Gaspıralı’nın Türk Dünyasında Verdiği Dil ve Kültür Mücadelesi


Prof. Dr. Mehmet SARAY

Gaspıralı İsmail Bey, yetişme yıllarında 1874’de ilk İstanbul’a gelmişti. Bir sene kadar kaldığı İstanbul’da İsmail Bey’in dikkatini çeken en önemli meselelerden biri de Türk dili üzerinde yapılan münakaşalar idi. Tanzimat’la başlayan ve 1860’lı ve 1870’li yıllarda Osmanlı aydınları arasında uzun tartışmalara sahne olan dil meselesi Gaspıralı’yı son derece etkilemişti. İşte bu sıralar tanıdığı “Şemseddin Sami, Ahmed Midhat, Mehmed Emin ve Necib Asım Beyler gibi Osmanlı aydınları ile dostluğunu daha da geliştirmiş ve ömrünün sonuna kadar da devam ettirmiştir. Bilâhare pek çok kişinin de katılacağı bu Türk aydınlarına göre, Türklerin kültür sahasında kalkınabilmesi için Türkçe’nin millî dil olarak mutlaka geliştirilmesi gerekiyordu.

Yukarıda zikredilen fikir adamlarının görüşlerini bir bir açıklamadan evvel, burada, dil ve milliyetçilik meselesinin Osmanlı Türkiyesinde nasıl geliştiğini kısaca izah etmekte fayda vardır:

Fransız ihtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik fikirleri kısa zamanda Osmanlı imparatorluğuna da sıçramıştı. Uzun zamandır arayış içinde olan Osmanlı aydınları bu fikrin tesirinde kalırken, bilhassa gayr-i müslim ahali arasında da bu fikirler yayılmaya başlamıştı. Hatta bazı Avrupa devletleri Osmanlı teb’ası olan gayr-i müslim milletleri ayrı devletler kurmaya teşvik etmişti.  Dışarıdan yapılan bu baskıları hafifletmek ve bu  arada kendini yenilemek ihtiyacını duyan Osmanlı devleti Tanzimat ve Islahat Fermanları ile bir serî kararlar alıp ilân etmişti. Alınan bu kararlarla gayr-i müslim halklara Avrupa devletlerinin yardım yapmaları serbest bırakılmıştı. Bundan istifade eden Avrupa devletleri Osmanlı teb’ası olan gayr-ı müslim milletler için okullar açmaya ve kendi dillerinde eğitim yaptırmaya ve bu arada, bu milletleri Osmanlıya karşı kışkırtmaya başlamışlardı.

Bütün bu gelişmeler, Osmanlı aydınlarını, devletin esas unsuru olan Türklüğü korumaya yöneltmişti. İşte bu yönelişin içinde Türk dilini ve milletini düşünmek  ve araştırmak ayrı bir ehemmiyet kazanmıştır. Bu akımın ilk öncüleri olan Şinasi Efendi ile Ziya Paşa,  “Osmanlılık” ve �Osmanlı Dili”ni, Türkçülük ve Türk Dili karşılığında ele alıp kullanmıştır. Nitekim bu ikiliden Ziya Paşa, yazdığı “Şiir ve İnşa” makalesinde “Osmanlı” kelimesini “Türk” karşılığında kullanarak eski Osmanlı edib şâirlerinin kullandıkları Arapça ve Farsça ağırlıklı dili tenkîd ederken şöyle diyordu:  “Hayır bunların hiç biri Osmanlı şiiri değildir…  Acaba bizim milletimizin, yâni Türk milletinin bir dili ve şiiri var mıdır? Ve bunu yenileştirip arındırmak mümkün müdür?”(1) Dilde Türkçülüğü ortaya atan Ziya Paşa’dan sonra Türk aydınları dil araştırmalarına ağırlık vermişlerdir. Bunun öncülüğünü yapan ise ünlü devlet ve fikir adamlarımızdan Ahmed Vefik Paşa olmuştur. Ahmed Vefik Paşa, hem Osmanlı lehçelerinin ve hem de diğer Türk lehçelerinin öğrenilmesini, araştırılıp geliştirilmesini savunmuştur. Hazırladığı “Lehçe-i Osmanî” adlı eserinin önsözünde Ahmed Vefik Paşa şöyle demektedir:

“Türk dillerinden Türkiye’de ilk yayınlanan Oğuz şubesidir. Tataristan ve Türkistan’ı bir zaman Doğu Denizinden Macaristan’a kadar kavrayan dile hâlâ “Guz” (Oğuz) dili deniliyor. Onun yenisi (olan) Türkmen dili İran ve Suriye’yi kaplayıp Anadolu’ya inmiş, zaman içerisinde Osmanlı lehçesini oluşturmuştur. Fergana’dan Hindistan’a kadar yayılıp, Halacî Afganistan diline karışmıştır. Eski bölümlerden Kıpçak dili, Hîve’den başlayarak Sibirya ve Kırgız, Kuman, Bulgar, Kazan bölgelerini çepeçevre kuşatmıştır. Uygur dili, Çin yörelerinden Kaşgâr’a kadar yayılıp, oradan 700 yıllarında (H) Cengizoğulları Türklük ve islâmiyet halkasına katıldıklarında Çağatayca dili olarak doğmuştur.

Bugün Oğuz, Kıpçak ve Çağatay kitapları, “Mahbub-ül-Kulûb” gibi güzel eserleri ve özellikle 600’den 800’e (H), kadarki yıllardaki Selçuklu Türkmen’i ve Osmanlı kitapları bolca basılmış ve bunların incelenmesi sonucu, Türk dili lehçeleri arasındaki farklılıklar ortaya çıkmıştır”(2).

Ahmed Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî’sinde, kök bakımından Arapça ve Farsça olmayan Türkçe kelimeleri, Arapça ve Farsça kökten gelenlerden ayırarak bir bölüm halinde vermiştir. Böylece, Osmanlı dil denizinde boğulmuş çok değerli Türkçe kelimelerimizin bolluğunu ve önemini göstermiştir. Türk dilinin, Osmanlı lehçesinden başka lehçeleri olduğunu meydana koyarak, gerçek bilim meraklılarını o lehçeler üzerinde inceleme yapmaya sevk etmiştir. Ayrıca, bir tarih kitabı olan Ebülgâzi Bahadır Han’ın “Şecere-i Türkî” adlı eserini Çağatay lehçesinden çevirerek dikkatleri Türklerin müşterek tarihine ve kültürüne de çekmiştir.

Ahmed Vefik Paşa’dan sonra gelen Mustafa Celâlettin Paşa ise, Türk filolojisinden başka, Türklerin etnoloji ve tarihi ile ilgilenmiştir. İlmîliği üzerinde bâzı kuşkular duyulmasına rağmen Mustafa Celâlettin, yazdığı “Eski ve Yeni Türkler” adlı eserinde yalnız Türk filolojisi üzerinde değil aynı zamanda tarihi ve etnoloji üzerinde de bilgiler vermiştir(3).

1856-1870 arasında Şinasî Efendi ve Ziya Paşa ile başlayan, Ahmed Vefik Paşa ve Mustafa Celâlettin Paşa ile gelişen Türk dili ve tarihi çalışmalarının, 1870-1880 yılları arasında yepyeni bir safhaya girdiğini görmekteyiz. Bu devrin en ünlü Türkçüleri Süleyman Paşa, Buharalı Özbel Şeyhi Süleyman Efendi, Ahmed Midhat Efendi ve Ahmed Cevdet Paşa’dır.

Sarf-ı Türkî (Türk Dilbilgisi), Kebît-i ilmihal (Büyük İlmihal) Sagîr-i ilmihal (Küçük İlmihal), Mebâni ü’l-İnşa (Düzyazının Temeli ve Tarih-i Âlem (Dünya Tarihi) gibi eserleri askerî okullar için yazan Süleyman Paşa, açık ve sade bir Türkçe kullanarak dilimizin Arapça ve Farsça nüfuzundan nasıl kurtarılacağını göstermiştir (4).

Buharalı bir Özbek Türk’ü olan ve İstanbul’a yerleşen Şeyh Süleyman Efendi ise, yazdığı “Lûgat-ı  Çağatay”   (Çağatay  Sözlüğü) ve “Türk Osmanî” (Osmanlı Türkçesi) adlı eserleri ile Doğu Türkleri  (Türkistan ile Batı Türkleri (Osmanlı)’nin aynı milletin evlatları ve dillerinin de bir olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Çağatay lehçesini Osmanlı lehçesinin kaynağı  olduğunu söyleyen Şeyh Süleyman Efendi eserinin önsözünde “Bugün Osmanlı  ülkesinde kullanılan Osmanlı dili,  Çağatay dilinden yâni Maveraünnehr ülkesinde şimdi kullanılan (dilin) şubelerindendir ifadesi ile müşterek Türk diline dikkatleri çekmiştir(5).

Yazılarında mümkün olduğu kadar halkın dilini kullanan, milletin anlamadığı Arapça ve Farsça kelimelerden uzak duran Ahmed Midhat Efendi,Yusuf Akçuraoğlu’na göre, dikkatleri Türkçülüğe yönelten ilk Türk aydını idi. “Dilinde, üslûbunda en çok Türkçülük eden”   Ahmed Midhat Efendi, çağdaşlarından farklı olarak “Avrupa medeniyetinde  en önemli yerin milliyet fikri olduğunu” gören bir müellifti(6),

“Kısas-ı Enbiya” adlı eserinde dilde Türkçülüğe hizmet eden Ahmed Cevdet Paşa “Tarih-i Cevdet” adlı meşhur tarihi ile de Türklüğe, Türk soyuna en çok önem veren bir müellif olmuştur. Osmanlı tarihçileri içinde devletin Batı siyasetini tenkîd ederek “Avrupa fetihleri ile uğraşmaktan Kazan ve Ejderhan Hanlıklarının alınıp korunması, yüce devletimiz için daha yararlı olurdu. Çünkü Kafkas, Ejderhan ve Kazan halkı ile yakınlık, soy birliği ve çoğu ile din ve mezhep birliğimiz bulunuyor. Bu yüzden onlar Osmanlıya katılırlardı. O durumda onlar da Kırım gibi Osmanlı eyaletleri arasına girerdi. Ve Ejderhan ve Kazan sayesinde büyük Tataristan taraflarında dahi Osmanlı devletinin hâkimiyeti yürürlükte kalırdı” şeklinde dikkatleri Asya Türklüğüne çekmesi Türk Dünyasında dil ve kültür birliğine olduğu kadar, siyasî birliğe de inandığını ortaya koymuştur(7).

1880’lerden 1900’lere kadar geçen devrede yetişen ve öncülüğünü Şernseddin Sami Bey, Necip Asım Bey ve Şair Mehmed Emin (Yurdakul) Bey’in yaptığı grup ise, bütün Türk dünyasının dil ve kültür birliği içinde bulunması gerektiğini en açık bir şekilde ortaya koymuştur. Kamus-ı Fransevî, Kamusu’l-Alâm ve Kamus-ı Türkî gibi çok faydalı eserlerin müellifi olan Şemseddin Sami Bey, Türk kökenli olmamakla birlikte Türklüğe gönül vermiş ender kişilerden biri idi. Kamus-ı Türkî’sinin mukaddimesinde, “.. Dilimiz Türk dilidir. Bu dile mahsus lûgata başka isim düşünmek yanlıştır” diyerek Türk dili gerçeğini açıkça ifade etmiştir. Türkçe konuşulan Türk ülkeleri hakkında geniş bilgi verdikten sonra Şemseddin Sami Bey, mukaddimesine şöyle devam etmektedir: “Doğu Türkçesiyle Batı Türkçesi arasındaki fark, sanıldığı gibi, italyanca ile Lâtince veya. İspanyolca ile Fransızca arasındaki fark gibi değildir. Bu fark iki Türkçeden her birini, diğerinden büsbütün ayrı ve kendi başına bir dil saydıracak kadar olmayıp, ancak Kuzey ile Güney Almanya, Toskana İtalyancası ile Napoli İtalyancası veya Mısır Arapçası ile Fas, Tunus gibi Kuzey Afrika Arapçaları arasındaki fark derecesindedir ve Doğu Türkçe’siyle Batı Türkçesi tek bir dildir, ikisi de Türkçedir”. Bunun içindir ki,

“Bizlerin ihmal edip unuttuğumuz, Doğu Türkçesinde kullanılan  Türkçe kelimelerin, bilhassa bunlardan değerli ve gerekli olanlarının alınarak bunların bizim Türkçemize katılması yöntemi ile canlandırılmaları ve yayılmaları, yâni iki lehçenin birleştirilmesi amacına hizmet etmek emelindeyim” diyerek Türkler arasındaki dil birliğinin önemini izah ile bu önemli vazifeyi ifa etmeye çalıştığını samimiyetle açıklamıştır(8)

Osmanlı Türkiyesindeki bu dil birliği tartışmalarını iyi etüd eden ve heyecanla benimseyen Gaspıralı İsmail Bey, Bahçesaray’a dönüşünde Kırım Türkçesine de aynı usûlü, yâni sade ve basit dil kullanma yolunu tatbik etmeye başlamıştır. Kısa zamanda bu husustaki fikirlerini geliş tiren İsmail Bey, bütün Türklerin anlayabileceği bir lisan geliştirmenin ne kadar hayatî bir önemi haiz olduğunu görerek ona göre çalışmalarını başlatmıştır. Gaspıralı’nın istediği öyle bir dil olmalı ki, konuşulduğu ve yazıldığı zaman “İstanbul’daki hamal ve kayıkçı ile Şarkî Türkistan’daki deve sürücüsü ve koyun çobanı da anlayabilmelidir.” Türkler için bu umumî dili gerçekleştirmek maksadiyle Gaspıralı’nın şu esaslara dikkat ettiğini görüyoruz:

a)      Yaşayan Türk lehçelerinin pek kaba olmayan mahallî kelimeleri Osmanlı Türkçesinin en gelişmiş şekli olan İstanbul şivesine uydurularak kullanılmalı,

b)      Mümkün mertebe ecnebi lisan ve kaideleri Türkçe’den çıkarılmalı,

c)      Okur yazarlar tarafından anlaşılmayan Arapça ve Farsça tabirlerin tasfiye edilmeli.

Gaspıralı, bu prensipleri, Tercüman gazetesi başta olmak üzere, yazı yazdığı bütün dergi ve gazetelerde titizlikle uygulamıştır. Nitekim, kendisinden naklen sık sık verdiğimiz konuşmaları ve makaleleri dikkatle incelenirse bu prensiplere nasıl başarıyla uyduğu görülecektir. Onun bu gayreti Türk dünyasındaki bütün meslektaşları tarafından takdirle karşılanmıştır. Nitekim, bir meslektaşı 1910’da yazdığı “Til (dil) Yarışı” adlı eserinde Gaspıralı İsmail Bey’in bu husustaki çalışmalarını şöyle övmüştür: “Anadilimizin bugün selâmmet olan en büyük hadimini göstermek lâzım olsa, şüphe yoktur ki, bu zat, Tercüman muharriri Gaspıralı İsmail Bey’dir. Her kim anlarlık revişte (tarzda) açık ifadeli ve ruhlu olan kısa cümleler, güzel ve edebî tabirler usûlünü (kimin ortaya koyduğunu merak ediyorsa söyleyelim) bu zat meydana koymuştur. O’nun ibarelerinde garip kelimeler, çıkışsız cümleler, bir mâna için birkaç müteradif lâfzalar olmaz, İsmail Bey’den sonra yetişmiş muharirlerimizin tahrir ve telifte tebeleri farklı ise de, her birisi kendisine şakirttir. Türk dilinin birinci ıslahçısı Ali Şir Nevaî ise, ikincisi, hiç şüphesiz, İsmail Bey’dir”(9).

Gaspıralı İsmail Bey’in, Türkçe’nin bütün Türk dünyasının kullanabileceği lisan hâline gelmesi için verdiği bu sessiz ve asîl mücadele son derece başarılı olmuştur. Nitekim Tercüman gazetesinde kullandığı sade Türkçe, gazetenin ulaştığı her yerde, bilhassa Kazan’da, Şarkî ve Garbı Türkistan’da, Azerbaycan’da, Balkanlarda ve Osmanlı Türkiyesinde yaşayan bütün Türkler tarafından anlaşılan bir lisan haline gelmiştir. Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde bu mevzuda şunları söyler: “Tercüman gazetesini Şimal Türkleri olduğu kadar Şark Türkleri ile Garb Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil olduğuna bu gazetenin vücudu canlı bir delildir” (10).

Gaspıralı İsmail Bey, başlangıç yıllarında, Türk dünyasında dil birliğini sağlamak için başlattığı bu büyük mücadelede neler yapmak istediğini, hedefinin neler olduğunu mümkün olduğu kadar açıkça söylemekten çekinmiştir. Bunun en büyük sebebi, Rusya’da yaşayan müslüman Türklerin ilerlemeleri için gösterdiği gayretlerden zaten kâfi derecede tedirgin olmuş olan Rus hükümetinin ve Ilminskiy grubunun muhalefetini tamamiyle karşısına almamaktı. Rusya’da yaşayan müslüman Türk topluluklarının mümkün olduğu kadar Osmanlı Türkçesi etrafında toplanmalarını açıkça yazıp ilân etmesi elbette Rusları kızdıracaktı. O, bu hedefe mümkün olduğu kadar sessizce varmayı tercih etmiştir. Nitekim, Tercüman gazetesinde mümkün olduğu kadar bu mevzuda az yazmaya dikkat etmiştir. O, mümkün olduğu kadar meslektaşlarını sade dil kullanmaya teşvik etmiştir. Bunun en güzel misalini, kendi açtığı yolda yürüyerek Rusya’daki Türklerin millî şuurlarını kuvvetlendirmede oldukça büyük hizmetleri geçecek olan, 1906’dan itibaren Azerbaycan’da çıkmaya başlayan “Füyuzat” mecmuasının editörüne bir mektup yazarak sade dilde neşriyat yapmasını rica eden aşağıdaki yazısı teşkil eder. “Füyuzat’ın birinci sayısını aldım. Güzel tertip ve tab olunmuş, hayırlı olsun. Lisanını biraz daha sadeleştirirseniz avam arasında daha ziyade münteşir mucip olurdu, zannındayım. Yazmaktan usanmıyorum, lâkin lisansızlıktan canım yandı. Volga, Kazan ve bu aralık çıkardıkları gazeteleri muhtelif ve kaba dilleri ve “Tatarlıkları” Millet gazetesinin tesisine beni mecbur etti. Sade Türkçeyi intişara mahsus olacaktır”(11).

Tam bu sıralarda Rusya’da başlayan siyasî ve içtimaî gelişmeler Gaspıralı İsmail Bey ve arkadaşlarını daha açık ve aktif mücadeleye sevk etmiştir. 1905 Meşrutî hareketiyle kurulan Rusya Devlet Duması (Mebusan Meclisi)’nda müslüman Türklere de temsil hakkı verilmişti. Türkler bu hakkı en iyi şekilde kullanıp mümkün olduğu kadar çok sayıda temsilciyi Duma’ya sokmaya muvaffak olmuşlardır.

1905 Ağustosunda bir araya gelen Gaspıralı İsmail Bey, Topçubaşı Ali Merdan Bey ve Akçuraoğlu Yusuf Bey, “Rusya Müslümanları Ittifakı”nı kurarak Türklerin haklarını   “Duma”da nasıl savunmak gerektiği hususunda çalışmalara başladı, ittifakın savunduğu prensiplerin başında “Vicdan hürriyeti, bütün  Rusya vatandaşları  arasında  hukukta  müsavat,  kültür sahasında  millî  gelişmeye  kanunen  müsaade”   edilmesi  geliyordu.   1906 yılının Ocağında Petersburg’da toplanan ikinci kongre “İttifak”ın nizamnamesini  müzakere ve  kabul  etmiş, -aynı  yılın  Ağustosunda  Topçubaşı Ali Merdan Bey’in riyasetinde ve Gaspıralı İsmail Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Sadri Maksudî (Arsal) Bey, Fatih Kerimi Bey ve diğerlerinin iştiraki ile Nijini-Novgorod’da toplanan üçüncü kongre  “İttifak”ın probgramını kabul ve Ali Merdan Bey’in riyasetinde merkez komitesi tesbit etmişti(12).

Bu   kongrede Gaspıralı İsmail Bey, dil birliği hakkında aşağıdaki teklifi yapmış ve bu teklif alkışlarla ve oybirliği ile kabul edilmiştir:

“Umumen Türklerin aslı nesli birdir. Zaman ve mekân ihtilâfiyle şive ve âdetlerimizde ihtilâf peyda olmuştur. Bu ihtilâf yekdiğerimizi anlamayacak dereceye gelmiştir. Bundan sonra mekteplerimizi bir olan lisan-ı edebimize hadim olacak hale getirmek lâzımdır. Kongrenin mektep ve medrese komisyonu tarafından hazırlanmış lâyihasında iptidaî mekteblerimiz için dört sene-i tedrisiyye tâyin olunmuştur. Bunun üç senesinde sade mahallî şive ile tedrisat icra edilip, son senesinde umumî Türk lisaniyle yazılmış kitaplar okutulmalıdır. Bu sayede tedricen muhtelif şive ve lehçeler birleşmiş olur”(l3).

Programını “kanun dairesinde” tatbik edebileceğini ümit eden “İttifak�ın  bütün Rusya imparatorluğu ölçüsündeki müşterek organı Gaspıralı İsmail Bey�in “TERCÜMAN” gazetesi oluyordu.

Bugün yetmiş küsur senelik karanlık bir devirden sonra,  Sovyetler Birliği”nde yaşayan Türk  kardeşlerimizle her türlü kültürel münasebeti kurmuş bulunmaktayız. Gerçekleşmesini çok arzu ettiğimiz dil ve kültür birliği ülküsü için, Gaspıralı’nın ruhunun şad olması için, bütün Türklerin anacağı bir tek iş kalmıştır. O da, Türkiye’nin geçirdiği tecrübelerden faydalanarak Lâtin alfabesi temelinde birer alfabe hazırlamaktır. Türk cumhuriyetlerinin, kendi ihtiyaçlarına göre Türk alfabesinde yapacağı ayarlamalarla benimseyecekleri bir alfabe şekli meseleyi halletmede büyük bir adım olacaktır (l4).


1)  Y. Akçuraoğlu, Türkçülük ve Dış Türkler, Token Yay. neşri, İstanbul, 1990, s. 23.

2) A. Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî, İstanbul, 1308 (1890).

3) Akçuraoğlu,     aynı eser, s. 28-30.

4) Akçuraoğlu,     aynı eser, s. 43-45.

5) Akçuraoğlu,     aynı eser, s. 47-50.

6) Y. Akçuraoğlu, “Ahmed Midhat Efendi”, Türk Yurdu, C. 3, s.  178.

7) A hmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, İstanbul, 1301, C. I, s. 24-25, 34, 73.

8) Şemseddin Sami Bey, Kamus-ı Türkî, İstanbul, 1317, s, 2 vd.

9 ) R- Fahrettin, Til Yarışı, Orenburg Vakit Matbaası, 1910’dan naklen  veren Kırımer, aynı eser, s. 74.

10 )  Z. Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul, 1976, s. 5.

11)  A. Caferoğlu, İsmail Gaspıralı. Ölümünün 50. Yıldönümü  Münasebetiyle  Bir Etüt İstanbul, 1964, s.  13.  l

12)   H.  Baykara, Azerbaycan istiklâl Mücadelesi Tarihi, İstanbul,  1975, s.   143-158.     l

13)   M. Bala. “Rusya İhtilâlinde Türkler”,  Dergi, Sovyetler Birliğini Öğrenme Enstitüsü,Münih, No. 9 (1957), s. 6.

14)  Bu hususta daha geniş tafsilat, yakında çıkacak olan “Gaspıralı’dan Atatürk’e Türk Dünyasında Dil ve Kültür Birliği” adlı araştırmamızda verilmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.