ve kulağı ile okur, yazar. Hıfzı ağırlaştırmaya hacet kalmaz Bu, bittecrübe görülmüştür. Yeni usulde olan mekteplerde muvaffakiyeti göre göre az zamanda mektepler 10. bin kilometre yeri geçip gitti. Hep bu usülün suhületi sayesinde. Ve öyle görülüyor ki on beş sene zarfında dokuz on bin mektebin umumu böyle olacak.

İşte bu tecrübeye arka vererek ekser Memalik�i Osmaniye’de mektep işine ve idaresine tamamen aşina olanlar önayak olursa bir sene içinde ne kadar mektep varsa cümlesi ıslah edilecektir.

Muallim yetiştirmek için kolay var. Rusya muallimlerinin cümlesi bir mektebden neş’et etti. Bir muallimin geldi:

�Bilâ ücret öğretilecek dedin, fakat yalnız şu şartla ki öğrendikten sonra fi-sebilillah iki muallimi öğreteceksin ve ona da ayniyle bu tavsiyede bulunacaksın. Böylece birbirinden öğrenerek bir muallim iki oldu; iki dört oldu, dört sekiz oldu ve Türkistan’a kadar sirayet etti. [Alkışlar]

Bu uzunca söylediklerimi kısaltayım: Eğer millet görse ki mektep bir şey öğretiyor, mektep çocuğun vaktini zayi etmiyor. O vakit para kaygısı, kasaveti hiç olmaz. Bir milyon büyük paradır. Yirmi milyon ahâli, istatistik kavaidine göre dört milyon aile demektir. Bir milyon lirayı dört milyon ocağa taksim edin. Bu taksim acaip bir hesap gösterir. Bir milyon lira yüz milyon kuruş eder. 40 milyon ocağa taksim edince 25 kuruş düşer. Yevmî 2 buçuk para eder. Rumeli’de olsun, Anadolu’da olsun hiç bir adam tasavvur olunabilir mi ki ikibuçuk parayı vermesin. Beş para ile iki milyon hasıl lira olur.

Bizler ki okur, yazar milletin sayesinde yaşıyoruz; bizlerin borcumuzdur onlara bildirmek, onları müstefid etmek Bizde o amelî ve umumî himmet olursa millet o beş parayı, on parayı her zaman seve seve verecektir. [Alkışlar]

Bahsin nihayetine gelindi. Benim pek kavi itikadım vardır. Eğer teşşebüs edersek, cidden arzu edersek ve kendi bilmediğimizi ehlinden istişâre etmeğe tenezzül edersek bizim mekteplerimizi pek az zamanda ıslah edilecektir.

Sözümden anlaşılmasın ki maarif nezareti var da bir işe yaramaz. Hâşâ, fakat bunu da her vakit doğrudan doğruya gözüne bakaraktan, gözünü yummayaraktan derim ki: İngilizler gibi, Almanlar gibi mektep ve tahsilin ehli değiliz. Kendi tasavvurumuzla iş görmeye muvaffak olamayacağız. Onların üç yüz senede yaptığını biz, beş on satırla üç beş günde yapamayız. Oradan ne alırsak vakit kaybetmeyerek alalım. Böyle olursa bilcümle mekâtib�i islamiye Avrupa derecesine gelmek yoluna girecektir.

Artık hazerât! Kaba kaba laflarımızla sizi taciz ettim. Fakat dilimi dinlemeyiniz, gönlümden çıkan sadaya bakınız. [Şiddetli ve uzun alkışlarla saat üç buçukta meclis nihayet bulundu]


*) Alındığı yer: Kardaş Edebiyatlar, Ekim-Aralık, 1995, Sayı: 33, s. 12-22). (Bu Konferansın aslı Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlanmıştır. Konferansı dinleyen Eşref Edip Bey, İsmail Gaspıralı Bey’in konuşmasını yazıya geçirmiş ve Sırat-ı Müstakim’de yayınlamıştır. Oradaki metin Arap harflerinden çevrilerek, yeniden Kardaş Edebiyatlar’da yeniden yayınlanmıştır.

İsmail Gaspıralı, Konferans, Sırat-ı Müstakim, (I. Kısım), 19 Recep 1327 / 1909, Sayı: 48, s. 345-346; (II. Kısım), (“Konferans: Tedrisat-ı Umumiye Hakkında” ismiyle) 26 Recep 1327 / 1909, Sayı: 49, s. 359-364)

İsmail Gaspıralı’nın Mirasını Yeniden Yorumlamak. Kırım’ın Atatürk’ü mü, Rus İşbirlikçisi mi Yoksa Rusya İmparatorluğuna Pan-Türkçü Bir Tehdit mi?


Dr. Brian G. WILLIAMS *

Çeviren : Bülent TANATAR

19. yüzyılda Kırım Tatarlarının kimliği büyük ölçüde içe dönük, gelenekçi İslâm tarafından şekillendirilse de, izleyen yüzyılda söz konusu halkın kimliğini Batılı ‘Hıristiyan’ bir sosyo-politik kuram olan milliyetçilik şekillendirecekti. Doğu Avrupa’nın en kayda değer dönüşüm örneklerinden birinde, Kırım Yarımadasının ölmekte olan küçük Müslüman-Tatar etnosu bir cemaat olarak kendilerine yönelik kavramlaştırmalarını tamamen değiştirecek ve bu süreç içinde, doğdukları toprakla olan bağlarını yeniden şekillendirecek olan sosyo-politik bir canlanma yaşadı. Bir ömürlük bir süre içinde, bu siyasete ilgisiz, dinî temelde tanımlanmış halk dünyadaki en seküler, siyasî olarak seferber olmuş milletlerden biri haline geldi. Bu dönüşümle birlikte, yerli bir Tatar intelligentsiyasının Kırım Yarımadasını vatan olarak düşünmeye başlamasıyla Kırım Tatar topluluk kimliği toprağa bağlanma niteliği kazandı.

Kırım Tatarları örneğinde, Kırım Yarımadasını anavatan ve Kırımlı Müslümanları millet olarak tahayyül etme büyük eğitimci ve yazar İsmail Gaspıralı’nın (1851-1914) başlattığı kültür reformu hareketiyle yakından bağlantılıydı. Her ne kadar Gaspıralı’nın kendisi dar anlamda milliyetçiliğe odaklanmış bir önder olmasa da, geride bıraktığı eser Rusya İmparatorluğu içinde dar anlamda bir Kırım Tatar millî hareketinin  filizlenmesi için toplumsal temeli attı.

İsmail Gaspıralı, ‘Rus İşbirlikçisi’ mi ‘Milletin Babası’ mı?

Gaspıralı çapında bir adam ele alındığında, farklı tarihî yorumlamaların olması gayet doğaldır. Bu bakımdan, Sovyetlerin Gaspıralı’nın hayatına dair öyküleri ile Kırım Tatarlarının öykülerinin birbirlerine zıt düşmeleri hiç de şaşırtıcı değil. Şahin Giray Han’ın hükümdarlığından bu yana Kırım tarihinde herhangi bir gerçek tarihî önemi haiz ilk Kırım Tatarı olan İsmail Gaspıralı 1851’de Bahçesaray’a bağlı Avcıköy’de alt kademeden bir mırza ailesi içinde dünyaya geldi. Bu hafifçe ayrıcalıklı hane içinde büyümesi küçük Gaspıralı’ya Bahçesaray’daki geleneksel Tatar mektebi ile Rus okuluna ve delikanlılığında da Voronej’deki Harp Okulu ile Moskova’daki muteber Milyutin gimnaziyasına girme imkânını verdi. Bu ve 19. yüzyıl sonunun modernleşmekte olan Osmanlı İmparatorluğuna seyahatlerin yanısıra Pan-Slavcı Mihail Katkov’un yanında öğrencilik etmek ve Paris’te büyük Rus yazarı İvan Turgenyev’in yanında çalışmak gibi daha sonraki deneyimleri genç Gaspıralı’ya, çoğu sıradan Kırım Tatar soydaşının bihaber olduğu, değişip modernleşen bir dünyayı tanıttı. Hepsinden önemlisi, bu deneyimler Gaspıralı’yı bu can çekişmekte olan halkın ve gerçekte Rusya İmparatorluğu  içinde yaşayan tüm Türk-Müslüman grupların kültürel yeniden yeşerme ile sosyo-ekonomik selâmet yolu olarak ıslahata ihtiyaç duyduklarına ikna etti.

Gaspıralı ‘halkının’ (ki bu terimi kademeli olarak Rusya İmparatorluğundaki tüm Müslüman-Türklere uygulamıştır) gerici, muhafazakâr İslâmın boğucu cenderesi altında kültürel anlamda ölmekte olduğunun farkındaydı. Batılı Hıristiyan milletlerdeki kültürel ilerleme ile Rusya’daki Müslüman hayatının çürümüşlüğü arasındaki “neredeyse kaçınılmaz” mukayeseyi yapmış ve Batılı fikirlerin bazılarından ödünç almanın, bazılarını da uyarlamanın  cemaâtlerinin bekâsı için zorunlu olduğu sonucuna varmıştı.[1]

Gaspıralı Rusya Müslümanlarının içe dönük, gelenekçi eğitim sistemini halkının Batıdaki ilerleme ve modernleşmeye uyarlanmasının önündeki ana engel olarak görüyordu. Bir keresinde şu yorumu yapmıştı: “Günümüz Müslümanlarının en geri kalmış halklar olduğu tartışmasız bir gerçek. Hayatın hemen her alanında Ermenilerin, Bulgarların, Yahudilerin ve Hinduların gerisinde kaldılar.”[2] Halkının eğitim seviyesini artırmak ve onları modern kültürle tanıştırmak amacıyla Gaspıralı 1884 yılında Rusya İmparatorluğu ve ötesinde Müslüman eğitimini baştan aşağı yeniden şekillendirecek olan ihtiraslı bir eğitim reformu programını yürürlüğe soktu. Gaspıralı ve sayıları giderek artan aynı kafadaki yardımcıları Kırım Yarımadasında Rusya İmparatorluğu boyunca yaygınlaşacak ve Rusya’daki İslâmî mektep ve medreselerin zamanı geçmiş eğitim sistemlerini alaşağı edecek olan bir dizi Usûl-ü Cedid okulu açtılar.

Gaspıralı’nın kendi körelmiş Türk Müslüman toplumlarını modernleştirme peşindeki izleyicileri Cedidciler adını Usûl-ü Cedid teriminden aldılar. Gaspıralı öldüğünde Rusya İmparatorluğunda devrimci, modern müfredatlarıyla 5,000’den fazla Usûl-ü Cedid okulunun kurulduğunu bilme mutluluğuna ermişti.

Bu muhteşem başarıya ilâveten, 1883’te Gaspıralı Rusya İmparatorluğu boyunca Müslümanlar tarafından geniş biçimde okunan Kırım Tatar tarihinin Tercüman olarak bilinen ilk gazetesini yayınladı. Gazetesinin sayfaları arasında Gaspıralı sıradan okuyucularının zihinlerine sabırla dış dünyayı soktu, incelikle dinî taassuba saldırdı, Müslüman toplumu içinde kadınların özgürleşmesi için savaş verdi ve Ruslar ile İmparatorluğun büyük Müslüman Türk nüfusu arasında daha geniş çaplı bir karşılıklı kültürel alışveriş ve temas için çağrı yaptı.

Tüm bu girişimlerinde Gaspıralı ve Cedidci destekçileri Rusya İmparatorluğu içindeki Müslüman köylülerin üzerinde hâlâ kayda değer denetimlerini sürdüren muhafazakâr İslâm ulemasının hassasiyetini zedelemek ile en önemlisi, Rus devletinin sansürcülerinin herşeyi gören gözleri arasında uzun ince bir yolda yürümek zorundaydılar. Bu ikinci görev, aslına bakacak olursak, Gaspıralı’nın Rusya ve onun halkının kültürüne karşı gerçek bir sevgi göstermesiyle daha da kolaylaşmıştı. Gazetesinin sayfaları boyunca, Gaspıralı Rusya İmparatorluğundaki Müslümanlar ile Ruslar arasında yakınlaşmanın (sblijenie) çağrısını yaptı. Bu bakımdan, eserleri sömürge karşıtı (yani Rus karşıtı) ya da militanca milliyetçi addedilemez.

Çok tipik bir makalesinde Gaspıralı şöyle yazıyordu: “Rusça, ne mutlu ona ki, mamur niteliği sayesinde yalnızca biz Kırım Tatarları arasında değil, aynı zamanda, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, gerek Kafkasya gerekse Orta Asya’da da ‘kendi evinde’ ve ‘bir yerli gibi’ yaşıyor. Dolayısıyla, Allaha şükürler olsun, bizim Müslüman halklar arasında Ruslara karşı iyi niyetten gayrı bir duygu yoktur. [3] “Gaspıralı’nın Rus (bir başka deyişle modern) olan şeylere yönelik hayranlığı o kadar ileri gidiyordu ki, bir keresinde, hattâ şöyle demişti: “Benim bir Moskovalıdan daha Rus olduğumu söyleyenler bile var.”[4]

Bu açıdan bakıldığında, çoğu eski düzeni savunan muhafazakâr mollalar olan Gaspıralı’nın çağdaşı eleştirmenler bu aydınlatıcıyı Ruslaşmanın tehlikeli bir elçisinden başka bir şey değil gibi görüyorlardı. Gaspıralı’nın devrimci çabaları bu Ruslaşmış Tatarda ve onun Ruslarla yakınlaşma planlarında kendi İslâmî kimliklerine bir tehdit görenlerce sürekli olarak kötüleniyordu. Gaspıralı kendisini eleştirenlerce bir Rus muhibi olmaktan sapkın olmaya dek her sıfata layık görüldü.

Şurası ilginçtir ki, Gaspıralı aynı zamanda İmparatorluğun çöküşünün arifesinde Rusya İmparatorluğu bağrında ortaya çıkan ilk Müslüman Türk milliyetçiler kuşağınca da yeterince devrimci olmadığı gerekçesiyle reddedildi. Gaspıralı’nın özerklik ve millî bağımsızlık çağrısı yapan devrimci siyasî hareketlere karşı temkinli tavrının sonucu onun cemaâtinin durumunun düzelmesi için Çarlık sisteminin içinde çalışma arzusuna dudak bükenler tarafından “otokrasinin uşağı” diye yaftalanması oldu.[5]

1914’de vefat eden Gaspıralı Sovyet döneminin ilk on yılında daha olumlu bir bakışa mazhar oldu. İlk devir Sovyet eserlerinde Gaspıralı Rusya İmparatorluğundaki geri kalmış Müslümanlara aydınlanmayı götürme gayretleri Sovyetlerin kendi hedefleriyle çakışan bir modernist olarak tasvir ediliyordu. Nitekim Sovyet rejimi Gaspıralı’nın Bahçesaray’daki evini müze haline getirdi ve söz konusu simayı bir Sosyalist kahraman mertebesine yükseltti.

Mamafih, Yosif Stalin’in 1930’larda Kırım Tatarları ve diğer Sovyet milletleri arasındaki ‘milliyetçi sapmaya’ saldırmasıyla birlikte, Gaspıralı’nın bir sosyalist ikona olarak rolü aniden son buldu. Ardından, Gaspıralı ‘ölüm sonrası baskıya’ uğradı ve müze-evi 1930’da kapatıldı.[6] 1930’ların ortasından itibaren, Gaspıralı Sovyet yayınlarında Çarlık hükûmetinin maşası ve sömürücü burjuva sınıfının bir temsilcisi olarak görünmeye başladı. Sovyet İslâm uzmanı Lyutsiyan Klimoviç Çarlık Rusya’sında İslâm (İslam v tsarskoy Rossii) adlı eserinde “Tatar burjuva sömürücülerinin en şaşaalı sözcüsü” olarak yaftaladığı Gaspıralı’ya karşı borda ateşini başlattı.[7] Anılan eserinde Klimoviç şöyle yazıyordu:

“Öyle ki, Rus otokrasisinin gerek iç gerekse dış politikaları meselesinde, cedidci Gaspıralı (otoriteler nezdinde) tümüyle güvenilir biriydi. Öğretilerinin ‘özgül noktaları’ arasında neler yer alıyordu? Gaspıralı’nın, Rusya’nın askerî-feodal emperyalizminin bu borazanının öbür yüzü neydi? Gaspıralı büyümekte olan Tatar burjuvazisinin, özellikle de onun liberal çevrelerinin çıkarlarını ifade eden ideoloğu olarak temayüz etmişti.” [8]

Buna ilâveten, Klimoviç Gaspıralı’nın “tüm halklar için bir karabasana dönüşen Rus Çarlığını yeniden ayağa dikmek uğrunda kayda değer bir çaba” harcadığını ileri sürüyordu. [9]

Kırım Tatarlarının 1944 sürgününden sonra Gaspıralı’nın adı Sovyet tarih kitaplarından silindi ve ancak 1989’dan itibaren Kırım Tatarları en ünlü vatan evlâtlarını yeniden keşfettiler.[10] Halihazırda Kırım Yarımadasında kendi toplumlarını yeniden kurmakta olan Kırım Tatarları, hayli ilginç bir biçimde, Gaspıralı’nın portresini Kırım Tatar milliyetçiliğinin kurucusu ve Kırım Tatar milletinin babası şeklinde çizen bir imaj inşa ettiler. Diasporadaki Kırım Tatarları da Gaspıralı’yı Arın Engin’in onun katkılarını tasvirinden de görülebileceği üzere, bu açıdan görüyorlar. Engin şunu öne sürüyor:

“Dergileri ve gazetesi Tercüman aracılığıyla ilk ışığı yaymaya ve Türklere milliyetçiliğin ve uygarlığın yolunu göstermeye başladı. Bu büyük önderin işareti ve Rusya’da başlayan özgürlük hareketleri sayesinde, Kırım Türk gençliği milliyetçi bilinçlerini oluşturdular ve siyasî örgütler teşkil etmeye başladılar.” [11]

Gaspıralı’nın Kırım Tatar milliyetçiliği bakımından yeniden keşfedilen önemi bugün Kırım’da her yerde ortaya çıkıyor: Gaspıralı’nın Bahçesaray’daki evi bir kez daha müzeye çevrildi; Bahçesaray’daki mezarına yeni bir baştaşı (aynı yerde daha büyük bir abidenin inşa edleceğini bildiren bir plaketle birlikte) yerleştirildi; Kırım’daki en büyük Kırım Tatar yerleşim yerlerinden birinin (Gözleve’nin varoşlarında bulunan) adına İsmail Bey adı verildi; Akmescit’te beynelmilel destekle Gaspıralı Kütüphanesi olarak bilinen bir Kırım Tatar kütüphanesi açıldı; Akmescit’te mart 1991’de (Gaspıralı’nın doğumunun 140. yıldönümü) Gaspıralı üzerine bir milletlerarası sempozyum düzenlendi ve bir nesil Kırım Tatar çocuğuna Gaspıralı’nın 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki ıslahat programlarıyla milletlerinin temellerini çattığı öğretildi.[12] Müslüman taassubuna karşı mücadelesinde ve milletini birleştirme ve laikleştirme çabalarında Gaspıralı’ya gerçekten Kırımlı bir Atatürk rolü atfedilmiştir.

Gaspıralı’nın Ruslarla ilgili görüşleri ve Kırım Tatar milletinin temellerinin atılmasındaki rolüyle ilgili gerçek bu önderin bir ‘Ruslaştırmacı’ ve ‘Kırım Tatar milletinin kurucu babası’ şeklindeki yorumların arasında bir yerde yatıyor.

Kırım’ın Müslüman Kimliğinin Geleneksel Temellerine Bir Meydan Okuma Olarak Gaspıralı’nın Usûl-ü Cedid Okulları

Gaspıralı’nın modern Kırım Tatar kimliğinin temellerinin atılmasındaki rolünü tam olarak kavramak için eserini yaratmaya başladığı dünyanın temel bir değerlendirmesini yapmak elzemdir. Bu bağlamda en önemlisi de, gelenekçi İslâmın Kırımlı Müslümanlar arasında modernleşmenin engellenmesindeki rolü anılmalıdır. Bu devirde çok az Kırım Tatarı Ruslardan bir şeyler öğrenmeye hevesliydi, daha da azı çocuklarını Rus hükûmeti tarafından Müslüman çocukları eğitmek için kurulan okullara göndermeye istekliydi. Rus kâfirlerinden bir şeyler ödünç almak gerçekten bid’at addediliyordu.

Genç Gaspıralı Kırımlı Müslümanların geleneksel dinî kimliklerinin dışsal tezahürüne tanıklık etmemezlik edemezdi. 1874’te, Gaspıralı’nın doğumundan on dört yıl sonra, binlerce Kırım Tatarı dinî bağlılıklarını, dinî kimliklerini Çarın Hıristiyan Ordusunda hizmet etme bulaşıcı hastalığından korumak için Rusya İmparatorluğundan göç ederek göstermişlerdi. Gaspıralı’nın gençliğindeki Kırım’da Kırımlı Müslümanların kimliğinin bu dinî temeline karşı her türlü tehdit algılaması korku yaratıyordu. Bu dinî temelli, Rus varlığına karşı savunmacı komünal tepkinin aslında Kırım Tatarlarını örf ve adetlerini kaybetmekten ve 19. yüzyılda Rus olarak özümlenmekten alıkoyduğu da tabiatıyla iddia edilebilir.[13]

Bununla beraber, 19. yüzyılda Kırım Tatarları (ve Rus hâkimiyeti altında yaşayan tüm Müslümanlar) arasındaki bu içe dönük savunmacı İslâm geleneğinin olumsuz bir yanı da vardı. Bu halkın eşsiz kültürü ile kimliğini yok olmanın eşiğine getiren Osmanlı İmparatorluğuna kitlesel göçlere kısmen Kırımlı Müslümanların geleneksel İslâmî dünya görüşleri sebep olmuştur.[14] İşin kötüsü, muhafazakâr mollalar, ancien régime‘in bu kendi kendine gelin güvey olan muhafızları, Rusya İmparatorluğunda kalanların çok işine yarayacak değişimlere veya düzeltmelere, söz konusu yeniliklerin kâfirlerden geldiği bahanesiyle, cevaz vermeyi reddettiler. Böyle davranarak, bu Kırımlı Müslümanların erdeminin bekçileri özellikle halklarının eğitimindeki gelişmenin önünü tıkamış oldular.

Kırım Tatarlarının edebiyatına dair 19. yüzyılda kaleme alınmış bir anlatıda Kırımlı Müslümanların Kur’an’dan gayrı bir kitabı kabul etmediklerine işaret edilmektedir. Bu kaynakta şöyle yazılmaktadır: “Bunların arasında edebiyat adına lâyık bir şeye zor rastlarsınız. Kırım’da yaşayan tek bir Müslüman yazar yoktur ve ben bu düşüncemi efendilere (din hocaları) belirttiğimde bana gerekçe olarak yazılmaya değer her şeyin zaten ellerindeki kitapta mündemiç olduğu cevabını veriyorlar.”[15]

Kırımlı Müslümanların mektep ve medreseden müteşekkil maarif sistemleri son derece taşlaşmıştı ve yıllarca öğrenim gördükten sonra Kur’an ve Hadisleri arapçadan ezbere okumaktan (gerçekte arapçayı bilmeden!) başka bir şey yapmaktan aciz öğrenciler yetiştiriyordu.[16] Rusya İmparatorluğundaki Türkî halkları ziyaret etmiş bir Batılı bu çürümüş İslâmî eğitimin sonucu olarak söz konusu Müslümanlar arasında millî kimliğin bulunmadığını görmüş ve şu görüşü öne sürmüştü: “Her taraftan Ruslarla kuşatılmış olan Rusya Türkleri için artık bir halk denemez; onlar için din zorunlu olarak milliyetin yerine geçmiş.”[17]

Modern bir Rus lisesinde okumuş, Paris’te ve reform geçirmekte olan Osmanlı İmparartorluğunda yaşamış ve Rusya’daki edebî çevrelerde dolaşmış Gaspıralı gibi  bir Kırım Tatarının Rusya İmparatorluğundaki Müslüman-Türk soydaşları arasında hüküm süren gidişattan dehşete düşmüş olması hiç şaşırtıcı olmasa gerek. Rus eğitimi ve Rus dili aracılığıyla Batı medeniyetine erişmiş olması dolayısıyla (tabii İslâm-Tatar kimliğini ihtimamla koruyarak), Gaspıralı’nın modern Rus kültürünün devralınmasını Rusya Müslümanlarının kültüründeki hastalıkların tedavisi için deva olarak görmesine de şaşmamak gerek. Gaspıralı, uzun vadede, muhafazakâr mollaların Rusya Müslümanlarının eğitimi üzerindeki tekelini korumalarına izin vermenin toplumlarını çöküşe götüreceğini sezmişti. Ruslar ilerlemeye devam ettiklerinden, geri kalmış Tatarların ve muhayyelesindeki Türk-İslâm milletinin diğer üyelerinin geri kalacağından endişe ediyordu.[18]

Bu farkındalık, Gaspıralı’yı, Kırımlı Müslümanların çoğunun geleneksel dünyaya bakışlarıyla karşı karşıya gelme gibi imrenilemeyecek bir konuma soktu. 1884’den sonra modernleşmeci okullarının popülerliğinin artmasıyla (geleneksel bir medresedeki 8 yıllık öğrenimin ardından mezun olanların genellikle başaramadıkları, basitçe, öğrencilerinin birkaç ay içinde okuma-yazmayı öğrenmelerine dayalı olan) birlikte, Gaspıralı kendini, okullarını Kırımlı Müslüman topluluğun kimliğine sapkın bir tehdit olarak gören muhafazakâr mollalarla sürekli bir kavganın içinde buldu. Hattâ, kadimci (gelenekçi) bakış açısını temsil eden bir molla “Allah’a ve Muhammed’e inanan bir kişinin modernlik yanlılarına düşman olması gerekir” diyecek kadar ileriye gitti. “Onlar için şeriat ölüm cezasını talep ediyordu.”[19]

İşte Gaspıralı’yı Kırımlı Müslüman halkı Ruslaştırmaya azmeden bir Rus ajanı şeklinde resmeden bir kampanya başlatanlar bu eleştiricilerdi. Talihin garip bir cilvesidir, bir yandan İslâmcı gelenekçiler tarafından bir Ruslaştırmacı olarak itham edilirken, diğer yandan Rus bürokrasisinin memurlarının çoğu da Gaspıralı’yı “kendi milletini savunmak için Rus kültürünün tüm avantajlarını kullanmaya çalışan” şu Müslümanlardan biri olabileceği şüphesiyle bir tehdit olarak görüyordu.[20]

Geleneksel Müslüman din adamlarıyla yakın bir çalışma içinde olmuş olan Rus memurları Gaspıralı’dan ve İmpapatorluğun siyasete ilgisiz Müslüman grupları arasındaki statükoyu tehlikeye düşürme potansiyeli olduğunu hissettikleri ıslahatlarından hiç de hazetmemişe benziyorlar. Bu açıdan bakıldığında, Gaspıralı’nın Rus kültürü aracılığıyla kendi halkını ıslah etme ve modernleştirme çabaları onu hiç de “Çarlığın borazanı” yapmaz. O, daha çok, Rusya’nın mukayeseli olarak ileri kültüründe kendi Müslüman-Türk halkına yarar getirebilecek ne varsa kullanarak halkını korumaya çalışan bir modernleştiriciydi.

Gerek muhafazakâr din adamlarının gerekse şüpheci Rus yetkililerin direnişine rağmen, sayısız Kırım Tatar genci Gaspıralı’nın okullarına yazılmıştı ve Rus Devriminin arifesinde coğrafya, tarih, fen, edebiyat, vb. ders konularını görmüş koca bir nesil yetişmişti. Bu yeni nesil için eğitim öylesine önemli bir hale gelmişti ki “okul görmek insana mutluluktur” deyişi hâlâ revaçtaki bir Kırım Tatar atasözüdür.

Eğitim yoluyla geleneksel sınırlarından kurtulma sürecindeki çoğu Kırım Tatar genci, tıpkı başöğretmenleri gibi, “kitlesel göç veya cehalet kabuğu içinde ümitsizce tecrit olma gibi, bir  topluluğun geleneksel kendini koruma biçimlerinin gerçekte çözülme sürecini hızlandırdığı” sonucuna vardılar.[21] Bu kavrayış, savunmacı İslâmın kendini modern, laik terimler içinde görmeye başlayan bu yeni nesil için Kırım Tatar kimliğinin tanımlayıcı unsuru olmaktan çıkmasındaki ilk önemli adımdı.

Bir “Türk Milleti” Yaratılmasının Aracı Olarak Gaspıralı’nın Tercüman’ı

Gaspıralı’nın eğitim reformundaki çığır açıcı eserinin dengine yine onun özgün eseri olan Kırım Tatarlarının ilk gazetesi Tercüman‘ın yayınlanması erişebilmiştir. Bu yenilikçi adımın, çoğu durumda, Kur’an’dan başka bir eseri tanımayan bir halk üzerindeki etkisi ne yapılsa abartılamaz. Kırım Tatarları için bir yayın çıkarma fikrindeki yenilik Gaspıralı’nın 1888’deki “daha kısa bir süre evvel, çok az Müslüman size bir gazetenin ne olduğunu söyleyebilirdi, üstelik dönemsel yayının ne olduğunu bilenler de, muhtemelen ona şeytan işi, gerçek müminlerce kaçınılması gereken bir şey gözüyle bakarlardı” deyişinden bellidir.[22]

Genç öğrencilerin Tercüman sayfalarından yüksek sesle bir şeyler okumalarını dinlemek üzere köy camii etrafında toplanan Kırımlı Müslüman köylüler ilk kez kendi doğrudan dünyalarının ötesinde cereyan eden hadiselere açıldılar. Tercüman’ın sayfalarında Gaspıralı A.B.D.’deki teknik icatlardan, Balkanlardaki savaşlardan, Japonya’nın modernleşmesinden, Osmanlı İmparatorluğundaki ıslahattan, Avrupa sömürgeciliğinin Asya ve Afrika’ya yayılışından, Batı’daki büyüyen kadın hakları hareketinden, vb. bahsediyordu. Tercüman’ın sayfalarının çoğu uluslararası haberlerden oluşsa bile, Gaspıralı’nın gazete makalelerinin çoğunluğu gerçekte onun geniş ölçekte tanımlanan milletine, Rusya İmparatorluğundaki Türklere hasredilmişti.

Gaspıralı ile daha sonraki Kırım Tatar milliyetçileri arasındaki asıl önemli ayrım işte burada yatar. Gaspıralı milletinin 19. yüzyıl sonunda Kırım’da yaşayan yaklaşık 200,000 kişilik küçük Türkî Kırım Tatar topluluğuyla sınırlı olmayıp onun milyonlardan oluşan daha geniş Türk milleti olduğuna inanıyordu.[23] Gaspıralı’nın programı doğası gereği Pan-Türkçüydü ve Gaspıralı gazetesi aracılığıyla Rusya İmparatorluğundaki dağınık Müslüman-Türk halkları birleştirmeyi hedefliyordu. Gaspıralı bu çabasında ilhamı kuşkusuz Pan-Slavizmden ve, zaman içinde, seçilmiş bir merkezî lehçe etrafında kaynaşan ve bir millet meydana getirmek üzere birleşen Almanya veya Fransa gibi ülkelerdeki milletleşme tecrübesinden alıyordu.

Gaspıralı “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarını gazetesi için yarattığı, Türki diye bilinen bir Türk dili aracılığıyla fiiliyata geçirdi. Orta Türk Dili diye bilinen Gaspıralı’nın dili, geniş bir Kıpçak Türkçesi kelime hazinesi bileşeniyle birlikte, basitleştirilmiş bir Oğuz Türkçesi lehçesi (temel olarak karmaşık Arapça, Farsça ve saray Türkçesi gramerinden arındırılmış Oğuz Osmanlıcası) üzerine dayalıydı. İki büyük Türk dilini birleştiren bu melez dil Kıpçakça konuşan Nogayları, İdil Tatarlarını, Özbekleri, Kırgız ve Kazakları Oğuzca konuşan Türkmenlerle, Azerbaycanlılarla, Kırımlı Tatlar ve Osmanlı Türkleriyle birleştirmek üzere dizayn edilmişti.[24] Gaspıralı’nın ihtiraslı hedefi “Boğaziçindeki kayıkçı ile Kaşgarlı deveciyi” birleştirmekti.[25] Daha dar bir açıdan bakıldığında, bu dil, aynı zamanda, ilk kez Kırım bozkırlarının (çöl tarafının) Nogayca konuşan Tatarları ile Kırım’ın güney sahillerinin (yalıboyunun) Oğuzca konuşan Tat Tatarlarını birleştirecekti.

Burada Gaspıralı’nın Rusya İmparatorluğundaki Türk halkları arasında dil ve kültür birliği yönündeki çağrılarının açıkça siyasî bir mana taşımadığı belirtilmeli. Eğer böyle olsaydı, İmparatorluğun tarihindeki en uzun süreli (1883-1918) Müslüman dönemsel yayını olan Gaspıralı’nın gazetesinin Rus sansürcülerince kapatılacağından en ufak bir şüphe duyulamaz. Bu tehdit olmasaydı dahi, İmparatorluktaki Müslümanların Rus hâkimiyetinin modernleştirici etkilerinden yarar sağladığını düşünen Gaspıralı’nın Çarlık rejimiyle karşı karşıya gelmeye açıkça karşı çıkacağından şüphe edilemez.

Dolayısıyla, 20. yüzyıl başladığından bu yana, Gaspıralı’nın İmparatorluktaki çeşitli Türk halklar arasında dar bir alana odaklanmış milliyetçi hareketlerin yükselişine de karşı çıkmış olması şaşırtıcı değildir. Gaspıralı bu dar tanımlı milliyetçi hareketlerin daha geniş tanımlı Türk milletinin birliğini tehdit ettiğini kavramıştı. Bir çok vesileyle, nitekim, Gaspıralı Çarlık rejimine karşı gereksiz yere karşıt ve Türk milletinin birliği için zararlı bulduğu “dar milliyetçilik” ile “partikülarizm”e karşı çıkmıştı. Yaptığı tipik yorumlardan birinde, Gaspıralı, “Rusya’ya tâbi bulunan Türklere ‘Tatar’ lâkabı verilmiş ise de bu bir isnaddır, hatadır… Rusların ‘Tatar’ ve Buharalıların ‘Nogay’ tesmiye ettikleri halklar hakikat-i halde Türktür.”[26]

Rusya İmparatorluğu Rus Devriminin arifesinde karmaşa içine düşerken, Gaspıralı’nın Türk milleti mefhumu da ütopik gibi görünmeye başladı. Çin sınırındaki Kazak çobanın Kırım’ın güney sahillerindeki Kırım Tatar çiftçisiyle çok az ortak yanı vardı ve yalnızca küçük ama kendini adamış bir Pan-Türkçü aydın çevre kendini daha geniş bir ‘Türk milleti’ne mensup olarak tahayyül ediyordu. Buna ilâveten, çoğu Rusya Türkü böylesine geniş çaplı ve müphem nitelikli bir Türk anavatanı tahayyül etmekte zorluk çekiyordu ve 19. yüzyıl sonunda Rusya’da yaşayan Türk halkları arasında Turan ya da Türkistan diye bilinen geniş açıdan tanımlanmış bir Türk vatanıyla çok az ülkesel özdeşleşme vardı. 1905’ten sonra değişim peşindeki devrimci hareketler Rusya İmparatorluğunu silip süpürürken, geniş manada tanımlanan bir Türk milleti fikrinin, kaderlerini, ortak muhayyelede millî ‘vatanlar’ olarak inşa edilecek hemen yanı başlarındaki topraklarıyla bağlı gören yeni bir Rusya Müslümanları nesli için çok az çekiciliği vardı. Bu bakımdan, Gaspıralı’yı dar açıdan tanımlanmış bir Kırım Tatar milletinin ‘kurucu babası’ addetmek biraz zordur. Tam tersine, o böyle bir gelişmeye tamamen karşıydı.

Bununla beraber, Gaspıralı’nın Kırım Tatarları ve Çarın diğer Türk uyrukları arasında daha sonraki milliyetçi kimlik oluşumunun şekillenmesindeki önemi küçümsenemez. Gaspıralı’nın milleti İslâmî de olsa (Rusya İmparatorluğundaki Müslüman olmayan Türk kavimlerden (etnilerden) Gagauzlar veya Krışenler meselâ bu milletin bir parçası olarak tahayyül edilmiyordu), söz konusu topluluk, ilk kez olarak, dine değil, öncelikle Türk etnisitesi ve diline dayandırılıyordu. Rusya İmparatorluğundaki Türk halklarının grup kimliğinin yegâne tanımlayıcı unsuru olarak İslâmın rolünün giderek azalmasıyla birlikte (kısmen Gaspıralı’nın Usul-ü Cedid okulları ve gazetesi aracılığıyla İslâmî eski düzene meydan okumasının doğrudan bir sonucu), Rusya Müslümanlarının grup kimliğinin tanımlayıcı unsurları olarak belirleyici rolü dil ve etnisite oynamaya başladı. 1917 yılı itibariyle artık Çarın Müslüman uyrukları (özellikle elit) giderek artan biçimde kendilerini önce etnik Azerbaycanlı, Kazak, İdil Tatarı, Kırım Tatarı, vs., sonra Müslüman olarak tanımlamaya başlamışlardı.

Daha dar Kırım bağlamında, Gaspıralı’nın gazetesi (Lazzerini tarafından “iletişimde devrim” olarak tasvir edilen) Karl Deutsch’un klasik eseri Milliyetçilik ve Toplumsal İletişim’de matbaaya yüklediği önemli rolü oynadı. Şöyle ki, Kırım Tatar etnik grubunun üyelerine topluluklarının hiç karşılaşmadıkları öteki üyeleriyle özdeşleşme ve kendilerini etnisite temelinde diğer gruplara nispetle görme imkânı verdi.[27] Gaspıralı’nın ıslahatları, Bahçesaray emniyet müdürünün 20. yüzyıl başındaki bir rapora dayalı şu satırlarından da görülebileceği üzere, muhafazakâr İslâma dayalı eski düzenin meşruiyetini yitirmesine de katkıda bulundu:

“Emniyet müdürü, geçen 15 yıl zarfında, Bahçesaraylıların adetleri ve birlikte yaşam tarzlarında asli ve kökten bir değişim yaşandığına kaniydi. Din adamlarının nüfuzu giderek azalmıştı. Gençler artık eski adetlere eleştirel bakıyor, mollalar tiyatro oyunlarına gidiyor, fotoğraf çekiyor, hattâ Hıristiyanlarla aynı masaya oturabiliyordu. Çocuklarını mektepten sonra Rus-Tatar okullarına göndermeye bile çalışıyorlardı… Şehir sakinlerinin adetleri öylesine değişmişti ki, kahvelerde, müşteri çekmek için Rus gazeteleri okunmaya başlamıştı.”[28]

Özetle, Gaspıralı’nın çalışmaları Kırım’ın Müslüman nüfusunun daha sonraki etnikleşmesinin temelini ve entelektüel atmosferini yarattı ve Yaş Tatarlara, Vatan Cemiyeti’ne ve Millî Fırka’ya Rusya’nın Tavrida eyaletinde yaşayan siyaseten pasif bir Müslüman grubu bir Kırım Tatar milletine dönüştürme sürecini başlatma imkânını verdi. Yeni bir elite Müslüman köylülerden oluşan cemaatlerini şimdi etnik bir vatan olarak inşa edilen bir toprak üzerinde hakları bulunan etno-dilsel bir millet olarak tahayyül etme yolunda bir platform sağlayan onun eski İslâmî düzene karşı başarılı meydan okuması ve Türk etnisitesi üzerindeki vurgusuydu.

Gaspıralı halkının vatanı olarak daha geniş Turan’ı tahayyül etse de, I. Dünya Şavaşının arifesinde Kırım Yarımadasını kutsal vatan, Vaterland, Patrie ya da Homeland olarak gören yeni bir nesil gelmekteydi. Daha 1913’te, Yaş Tatarlardan Üseyin Şamil Toktargazı içeriği bakımından cüretkârca milliyetçi olan “Fi Medhi Kırım” adlı bir şiir yazmıştı:

“Hub ül vatan min ül-iman hadistir,

Vatanını sevmegenler habistir,

Bu vatan Tataroğlu varistir,

Digerleri saip olamaz Kırım�a.

Kırım kibi vatan var mı dünyada,

Tatarlık kibi şan var mı dünyada….” [29]

Bu Kırım Tatarlarının düşüncesinde radikal bir dönüşüme işaret ediyordu. Kırım artık İslâmî Osmanlı İmparatorluğunun Ak Toprak’ında yaşamak isteyen Kırımlı muhacirlerin terkettikleri bir yer değil, tüm Kırım Tatar halkının yegâne terekesiydi. Kırım Tatar halkı kendisine millî sembollerini sağlayacak olan, Kırım Hanlığı devrine dek geriye giden, zengin bir mirasa sahipti. Bu bakımdan, Gaspıralı fikirlerini doğal uzantısına dek ilerleten ve onun Sincan’dan Rumeli’ye uzanan bir Türk etnik milleti inşa etme büyük rüyasını, vatan Kırım�da daha yaşayabilir bir millet inşa etmek üzere hayata geçiren Kırım Tatar milliyetçileri neslinin babası olarak görülebilir. İşte bu açıdan, Gaspıralı, gerçekten, Kırım Tatar milletinin kendi isteği hilâfına babası olarak görmek mümkündür.


[*] Dr. Brian G. Williams makalenin yazıldığı tarihte Londra Üniversitesi, Şark ve Afrika İncelemeleri Okulu�nda öğretim görevlisiydi. Halihazırda akademik kariyerini Massachussets Üniversitesi�nde sürdürüyor.

[1] Kırım Tatarlarının milletleşmesinin daha geniş bir analizi için bkz. Brian Williams, The Crimean Tatars. The Diaspora Experience and the Forging of a Nation, Leiden, E.J. Brill, 2001; Edward Lazzerini, “Gadidism at the Turn of the Twentieth Century”, Cahiers du monde russe et soviétique, cilt 15, sayı 2, s. 246; Zeki Togan, “Gaspirali, İsmail”, Encyclopeadia of Islam, cilt 2, Leiden, E.J. Brill, 1965, s. 9979-9981.

[2] Alan Fisher, “A Model Leader for Asia. Ismail Gaspirali”, Edward Allworth (yay. haz.)The Tatars of the Crimea. Return to the Homeland, Durham, Duke University Press, 1998 içinde, s. 34.

[3] “Blizost Ruskih”, Tercüman, sayı 29, 28 Temmuz 1903, s. 124.

[4] Edward Lazzerini, Ismail bey Gasprinskii and Muslim Modernism in Russia, 1878-1914, yayınlanmamış doktora tezi, Washington Üniversitesi, Tarih Bölümü, 1973, s.36.

[5] Hakan Kirimli, National Movements and National Identity among the Crimean Tatars, Leiden, E.J. Brill,1996, s. 92.

[6] İ.A.Zaatov, “Rasskajite ob İsmaile Gasprinskom”, Yu. İ. Gorbunov (yay. haz.), Krımskaya ASSR (1921-1945). Voprosı, Otvetı, Simferopol, Tavriya,1990, s. 23.

[7] Lyutsian Klimoviç, İslam v tsarkoy Rossii, Moskova, Gos. antireligioznoe izd-vo., 1936, s. 181.

[8] A.g.e.,s 185-186.

[9] A.g.e.,s. 183 ve 287.

[10] Yine de, Gaspıralı’nın bir Rus piyonu şeklindeki yanlış takdimi günümüze dek sürdü. Muhafazakâr Türk dergisi Tarih ve Medeniyet‘te 1998 yılında çıkan Cedidcilerin Bilinmiyen Yönleri başlıklı bir makalede Alaeddin Yalçınkaya, meselâ, Gaspıralı’ya bir Rus ajanı diye saldırdı. Söz konusu yazar Gaspıralı’nın Rusya Müslümanları için Rus hükûmetinden daha büyük bir tehdit teşkil ettiğini ileri sürdü. Bkz. Alaeddin Yalçınkaya, “Cedidcilerin Bilinmeyen Yönleri”, Tarih ve Medeniyet, Ekim 1998, s. 22-27.

[11] Arin Engin, The Voice of Turkism, Ataturkist Cultural Publications, no. 18, Istanbul, 1964, s. 35.

[12] Sempozyumda yapılan konuşmaların bir özeti için bkz. S.M. Çervonnaya, “İsmail Gasprinskiy- Vyaduyuşçiysa Krımskotatarskiy prosvetitel i gumanist “, Etnografiçeskoe Obozrenie, Ocak-Şubat 1992, no. 1.

[13] Örneğin, Beltold Spuler ” Tatarların Ruslara özümlenme yoluyla bir millet olarak tamamen ortadan yok olmalarının önüne geçen yegâne engelin dinî ayrılık olduğu teorisini kabul etmek için yeterli gerekçeler bulunduğunu” ileri sürer. Bkz. Bertold Spuler, The Muslim World. A Historical Survey, Bölüm II: The Mongol Period, Leiden, E.J. Brill, 19, s. 52.

[14] Brian Glyn Williams, “Hijra and Forced Migration from Nineteenth Century Russia to the Ottoman Empire”, Cahiers du monde russe, cilt 41, sayı 1, Ocak-Mart 2000, s. 63-92.

[15] Robert Lyall, Travels in Russia, the Krimea, the Caucasus and Georgia, Londra, Routledge, 1812, s. 349.

[16] Hakan Kirimli, National Movements and National Identity among the Crimean Tatars, Leiden, E.J. Brill, 1996, s. 26. [Tekrar gözden geçirilmiş türkçe versiyonu için bkz. Hakan Kırımlı, Kırım Tatarlarında Millî Kimlik ve Millî Hareketler, Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1996, s. 28]

[17] Anatole Leroy-Beaulieu, The Empire of the Tsars and Russians, Londra, G. Putnam and Sons, 1893, s. 93.

[18] Alan Fisher, The Crimean Tatars, Stanford, Hoover Institution Press, 1978, s.101.

[19] Edward Lazzerini, “Ismail Gasprinskii (Gaspirali): The Discourse of Modernism and the Russians”, Edward Allworth (yay. haz.) The Tatars of Crimea. Return to the Homeland, Durham, Duke University Press, 1998 içinde, s. 53.

[20] Edward Lazzerini, Ismail Bey Gasprinskii and Muslim Modernism in Russia, 1878-1914. yayınlanmamış doktora tezi, Washington Üniversitesi, Tarih bölümü, 1973, s.31.

[21] Hakan Kirimli, a.g.e., s. 37.

[22] Edward Lazzerini, a.g.e., s. 23.

[23] V.D. Yaremçuk ve V.B. Bezverhiy, “Tatarı v Ukraini (İstoriko-Politologiçiy Aspekt)”, Ukrainskiy İstoriçniy Jurnal,cilt 5, 1994.

[24] Yahya Abdoulline, “Histoire et interprétations contemporaines du second réformisme musulman (ou Djadidisme) chez les tatars de la Volga et de Crimée”, Cahiers du monde russe et soviétique, cilt 27, no. 1-2, Ocak-Haziran 1996, s. 79, dn. 1.

[25] Alexandre Bennigsen ve Chantal Lemercier-Quelquejay, La Presse et le mouvement national chez les Musulmans de Russie avant 1920, Paris; Mouton, 1964, s. 41.

[26] Hakan Kirimli, a.g.e., s. 41.

[27] Edward Lazzerini, “Ismail Bey Gasprinskii’s Perevodchik/Tercüman: A Clarion of Modernism”, Hasan Paksoy (yay. haz.), Central Asian Monuments, Istanbul, ISIS Press, 1992 içinde, s. 154 ve Karl Deutsch, Nationalism and Social Communication, Boston, MIT Press, 1962, s. 86-105.

[28] V. Yu. Gankeviç, Oçerki istorii Krımskotatarskogo narodnogo obrazovaniya, Simferopol, Tavriya, 1998, s. 115.

[29] A.g.e., s.97. Aynı sıralarda Genç Türkler de Osmanlı Anadolu’sunu bir Türk vatanı olarak inşa etmeye başlamışlardı. Meselâ 1900’de yazan Mehmed Emin [Yurdakul] şöyle sesleniyordu:

“İnsan olan vatanının kuludur…

Bu topraklar ecdadımın ocağı;

İşte vatan, işte Tanrı kucağı.

Ata yurdun evlât bozmaz…”

Bkz. Mehmed Emin, “Anadolu’dan bir Ses yahut Cenge Giderken”, Türkçe Şiirler, Istanbul, 1900, s. 37. Ondan önce, Genç Osmanlılardan Namık Kemal, Hazret-i Peygambere atfedilen Hubb ül Vatan, min ül-İman (Vatan Aşkı İman Aşkıdır) özdeyişini popülarize etmişti.

Gaspıralı İsmail Bey ve Ganibay Hüseyinov


Maymut TAHİR

Hüseyinoğulları (Hüseyinov’lar) 19, yüzyılın ikinci yarısında ticaret ve kültür sahasında büyük rol oynamış şahsiyetler yetiştiren Rusya’nın sayılı zenginlerinden Kazanlı bir soydur. Bunlardan Ahmed, Abdulgani ve Mahmut adında üç kardeş meşhur olup, hususiyetleri servetlerinin mühim bir kısmını 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başlarında Rusya içindeki Türk boyları arasında hızlanan millî yenileşme hareketlerine yardım olarak sarfetmiş olmalarındandır.
Hüseyinoğulları’nın kültür sahasındaki hizmetlerinin başta geleni o sırada eski usulle tedrisat yapan mekteplerin yerine yeni usul mektepler açılmasını hedef tutan usul-ü cedid hareketini tam olarak desteklemeleri ve bu iş için büyük paralar harcamalarıdır.

Yeni usul’ün veya usul-ü cedid hareketinin esas kahramanı Kırımlı İsmail Gaspıralı olmakla birlikte, Abdulgani Bay [1] da bu sahada yalnız para ile yardım eden kimse olmayıp kültür ve tahsil işlerini diğer zevatla programlaştırarak yer yer dolaşan ve bunun propagandasını yapan bir mücahit idi.
Abdulgani Bay ile İsmail Gaspıralı Semerkand’da karşılaşmışlar ve İsmail Bey de bu karşılaşma ile ilgili hatırasını şöyle kaleme almıştı :

Maşinalı Mektep (Makinalı Mektep)

“1893 senesinin Temmuz ayında Buhara-Türkistan seyahati ile Semerkand’a gelmiş idim. O esnada Semerkand’da ikamet eden Abdulgani Bay Hüseyinov gelişimden haber aldığı ile misafirhaneye teşrif buyurup hoş istikbal ettiği baadinde erteye ziyafete davet etti. Tabii memnunen kabul ettim, çünkü Bay’in meclisinde Semerkand’ın muteberânı ile görüşüv olarak, bana lazım olan hayli malumat hasıl olacak idi. Hal olursa numunelik usul-ü savtiye mektebi açılmasını cemaate teklif edecek ve bunun faydalarını anlatacak olurdum.

Ertesi gün ziyafete varıldı. Yerli ve Rusyalı muteber adamlardan yirmi yirmi-beş kişi cemm olmuşlardı. Cümlesi ile gayet ihlaslı suretle görüşüldükten sonra yemekler, çaylar takdim olundu. Maveraünnehir’in ahvalinden, mekteplerin berbat-Iığından bahisler baadinde Abdulgani Bay ayağa turup bana hitaben şu sözleri dedi :

“İsmail Bey’in Semerkand ziyaretine bir yadiğer olmak olmak üzere on seneden beri neşir etmekte olduğu yeni usulde bir mektephane tesis kılıp şu asan usuldan bu tarafları haşe-mend etmek lazımdır, Lakin, usul bilen muallim yokluğundan aciz bulunuyoruz. Bu halde isin çaresini aziz misafirimizden istemeye mecburuz…”

Cümle cemaat, rica eyleriz, rica eyleriz ile bana hitap etti. Öz tarafımdan kozgalıp, cemaat tarafından rica edilmesi beni mesrur ve müteessir etmişti, Böyle ricanızı memnuniyet ile kabul ederim, icrası ile iftihar eylerim cevabını vermiştir. Şu hayırlı sefere başında Abdulgani Bay haracatı ile hususi ve gayrı resmi suretde, numune açılacağı yerli ye Rusyalı Müslüman çocuklardan 20-30 kadar sabiyan cemm edileceği ve mektep ile usul ehl-i Semerkand’a gösterileceği tayin edildi.

İşbu seyahatimde Bakû’lü Rusça muallimlerinden Sultan Mecit Ganizade bulunuyordu. Mecit Bey Refik ve Saklavcı dost suretiyle bana koşulmuştu. Türkçe’den maada Farsçaya aşina olduğundan numune mektebini ve bir-iki muallime usul-ü savtiye göstermeyi bu arkadaşıma teklif ve emanet ettim. Kabul ederek kırk gün Semerkand’da kalarak Abdulgani mektebine muallimlik etti. Gelen gidene usul-ü savtiyenin asanlığı gösterildi. İmtihan ile sabiyanın derste olan terakkileri tayin edildi. Mektebin şöhreti her tarafa cayrap (yayılıp) tiz (çabuk) öğrettiğine göre Türkistanlılar bu mektebe kendilerince münasip bir isim verdiler. Bu da “Maşinalı Mektep” (Makinalı Mektep) idi.

Ağız ağızdan şöhreti maarif naçalstvası (başkanı) kulagına yetiştiği halde bela ruhsat açıldığından polis tarafından kapatıldı. Fakat matlap hamil oldu. Ehli Türkistan’ın dikkati kozgaldı. Bir hayli adamların muhabbeti celp olundu, Semerkand’da çıkan bu hoş davranışın semeresi olarak Taşkent’de, Fergane’de İslah mektep ve tedris işine başlandı.

Abdulgani Bay Orenburg’a döndükten sonra, Orenburg ve Ural cihetlerinde usul bilen muallim yetiştirmek üzere Bahçesaray’a dört hatimgir de yollanmış idi. Bunların vasıtasıyla bir çok muallim tedarik ederek mektepler tesis ettiği malûmdur. Bade bu işe kardeşim Muhammed Fatih Efendi Kerimî’nin dahi büyük himmeti görülmüştür.

Abdulgani Bay türbin fikirli ve milleti cidden seven bir adam idi. Ancak bir defa görüşebildim. Lâkin sohbeti unutulmuyor.

“İsmail Bahçesaray, 30 Temmuz 1912 [2]

Abdulgani Bay İsmail Bey’den yaşça büyük, zenginliği ile halk arasında muteber kimse olduğu halde refakatindeki biri vasıtasiyle değil de şahsen İsmail Bey’i misafirhanede bularak ziyafete davet etmesi Abdulgani Bay’ın onu ne kadar takdir ettiğinin göstergesidir.


[1] Bay Kazan Türkçesinde zengin kişi anlamına gelir (M. T.).

[2] Abdulgani Hüseyinof’un Terceme-î Hali hem Hüseyinoflar Firmasının Tarihi, Orenburg 1913, ss. 126-128.