Modern Türk Düşüncesinde ‘Cedidci’ Geleneğin Etkisi


İbrahim DİLMAÇ

Her milletin kendine has bir modernleşme doktrini ve buna bağlı olarak gelişen metodu vardır. Batı toplumları genelde modernleşme süreçlerini ortak bir düzlem üzerinde birbirlerine paralel olarak gerçekleştirmişlerdir. Çünkü Batı dünyasını şekillendiren kültürel-siyasal-felsefi kök antık Roma, Anglosakson ve Alman tarihine yaslanmaktadır. Bati ve Dünya tarihininde en büyük aydınlanma hareketi olan reform-ronesans süreci bu toplumların hepsini birlikte etkilemiş ve yeni toplumsal düzen küçük ayrıntılar dışında bu toplumların hepsinde benzer sonuçlar doğurmuştur. Bati aydınlanması ve modernleşmesinin; felsefi temelleri Almanya’da, siyasal temelleri Fransa’da ve endüstriyel temelleri de İngiltere’de atılmıştır. Batıda bugün ulaşılan toplumsal sistemin temelleri; din devlet ilişkisinin yerli yerine oturtulması, bilimsel gelişmelerin hızla üretim sürecine sokulması ve protestan ahlakının egemen kılınması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu süreç günümüzün modern ulus devletlerini inşa etmiştir. Batıdaki modernleşme hareketleri başlangıçta milliyetçi bir doktrine dayanmamaktadır. Daha çok din devlet ekseninde ve sonralarıda sınıf temelinde ekonomik mücadelelere dayanmaktadır. Ancak 19 y.y. Alman İngiliz rekabetinin kızışması ve dünya hammadde kaynaklarının paylaşılması için girişilen amansız mücadele I ve II dünya savaşlarına yol açmıştır. Ve Avrupa’nın başına büyük dertler açan marazi milliyetçilik olan Faşizm-Nazizmin doğmasına yol açmıştır.

Avrupa’yı bu belalardan Atlantik’in ötesinde yeni yükselen medeniyet, ABD kurtarmıştır.

Kısaca esasa itibariyle bugünkü Avrupa medeniyeti ve toplumsal düzeni II dünya savaşı akabinde Avrupa’nın bütünüyle demokratikleşmesi ile kurulmuştur.

Batı bu şekilde bir modernleşme sürecinden geçerken esas konumuz olan Türk halkları arasında da çeşitli modernleşme doktrinleri 19 y.y. ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Batıdan farklı olarak bizdeki modernleşme doktrinleri iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Belki de bu nedenle tam anlamıyla başarılı sonuçlar alınamamıştır. Ya tam anlamıyla bir taklit etme ve Batıya benzeme şeklinde jakoben bir modernleşme doktrini model olarak benimsenmiş ya da yazımızın başlığında yer alan “ceditçilik” gibi dış güvenlik ve bağımsızlık ülküsü çerçevesinde doğan jeostratejik politik durumdan kaynaklanmıştır.

İlkine Jön Türkler iyi bir örnektir. Avrupa modernleşmesinin siyasal başkenti olan Fransa’da eğitim gören bir kısım aydınlar Fransa’nın önemli siyasal akım olan jakobenlerden etkilenmisler ve Türkiye’de jakoben bir modernleşme projesi hayata geçirmeye çalışmışlardır. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında bu jakoben gelenek son derece etkili olmuş ve toplumun genelinde rahatsizlik yaratan bazı devrimler bu anlayış sayesinde gerçekleştirilmiştir. Bağımsız Türk Cumhuriyeti Orta ve Kuzey Asya  kökenli Türkçü cedid aydınlanma doktrininden de yararlanmış ve adeta bu iki modernleşme projesinin karmasından şekillenerek kurulmuştur. Ancak cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ceditçi gelenekten uzaklaşılarak jakoben jön Türk’çü geleneğe göre şekillendirilen bir toplumsal formasyon görüyoruz. Bu süreçte cedidçi aydınlanma felsefesi resmi ideolojiden bağımsız olarak şekillenen muhalif Türkçü-milliyetçi bir doktrine dönüştüğünü yada bu hareket içinde temsil edildiğini görmekteyiz. 1944’lerden itibaren hızlı bir şekilde resmi ideolojiden ayrı bir Türkçülük ve milliyetçilik hareketi gelişmiştir. Bu bağlamda cedidçi aydınlanma doktrininin ne olduğunu ve Türk milliyetçiliğini nasıl şekillendirdiğini incelememiz gerekiyor.

Cedid Terakkiperverler Tudesi Nizamnamesi” başlığı altında cedidci aydınlanma geleneğinin temel ilkelerinin özetini şöyledir;

-Milli kültüre dayalı bağımsız ve hür bir millet olarak yaşamak hayatın esasıdır. Bu bütün milletlerin idealidir.

-Bizim maksadımız Türkistan’ın müstakil ve hükümetin milli olmasıdır.

-Milliyet, dil, anane, edebiyat ve adat birliğine ihtiyaç vardır.

-Hur Türkistan’da devletin şekil ve idaresi cumhuriyet olup, hakimiyetin kaynağı demokratik usullerce seçilen Millet meclisi, vilayet ve şehirlerde ki meclislerdir.

-Türkistan’daki Türk olmayan unsurlar medeni muhtariyetin hukukundan istifade ederler.

-Memlekette vicdan hürriyeti tam olur. Dini ayinlerin icrası hür bir şekilde devlet himayesinde gerçekleştirilir. Memlekette ecnebi misyonerlerin faaliyetlerine müsaade edilmez.

-Basın ve neşriyat hürriyeti ve şahsi hürriyetler devletin anayasası ile teminat altına alınır.

-Memlekette esas vergi kazançtan alınır. Miras üzerinden de kazanç nispetinde vergi alınır. Türkistan’da eski zamanlardan kalmış ortaçağ vergileri lağvedilir.

-Türkistan’daki en önemli sorun göçmen kabilelerin yerleşik hayata geçirilmesi sorunudur. Bu mesele büyük nehirler etrafında tarım arazileri açmakla hallolunur.

-Türkistan’a Türk ırkından olan kavimlerden ve Müslümanlardan başka muhacir getirilemez.

-Türkistan’da işçi meselesi milli sanayiinin kurulmasıyla çözülür.Amelelerin çalışma şartları, iş saati, küçüklerin ve kadınların çalışması ve hizmetlerin muhafaza edilmesi ve sigorta gibi meseleler ise Avrupalılar gibi modern milletlerin usulleri ile düzenlenir.

-Modern bir hukuk düzeni ile kişilerin din, dil ve ırk ayrımına bakılmaksızın tarafsız ve bağımsız bir yargı sistemi kurulacaktır.

Yukarıda özetlediğimiz ve 19 maddeden oluşan cedid nizamnamesinin son maddesi ise şudur; “Kadım bir medeniyetin ocağı olan Türkistan’da asırlardan beri kerakum edip gelen medeniyet eserlerinin muhafazasına ve bunların da yerli hars ve medeniyetin yükselmesine hizmet edecek bir şekle sokulmasına çalışır.”

Yukarıda özetlediğimiz cedidçi aydınlanma doktrininin temel ilkelerini incelediğimizde ‘modern bir devlet’ ülküsü arayışı karşımıza çıkmaktadır. Cedidci’ler milli-demokratik bir modern devlet kurmak istiyorlardı. Bu devletin omurgasını oluşturmak için burjuvaya sınıfına oluşturmak istiyorlardı. Cedidçiler Orta ve Kuzey Asya Türkleri arasında yaygın olan ruhani ve feodal yapıları tasfiye etmek ve çağdaş bir toplum kurmak istiyorlardı. yarı göçebe bir toplum olan Asya Türklüğünde orta sınıflar yoktur. Bu nedenle bir modernleşme devrimini gerçekleştirecek sosyal altyapı oluşmamıştır. Cedidçiler milli bir burjuvazi yaratarak gelişmiş toplumların temel sosyal yapılarını oluşturan orta sınıfları güçlendirmek istiyorlardı. Bunun için büyük çaba göstermişlerdir.

Türkistan aydınlanma hareketi olan ve maalesef tamamlanamayan “cedid” doktrini modern, demokratik, laik, serbest piyasacı ve Turancı bir düşüncedir. Bu aydınlanma çabaları ile birlikte Bolşevik Rusya’sına karşı silahlı bir direniş başlatan Basmacılar hareketine rağmen Türkistan 70 yıl sürecek SSCB esaretine ve komünist toplum düzenine geçmek zorunda kalmıştır. Bu 70 yıl boyunca demir perde örülerek sosyal yapı dondurulmuştur. SSCB’nin yıkılışından sonra ise donmuş olan feodal gelenekler yeniden yeşermiş ve bunun neticesinde de
komünist-faşist kırması totaliter diktatorlukler egemen olmuştur.

Bolşevik işgalinden önce ve sonra bir çok cedidci ve Türkçü aydın Osmanlı devletine gelerek burada başlayan Türkçülük hareketine hem teorik hem de pratik çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda bu aydınların büyük ölçüde destekleri söz konusudur. Bu aydınların en önemlilerini incelemek yararlı olacaktır.

Modern zamanlarda Türk Milliyetçiliğinin en önemli düşünürü İsmail Gaspıralı, kaynağı da onun çıkardığı ‘Tercüman’ gazetesidir. (1883) Gazete Türklerin kendileri için geliştirdikleri değişik bir Arap alfabesi kullanmaktadır. Gaspırali İsmail öncelikle eğitim alanında olmak üzere çeşitli alanlarda getirdiği yeniliklerle Türk modernleşmesinin önünü açan adamdır. Rusya’da yayınlanan ilk Türkçe ve Türkçü gazete olan Tercüman’ın sloganı “Dilde, fikirde, işte birlik” sözü idi. Bu slogan Türk dünyası için bugün bile anlamını korumakta ve yol gösterici olmaktadır. Bir Kırım tatarı olan Gaspıralı İsmail’den sonra Kazan Tatarlarından olan Yusuf Akçura
modern Türkçülük cereyaninin en önemli ikinci ideologudur. Akçura Tatar burjuvazısının tanınmış ailelerinden olan Akçuralar’dandır.

Akçura Avrupa’da eğitim görmüş Tatarıstan’da öğretmenlik yapmış ve Türkçülüğe daha çok düşünce düzleminde katkılar sağlamış bir şahsiyettir. 19 y.y. Rusya’da kapitalizmin gelişmesiyle Orta Asya ticaretini ele geçiren ve hızla zenginleşen ve bir burjuva sınıfı ortaya çıkaran Tatarıstan cedid hareketine ve genel olaraktan Turancı harekete kaynaklık yapmıştır. Bu tip batı dünyasını yakından tanıyan cedidci ve Türkçü aydınların daha çok kuzey Asya Türklüğünden çıkması Tatar burjuvazısının ve oradaki eğitim düzeyinden kaynaklanmaktadır.
Orta Asya’dan daha çok geleneksel formasyonlara sahip siyasi liderler çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’na göç eden Tatarlar’dan Yusuf Akçura milliyetçilik akımı içerisinde birinci derecede rol oynamış birisidir. Akçura, kültürel nitelik taşıyan Türkçülüğe siyasal boyut getirmiş ve “Pan Türkizmin yaratıcısı” olarak tanımlanmıştır.

Akçura’nın en önemli makalesi “Üç Tarz-ı Siyaset”tir. Bu makalesinde Pan Türkçülüğü önerir. Hostler’e göre bu makale Türk milliyetçi çevrelerinde, 1848 Komünist Manifestosu’nun Marksistler nezdinde oynadığı rolü oynamıştır.

Akçura bu makalesinde Türk birliği konusunda şunları söylemektedir:

“Türk birliği siyasetindeki faydalara gelince; Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlarda Türkleştirilebilecekti”,

Bu makalede Akçura, Türkçülük sayesinde Türk toplumlarının en güçlü ve en çağdaşı olan Osmanlı İmparatorluğunun en önemli rolü oynayacağını belirtmektedir, Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde dinlerin,
ırkların hizmetine girmesi savunulurken; ırk kavramı Türk milliyetçiliğinin tek temeli olarak gösterilmiştir. Ayrıca bu makale ile Fransız ulus anlayışından uzaklaşılmış ve Alman ya da Slav ulus anlayışına geçiş ifade edilmiştir.

Akçura’nın ifade ettiği Türk birliği (Pan Türkçülük) 20. yüzyılın başlarında yeni bir düşünce ve kavramdır. Bu yıllarda Pan Türkçülük, Tatar burjuvazisi içinde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise, Tıp Fakültesi’nde öğrenciler arasında yeni yeni belirmeye başlamıştır. Ancak Pan Türkçülüğün sistematik bir biçimde ortaya konması Üç Tarz-ı Siyaset makalesiyle olmuştur.

II. Meşrutiyet’ten sonra Türkiye’ye gelen Yusuf Akçura bütün ısrarlara rağmen İttihat ve Terakki içinde yeralmamış buna karşın Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin mümkün olduğu kadar bağımsız bir şekilde Pan Türkçülük çalışmasını sürdürmesi için çaba harcamış, o dönemde Ziya Gökalp’in milliyetçiliği, Osmanlı milliyetçiliği, ve muhafazakar milliyetçilik olduğu için Yusuf Akçura, İttihatçılar arasında onun gördüğü itibarı kazanamamış adeta “unutulan adam” olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise bu durumun aksine radikal modernleşmeci tavrıyla Akçura Ziya Gökalp’ten daha fazla ilgi görmüş ve Atatürk’ün en yakınında yer almıştır. Cumhuriyet döneminde çok kısa bir ömür yaşayan ziya Gökalp ise; hilafetin kaldırılmasına stratejik açıdan karşı çıkmış medreselerin kapatılmasına değil ıslah edilmesine taraftar olmuştur. Yanı Ziya Gökalp bugünkü anlamda bir muhafazakar kültür milliyetçiliği yapmıştır. Bu fikirlerini Türkçülüğün esasları, Türkleşmek İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserlerinde ifade etmiştir. Bu esrelerinde dine karşı son derece hoş görülü ve İslam dininin milli kimliğimizin oluşmasındaki katkılarından bolca örnekler vermiştir. Çocuklara dini duyguları sevdirmek için ilahiler yazmış ve güzel mesajlar vermiştir. Ziya Gökalp’in bu dinle bütünleşici yanında Yusuf Akçura çok daha laisist
bir anlayışla dini tamamen millet oluşumuna yardımcı bir unsur olarak görmüştür. Bu sebeple Atatürk Yusuf Akçura’dan cumhuriyetin kurumsallaşması yönünde fazlasıyla yaralanmıştır.

Azerbaycan aydınlarının Türk modernleşmesine ve özgürlükçü Türkçülüğe yaptıkları katkılar ise küçümsenmeyecek derecede önemlidir. Bu Türkçü aydınlardan en önemli ikisi Hüseyinzade Ali Bey ve Ahmet Ağaoğlu’dur. Hüseyinzade Ali Bey İstanbul’a gelerek Ziya Gökalp ve arkadaşlarına Turancılık fikrini aşılayan düşünürdür. Ziya Gökalp’i etkileyen makalesinin adı; “bize hangi ilimler lazımdır” ismini taşımaktadır. Söz konusu makalesinde Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalılaşmak düşüncesini ileri sürmüştür. Ali bey İttihat ve Terakki partisinin kuruluşuna katılmış Türk siyasi hayatında çok önemli bir rol oynamıştır. Azerbaycan’li çok önemli bir düşünce adamı olan Ahmet Ağaoğlu ise başlı başına Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler konusundaki fikirleri ve mücadelesi ile tarihe geçmiştir.

Ağaoğlu 1905 yılında Bakü’de “Fedaî” isimli bir dernek kurmuş, Ermenilerin Türkler’ e uyguladığı baskıyı durdurmaya çalışmıştır. Ahmet Ağaoğlu 1908’de İstanbul’a gelmiş, İttihat ve Terakki Partisi’nde görev almış ve milletvekili seçilmiştir. Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin kurucusudur. Cumhuriyet döneminde de Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nda görev almıştır. Ahmet Ağaoğlu, Türk milliyetçiliğinin siyasal niteliğe dönüştüğü 1911-1912 yıllarında Türklerin farklı farklı isimlerle parçalanmasının yanlışlığı ve nedenleri üzerinde durmuştur. Ona göre “mezhepler ihtilâfi” “siyasi infirak ve muhite esaret” ile “millî bilinç yokluğu” bu ayrılıkların ve parçalanmaların sebebidir.

II Meşrutiyet döneminde Ağaoğlu, dağılan Osmanlı imparatorluğu’nda milliyetçilik açısından en geç kalan Türklerin, varlıklarını sürdürebilmek için milli şuur kazanmalarının zorunlu olduğu görüşüne bağlanarak Türkçülük akımı içinde önemli bir yer edindi. Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” biçimindeki
görüşüne Türkçü ve çağdaşlaşmacı bir yaklaşımla destek verdi. Ağaoğlu için Türkçülük siyasal bir ideolojiden çok, ulusun kurtuluşunu sağlayacak birleşmenin temel kültürel harcı idi. İslamla milliyetçiliğin çelişmediği konusunda dönemin İslamcılarıyla tartışmalar yaptı. Serbest Fırka kendini feshedince eski partisi CHP’ye dönmedi. 1933 yılında Akanı gazetesini çıkardı ve CHP’ye muhalefet etti. Ve bu nedenle gazete kapatıldı. Ahmet Ağaoğlu cumhuriyet döneminde CHP içindeki jakobenlerle ve Kadro hareketini temsil eden özellikle Şevket Süreyya Aydemir’le giriştiği tartışmada batılı anlamda bir modern parlamenter sistemi savundu. Toptancı ve
oligarşık yaklaşımlara karşı, batılı anlamda birey özgürlüğünü ve serbest piyasa ekonomisini savundu. Hatta bir ütopya denemesi olan “serbest insanlar ülkesinde” adlı bir eser yazmıştır. Ağaoğlu’nun Türkçülük tarihi ve Türkiye demokrasisi açısından yeterli derecede incelenmemiş olması büyük bir eksikliktir. Türkçülük düşüncesine ve demokratik özgürlükçü rejime yaptığı katkı küçümsenmeyecek boyutlardadır.

Milliyetçilik aydınlanma sonrası Avrupa’sında; birkaç siyasetçinin programı yada birkaç aydının fantezisi olarak değil, sosyolojik gelişme gibi çok güçlü ve önüne geçilmez dinamiklerin eseri olarak ortaya çıkmıştır. Mesela şehirleşme bu dinamiklerin başında gelmektedir. Basın-yayının yaygınlaşması, eğitimin yaygınlaşması,
milli burjuvazının ortaya çıkışı, bu dinamiklerin en önemlileri olarak sayılabilir.

Bizdeki yanlış inanışın aksine milliyetçiliğin ilk önce azınlıklarda başlamasının asıl sebebi milliyetçilikle bu sosyal bağ arasındaki ilişkidir. Çünkü sosyal bakımdan Osmanlı ülkesindeki azınlıklar daha gelişmiştir. Aynı şekilde cedidci Türkçülük akımının ilk önce İdil-Ural ve Tatarıstan bölgesinde ortaya çıkması ve yaygınlaşması bu bölge Türklerinin sosyal bakımdan diğer Türklere oranla daha gelişmiş olduğundan ve kısmen bir burjuva sınıfı oluşturdukları içindir.

Türk milliyetçiliği Batıdaki milliyetçilikler gibi tamamen sosyal dinamiklerle ortaya çıkmış değildir. Türk milliyetçiliğini iç dinamiklerden çok dış dinamikler belirlemiştir. Ama şurası Türk modernleşme tarihi açısından çok önemlidir; “Türk milliyetçiliği medreseden değil mektepten çıkmıştır” . Osmanlıdaki bu mektepli aydınlara Türkistan göçmeni yine mektepli aydınlarda eklenince Türk modernleşme süreci ve Türk milliyetçiliği düşüncesi ülkemizin hali hazırdaki en köklü felsefi temelleri olan düşünce geleneği haline gelmiştir.

Ziya Gökalp’ Mümtaz Turhan başta olmak üzere bütün Türkçü düşünürler, Türk milliyetçiliğinin önündeki en önemli meseleyi, ülkede yüzyıllardır sürüp giden aydın-halk zıtlaşmasının giderilmesi ve hepsini kapsayan bir milli kültür, milli şuur oluşturulması olarak görmüşler, ayrıca bu bütünleşmenin ekonomik boyutunu araştırmışlardır.

Sanayileşmiş bir toplumun iktisatta korumacılık, kültürde millicilik yapması gereğini Türkiye’de ilk fark edenler milliyetçilerdir. Daha sonra dışa açılmanın serbest rekabetin önemini de ilk fark eden yine milliyetçi aydınlar olacaktır. Bu analitik düşünce geleneğinin nedeni Türk milliyetçiliğinin mektepten memlekete gelişmiş olması yanı sıra bilimsel metotlarla ülke sorunlarının irdelenmiş olmasıdır.

Cedid hareketi ve modern Türk milliyetçiliği hareketi yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi esasında Avrupa’nın Reform ve Rönesans hareketlerine benzer bir biçimde Türk aydınlanma hareketidir. Türk modernleşme doktrini olan bu Türkçülük hareketi henüz tamamlanamamıştır. Bu hareketin tamamlanamamasının bir çok iç ve diş
faktörü vardır. Özellikle Atatürk’ten sonra, bu doktrin modernleşme sürecini tamamen bir üst yapı sorunu olarak ele almış ve tepeden inmeci jakoben bir anlayış devlete egemen olmuştur. Oysa Türk modernleşme tarihinde ve Atatürk’ün bu konuda en çok güven duyduğu düşünce adamlarından biri olan Yusuf Akçura modernleşmeyi aslında bir alt yapı sorunu olarak görmektedir. Bunu şöyle anlatıyor; “İktisadi uyanışın asıl en mühim ciheti, sanayi ve ticareti hor gören ve `Osmanlı Türküne layık meşgale ancak askerlikle memurluktur’ diyen hatalı ve zararlı zihniyetin değişmesidir. Osmanlı, yalnız sipahi ve memurdur. Halbuki, zamanımız devletlerinin temeli burjuvazidir.
Muasır büyük devletler, sanayici, tüccar ve bankacı burjuvaziye dayanarak teessüs etmiştir. Türk iktisadi uyanışı, Devlet-i Osmaniye’de Türk burjuvazisinin oluşmasının meydan-ı itibarı olabilir.” Yusuf Akçura burada burjuvaziyi modern orta sınıf anlamında kullanıyor. Burada Yusuf Akçura sosyal dönüşüm olan modernleşmenin aslında bir iktisadi alt yapı sorunu olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. İktisaden geri kalmış üretim biçimini değiştirememiş toplumlarda modernleşme çabalarının güdük kalacağını belirtmeye çalışmaktadır.

Yusuf Akçura ve diğer cedidci ve Türkçü aydınlar, milliyetçiliği sadece hamaset, dil, tarih bilinci olarak değil, bunlardan daha ağırlıklı olarak da bir iktisadi modernleşme, başka milletlerle iktisadi rekabet anlamında algılamaları bu bilince sahip olmaları dikkat çekicidir. Akçura gibi Ziya Gökalp’de bürokratik köylü toplumundan bir orta sınıf toplumuna, pasif köylülükten kurtulmuş aktif, üretken bir Türk toplumuna geçmeyi hedef almışlardı. Ancak cumhuriyet yönetiminin ekseriyeti asker-bürokrat kökenli oldukları için milliyetçiliğin iktisadi niteliğinden ve bu bağlamdaki bir doğal modernleşmeden koparak jakoben modernleşmeciliği benimsediler. Bunun somut göstergesi tek parti iktidarı dönemi incelendiğinde görülür. Baskıcı bir şekilde topluma dayatılan modern yaşam tarzı sosyal yapıyı değiştirememiştir. Sadece küçük bir bürokratik azınlığı toplumun genelinden koparmış ve ‘kültürel sınıflar’ meydana getirmiştir. Sosyal bakımdan fonksiyonel bir orta sınıf olmadığından yapılan devrimler hayata intibak edememiş toplumsal dinamizm sağlanamamıştır. Resmi bir hamasetle yorgun düşen bürokrasi
heyecanını kaybetmiş hantal bir devlet yapısı ortaya çıkmıştır. İdare edilenler ise bezgin ve yoksul köylü kitleleridir. Sonuç şudur; 1927 yılında nüfusumuzun %75,8’i köylüdür. Aradan 23 yıl geçip 1950 yılına
gelindiğinde nüfusumuzun köylü oranı %75’tir!!! Modernleşmeci ve devrimci tek partinin 23 yılda yaptığı sosyal yapı değişikliği konusundaki başarı oranı %0,8 dır. Adeta bütün sosyal kesimler yerinde saymıştır. İşte bu sosyal realiteden bir çok politik ve ideolojik sonuçlar çıkmıştır. Evvela devlet millet kaynaşması, sosyal, hatta kültürel olarak bile sağlanamamıştır. Geleneksel olarak süren aydın halk zıtlaşması devam etmiş bütün halkçılık iddialarına
rağmen halka ne ekonomik dinamizm nede siyasal katılım götürülebilmiştir. Anadolu taşrasında ilkel ve yoksul bir yaşam tarzı sürüp gitmeye devam etmiştir. Bu CHP ülküsü yüceltildikçe metafizikleşmiş, halktan kopmuş ve sosyal bakımdan fonksiyonsuz hale gelmiştir. Nitekim bu yüceltmenin örneğini bütün bir tek parti
edebiyatında görüyoruz. Mesela ünlü jakoben Recep Peker’e göre; “demokrasi yoz bir rejimdir. Bireycilik, egoizmdir. Komünizm, faşizm gerçi inkılâpçıdır; ama yabancıdır. Halbuki, Kemalizm emsalsiz bir rejimdir ve öyle bir rejimdir ki bütün dünya, bu bürokratik tek parti idaresini örnek almalıdır.” Tek parti döneminin bu emsalsizlik
anlayışı yüzünden Türkiye içine kapanmıştır. İçeride halktan kopuk, dışta dünyadaki gelişmelere kayıtsız bir ideoloji gelişmiştir. Bu durum ülkede yapılan devrimlerle övünen, ama dünyada olup biten gelişmelere ilgi duymayan bunları önemsemeyen ve bunlara emperyalizm olarak bakan üçüncü dünyacı bir kuşak yetişmiştir. İşte bugün bile ülkemiz basını ve bürokrasısı bu kuşağın egemenliğindedir.

Türkiye’de modern devletlere özgü orta sınıfların teşekkülü yönündeki köklü sosyal değişiklikler çok partili sistemle birlikte demokrasiye geçildikten sonra oluşmuştur. Tek parti devrinde şehirleşme ancak 0,8 puan arttığı halde 10 yıllık Demokrat parti iktidarında 7 puan birden artmıştır. Oysa modernleşme orta sınıfları güçlü şehirli bir toplum oluşturmakla mümkün olabilirdi. Köylü toplumlarda modernleşmenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Üretim biçimini değiştirmeden sadece tüketim alışkanlıkları ve kültür-sanat faaliyetleri ile modernleşilemeyeceği tek parti dönemi uygulamaları ile görülmüştür.

Sonuç olarak Orta Asya bozkırlarında bir milletin uyanışı olarak başlayan cedidci düşünce akımı aynı dönemlerde Anadolu’daki vatanı ve Türklüğü kurtarma arayışlarıyla kucaklaşarak modern Türk milliyetçiliği düşüncesini realize etti. Bu realizenin en somut kanıtı Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu devlet Türk
Milliyetçiliğinin eseridir. Ancak devlet yapısı kuruluşundan fazla bir zaman geçmeden hantallaşıp yeni gelişme ve değişmelere ayak uyduramamış ve zaman tünelinde kalmıştır. Dünyadaki hızlı teknolojik, bilimsel ve sosyal gelişmeye paralel bir gelişme sürdürmemiş ve 20 y.y. de toplumsal düzenimizi ve üretim biçimimizi tam olarak
değiştiremeden tamamlamış bulunuyoruz. Ancak genel hatları itibari ile bugünkü Türkiye, şehirli ve modern bir Türkiye’dir. Bölgesinin en güçlü ekonomisine sahiptir. Henüz yetersiz olmasına rağmen, eskisine oranla çok güçlü, dinamik, milli meseleler karşısında duyarlı ve aktif, geçmişteki köylü durgunluğundan sıyrılmış bir orta sınıfa
sahip, demokrasi bilinci de gün geçtikçe artan bir toplum yapısına sahibiz. Yıkılan bir imparatorluktan bağımsız bir cumhuriyet çıkaran cedidci ve Türkçü aydınlar kendi dönemlerinin en ileri fikirlerini savundular. O doneme göre lüks sayılabilecek bir şekilde demokrasiyi ve milletin iradesini savundular. Millet iradesini ve hukuk devletini
her şeyin üzerinde gördüler. En temelde ise bazılarının itirazlarına ve kabul edememelerine rağmen kimliğimizi tescil ettirdiler; “Biz Müslüman Türkleriz. (Türklerin %90dan fazlası İslam dinine inanmaktadır, diğer dinlere inanan Türklerde vardır elbet) bu yönüyle Araplardan da Hıristiyan Avrupa’dan da farklı bir kimliğimiz ve
kültürümüz vardır. Bu kimliğim cihan haritası içerisinde ki siyasi ifadesinin zirvesi, Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bu devlet Türk Dünyasını tam olarak bağımsız olan devletidir. Turan coğrafyası Türkiye Cumhuriyeti etrafında şekillenecektir.

Ancak rahmetli Dündar Taşer’in sözünü hiç ama hiç akıldan çıkarmamamız gerekmektedir. “Biz çadırımızı sırtlanların yolu üzerine kurduk” evet bizim vatanımız güzel ve alımlı bir kız gibidir. Herkesin onda gözü vardır. Bu nedenle üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasında küçük bir devlet olarak yaşamamız mümkün değildir. Bu
coğrafyada ya Roma, ya Selçuklu yada Osmanlı gibi büyük olmak zorundayız. Yani bir dünya devleti olmak zorundayız. Bu coğrafyada sürünerek yaşamak Türk milletine yakışmayan bir durum arz etmektedir. Ancak etrafımız tehlikeli düşmanlarla dolu ve içimizde bizi bölmek isteyenler var diye paranoyak olmamıza ve bu nedenle milletimize demokrasi ve bireysel hürriyetleri çok görmemeliyiz. Bu tip komplocu paranoyalar genelde kapalı toplumlarda üretilir ve yaygınlaşır. Bugün ne yazık ki 19 y.y. cedidci ve Türkçü aydınların dünyaya bakışları
şimdiki aydınlarımızdan daha ileridir.

Modern Türk düşüncesinin temeli olan cedid aydınlanmasını doğru yorumlayarak 21 y.y. bir Türk yüzyılı yapmak için mücadele etmeliyiz. Bu fırsatı ne yazık ki 20 y.y. kaçırmış olduk. Modern Türk milliyetçiliğini; din devlet, aydın halk, devlet millet, batı doğu eksenli gerginliklerin çözümü noktasında tarihi misyonuna uygun bir
şekilde yeniden yorumlayıp dizayn etmeliyiz. Bu siyasi ve sosyal meselelerin çözümü ancak modern Türk milliyetçiliği ile mümkün olabilir. Türk milliyetçiliğini köklerindeki sosyal bilim ve analitik düşünce geleneği içinde yeniden değerlendirmeli ve harekete geçirmeliyiz. Emperyal bir milliyetçiliği şiar edinmeli ve ülkemizi Avrasya coğrafyasının en büyük gücü haline getirmeliyiz. Oluşturacağımız demokratik devlet modeliyle Türk dünyası ve diğer Asya toplumlarına örnek teşkil edecek bir değişim gerçekleştirmeliyiz.


İbrahim DİLMAÇ :1970 Rize – Ardeşen doğumlu.  Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F çalışma ekonomisi bölümü mezunudur. Çeşitli yerel dergilerde yazı, makale ve bildiriler yazdı. Halen Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nce yayınlanan Ülkü Ocağı dergisinde yazmaktadır  ve serbest meslek sahibidir.

İsmail Gaspıralı, Eğitim ve Öğretim Problemleri


Prof. Dr. Şükrü ELÇİN

Fikir ve aksiyon adamı merhum İsmail Gaspıralı’nın Eğitim ve Öğretim üzerindeki düşünceleri ile hizmetlerini ele almadan Önce Türklerin 19. asra kadarki kültür hayatlarına kısaca bakmakta fayda vardır.

Birbiriyle ayrılmaz bir “bütün” teşkil eden eğitimle öğretim, insanoğlunun dünyaya geldiği günden itibaren karşılaştığı bir kültür ve bilgi faaliyetidir. Cemiyet içinde tarihî devirlerin şartlarına göre devam eden ve sosyal bünye ile orantılı hayatî fonksiyona sahip bu faaliyette anne başta gelen bir eğitimci ve öğreticidir. O, anneden gelen kültürle yüklendiği mesuliyetin idrâki içinde çocuğunu emzirir, yıkar, giydirir, hastalıklardan korur, dolayısı ile dilini öğrenmesine yardımcı olur. Sonunda çocuk evde ve cemiyette din, sanat, ahlâk, ekonomi gibi değerlerin havasında sosyal bir hüviyet kazanır. Biz bu sosyalleşme işine eğitim, eski tabirle terbiye diyoruz.”

İsmail Gaspıralı’nın 1884’lerde kuracağı modern mekteplerde ileride ana olacak kızların da okutulması fikri bu düşüncelere dayanacaktır.

İşte, insanı çevreleyen dil, din, ahlâk, estetik ve menfaat bağları ile bütün dünyada örneklerine benzer şekilde Türklerin de üç kıtada bir takım devletler kurduğu malûmdur. Bu devletler içinde yaşayan Türklerin hayatında maddî ve manevî bilgiler yeni nesillere sözlü gelenekle aktarılıyordu. Zaman içinde nüfus çoğaldı, hudutlar genişledi. Siyasî münasebetler arttı. Kültürün ve haberin intikali zorlaştı. Her kavimde olduğu gibi okuma-yazma zarureti bundan doğdu. Bu ihtiyacın anahtarı alfabe idi. Türkler bu alfabeyi kendi damgalarından yaptılar. Orhon veya Kök Türk adını alan bu alfabe Türk hançeresinden çıkan bütün sesleri ifadeye elverişli bir karakter taşıyordu. Bu alfabe ile yazılan kitabelerin en mükemmelleri 8. asra aittir. Siyaset, hukuk ve askerlik kavramlarını nesir dili ile söyleyecek bir seviye gösteren  âbideler,  cemiyette okuma-yazma  ananesinin açık bir delilidir.

Uygurların da kendilerine mahsus alfabeleri ile kültür hayatındaki hizmetleri devam ederken Türkler İslâm dini ile karşılaştırılan Bu yeni dinin kitabı Kur’an’dı. Arap harfleri ile kaydedilmişti. Türkler de müslümanlığı kabul etmiş diğer kavimler gibi dinin tesiri ile kendi alfabe sistemlerine uymayan Arap alfabesini kabul ettiler. Türk ülkelerinde de camiler, medreseler kuruldu.

Orta Çağ’da geniş halk kütlelerinin eğitimine fazla eğilmemekle beraber, medreseler, hür düşünceye açık, fanatizmden uzak bir karakter içinde idi. Eski yunan filozoflarının ortaya koyduğu müsbet fikirlerin tartışıldığı bu manevî havada Türk medreselerinde çalışan ilim adamlarının da insanlığa değerli eserler kazandırdıklarını görüyoruz. Matematik’te Hârezmî (ölümü: 850) ile Aristo ve Eflâtun’u yakından inceleyen mantıkta ve siyaset felsefesindeki görüşleriyle Avrupa’da da tanınan Fârâbî (870-950) ilk müjdecilerdir. Sonraları, tıp, fizik, astronomi ve felsefeye dair eserleriyle İbni Sina (980-1037) ve Beyrunî (970-1051) yetişti. Nihayet Uluğ Bey (1384-1449) en büyük astronom olarak şöhrete ulaştı.

Naklî İslâm ilimleri dışında yalnız pozitif ilimler ve felsefe ile uğraşan adlarını zikrettiğimiz bir kaç Türk ilim adamının bile ortaya koyduğu eserler dikkate alındığı takdirde Orta Çağ Türk medreselerinin ulaştığı seviye ortaya çıkar.

Medreseler, maalesef 15. asrın ortalarından itibaren akla dayanan pozitif ilimlerden uzaklaşmağa başladı. Öğretmekte olduğu nakit ilimlerle uğraşırken kendisini kör bir fanatizme, bilgisizliğin, ezberciliğin, şekilciliğin karanlığına bıraktı, ilerlemenin akla, mantığa, tecessüs Ve gözleme dayandığı unutuldu. Medreseliler, eski üstatların bilgilerini tekrardan ileri gidemediler. Buna karşılık Avrupa milletleri, Rönesans’tan itibaren pozitif ilimlerin ışığında yeni tekniğe bağlı bir eğitim ve öğretime geçtiler. Orta Asya Türkleri ve hatta bütün Türkler bu yeni, teknik, eğitim ve öğretimden zamanında nasibini alamadı. Kültür ve medeniyetimize zarar veren bu durum, siyasette dağılmaya ve bilinen problemlerin doğmasına sebep oldu.

İşte bu üç asırlık maddî ve manevî kayıp ve ıztırapların zemininde 19. asrın sonlarında konumuzun kahramanı İsmail Gaspıralı Kırım ufkunda bir ay gibi, bir yıldız gibi, bir güneş gibi doğdu.

Hiçbir mübalağaya kaçmadan vasıflandırdığımız ve Unesco’nun geri kalmış kavim ve milletlere yaygın eğitimde yol gösterici örnek insan olarak tanıtmasını beklediğimiz İsmail Bey’in hizmetlerini tahlil edebilmek için kısaca hayat hikâyesini gözden geçirmekte fayda vardır.

Gaspıralı, orduda subay bir babanın oğlu olarak 1851 yılında Avcıköy’de doğar. Ailece 1854’te Bahçesaray’a yerleşirler. On yaşına kadar ilkokula devam eden küçük İsmail’i Akmescit jimnazına gönderirler. Bu jimnazda iki yıl kalır. Sonra Varonej askerî okuluna devam eder. Oradan da Moskova askerî lisesinin öğrencisi olur. Bu lisede dindaşı Mustafa Mirza ile tanışır. O sırada Osmanlı Devleti sınırları içindeki Girit’te isyan vardır. Okuduğu lisede huzuru yoktur. Türklere karşı Kuşçuluk ve islâvcılık düşmanlığı körükleniyordu. Bu fanatik hava içinde tatilini okulda geçirmek yerine Türk kardeşlerine yardım için Odesa yolu ile İstanbul’a gitmeğe karar verir. Pasaportu olmadığından yakalanır. Artık liseye dönemez. Zincirli medresesine Rusça hocası olur. Bu sırada fikrî faaliyetini geliştirir. Şostov ailesinin kütüphanesinde mevcut Rus edebiyatı ile siyasî ceryanlara dair kitaplar okur. Ekonomi ve sosyal problemleri inceler. Rusya’da tatbik edilen garpçılık ceryanı ile halka doğru gitme yolundaki çalışmaları öğrenir. 1869’da Yalta’daki Dereköy okuluna öğretmen olur. 1871’de Türkiye’ye giderek subay olmak ister. Bu teşebbüsü gerçekleşmez. Paris’e gider. İki yıl kalır. Fransa’da kültür ve pedagoji yayınlarını takip, eder. 1874’te İstanbul’a döner. Yazarlık hayatına başlar. 1875’te Kırım’a döner. 1878’de Bahçesaray Belediye başkanı olur. 1882’de Usul-i Cedid mektebini açar. Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Hindistan’a, Çin’e, Mısır’a seyahatler yapar. Nihayet 11 Eylül 1914’te hayata veda eder.

Ana hatları ile çizdiğimiz biyografisinden de anlaşılacağı üzere İsmail Gaspıralı küçük yaşta Türk-İslâm aile, terbiye ve cemiyet kültürü içinde yaşarken kendisine yabancı hayat ve kâinat görüşünü Rus okulunda tanımağa başladı. Bu okullarda Türk düşmanlığına dayalı İslâv-Rus fanatizmi ile akla, tecrübeye ve muhakemeye yer veren Batı usulü bilgilerle karşılaştı. İlkokul öğretmeni Hacı İsmail Efendi’nin ve subay babasının tesiri ile akı kültür ve medeniyetin okullarını mukayeseye başladı. Türk okulları mazide kalmış bilgileri öğretiyordu. Skolastikti, hayattan uzaktı. Pozitif ilmin neticelerinden faydalanan Rus eğitim ve öğretimi akla, mantığa, hayata uygundu. Öğrendiği Fransızca vâsıtasiyle Batı medeniyetinin müsbet -menfî taraflarını öğrendi. Yaygın eğitimin, okuma-yazmanın imkânlarından faydalanan insanların yaşadıkları hayatı gördü. İçinde yaşadığı Türk�İslâm cemiyetinin bu yeni kurtarıcı medeniyette yer almasının, onun nimetlerinden faydalanmasının dâvasını basın tarihinde büyük bir hâdise teşkil eden Tercüman’ın 1906 yılının 9’uncu sayısında Danyal Bey’in ağzından şöyle hülâsa eder:

“Milletin hâline âşinâ olmadıkça, millete hizmet mümkün olmayacağını anlamasiyle Danyal Bey bu cihetten ilim ve marifeti artırmağa karar verüp milletin arasına atıldı. Köy düğünlerinde, derviş ve ulemâ meclislerinde, beyler ve ağalar ziyafetlerinde, medrese hücrelerinde ve şâir içtimalarda bulunup az söyleyüp, çok dinleyüp bir sene kadar amelî dersler aldı. Her sınıfın yahşi taraflarını ve uygunsuz hallerini öğrenüp millî zâfın neden ibaret ve milletin neye muhtaç olduğunu anlamıştı. Ne işlemeli, işi nereden tutmak, sönmüş kalpleri ne ile yandırmalı, basireti kesmiş perdeleri ne ile kötermeli (kaldırmalı), gaflet sahrasında serilüp kalmış koca bir milleti ne ile ayağa kaldırup turguzmalı (kaldırmalı) gibi suallerle hayli zaman uğraşmıştır.”

Yine Terakki adlı bir makalesinde İsmail Bey: “Hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır; bu karanlıkta fenere benzer. Buna maârif, yâni bilük (bilgi) derler.”

Hakikat mecmuasındaki bir şiirinde:

Hünersizlik yakışmaz bizim millete

Bin kılıçka bir kalem dâima galiptir

der.

İsmail Bey kültürde halkçılık program ve beyannâmesi karakterini taşıyan bir fikir muhasebesinden sonra Kırımlıların maddeten ve manen kalkınmasında pragmatik bir görüşle işe alfabeden başlamak lâzım geldiğini anladı.

Daha önce arz ettiğim gibi 10. asırdan beri kullanılan Arap alfabesi Türk mantık, muhakeme ve zevkinden çıkmış bir alfabe değildi. Bu alfabede lüzumundan fazla sessiz harf vardı. Bir kaç harfi tek bir işaretle göstermek gibi yetersizlikler yanında sesli işaretlerinin Türkçe sesli sistemini karşılamadığı açıktı. Ayrıca bu alfabede harflerin başta, ortada ve sonda ayrı şekillere girmeleri işaret kalabalığına yol açıyordu. Bir çok harflerin şekilleri, gövdeleri aynı olduğu halde bunlar noktalarla ayrılıyordu.

İşte bu ve buna benzer hususiyet ve aksaklıklar medrese veya onlara bağlı okullardaki alfabe öğretimini zorlaştırıyor, uzun zaman kaybına sebep oluyordu. 5-6 yıl süren ve yazma alışkanlığı da kazandırmayan bu sistem yüzünden yaygın eğitime ve öğretime gidilememişti.

Gaspıralı, “Kırım’da ilk tedris ve terbiyenin olmadığını gördüm, dinî mekteplerimizin korkunç geriliklerini, somadan Zincirli medresesinde gördüm ve bu esasların islahı lüzumuna iman ettim” der.

O, büyük bir cesaret ve irâde ile Usûl-i Cedid (Yeni usul) adını verdiği mektepte 1884’te usûl-ı savtiye (sesli harfler) esasına dayanan alfabeyi tatbik etti. Fanatik çevrelerin reaksiyonlariyle karşılaştı. Yazılarında ve sohbetlerinde iskolastik usûlü tenkidi medreselilerin hoşuna gitmedi. O, ailenin kadın ye erkeklerden kurulu bir topluluk olduğuna inanıyordu. Bu, aslında Batı zihniyeti mânasına gelen Usûl-i Cedid ocağında kızların da okumalarının şart olduğu kanâatini telkine çalıştı.

Başlangıçta maddî ve manevî zorluklarla karşılaşan İsmail Bey İslâm âlemini bu yoldan, uyandırmak için Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Mısır’a, Hindistan’a, Çin’e seyahatler yaptı. Gerileme sebeplerini anlattı. Usûl-i  Cedid’i yaydı.  Türkiye’deki  aydınlarla  temasını sürdüren  İsmail Bey tarihî vazifesini tamamladı.

Büyük fikir adamlarımızdan Yusuf Akçora “Hiçbir kimse dâvasını sebat ve ısrarla onun kadar nazariyatta takip ve fiiliyatta tatbike çalışmamıştır” derken haklı ve isabetli bir gerçeği ortaya koymuştur.

Bütün hayatı boyunca, hususiyle meşhur Tercüman gazetesinde “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” prensipini ortaya koymak suretiyle halkının medenî bir seviyeye ulaşması için 35 yılını, hiçbir mükâfat beklemeden, seve seve harcayan terbiyeci, fikir ve dâva adamı, gazeteci, yazar ve şâir İsmail Gaspıralı yeni nesillerin örnek alacağı bir şahsiyettir.

Doğmuşum Avcıköy’de  1851’de

Mekânımdır Bahçesaray mezarım kim bilir nerde

diyen büyük insana şöyle diyorum: Sen, Türk milletinin kalbindesin.

Akmescit 1991