İsmail Gaspıralı, Eğitim ve Öğretim Problemleri


Prof. Dr. Şükrü ELÇİN

Fikir ve aksiyon adamı merhum İsmail Gaspıralı’nın Eğitim ve Öğretim üzerindeki düşünceleri ile hizmetlerini ele almadan Önce Türklerin 19. asra kadarki kültür hayatlarına kısaca bakmakta fayda vardır.

Birbiriyle ayrılmaz bir “bütün” teşkil eden eğitimle öğretim, insanoğlunun dünyaya geldiği günden itibaren karşılaştığı bir kültür ve bilgi faaliyetidir. Cemiyet içinde tarihî devirlerin şartlarına göre devam eden ve sosyal bünye ile orantılı hayatî fonksiyona sahip bu faaliyette anne başta gelen bir eğitimci ve öğreticidir. O, anneden gelen kültürle yüklendiği mesuliyetin idrâki içinde çocuğunu emzirir, yıkar, giydirir, hastalıklardan korur, dolayısı ile dilini öğrenmesine yardımcı olur. Sonunda çocuk evde ve cemiyette din, sanat, ahlâk, ekonomi gibi değerlerin havasında sosyal bir hüviyet kazanır. Biz bu sosyalleşme işine eğitim, eski tabirle terbiye diyoruz.”

İsmail Gaspıralı’nın 1884’lerde kuracağı modern mekteplerde ileride ana olacak kızların da okutulması fikri bu düşüncelere dayanacaktır.

İşte, insanı çevreleyen dil, din, ahlâk, estetik ve menfaat bağları ile bütün dünyada örneklerine benzer şekilde Türklerin de üç kıtada bir takım devletler kurduğu malûmdur. Bu devletler içinde yaşayan Türklerin hayatında maddî ve manevî bilgiler yeni nesillere sözlü gelenekle aktarılıyordu. Zaman içinde nüfus çoğaldı, hudutlar genişledi. Siyasî münasebetler arttı. Kültürün ve haberin intikali zorlaştı. Her kavimde olduğu gibi okuma-yazma zarureti bundan doğdu. Bu ihtiyacın anahtarı alfabe idi. Türkler bu alfabeyi kendi damgalarından yaptılar. Orhon veya Kök Türk adını alan bu alfabe Türk hançeresinden çıkan bütün sesleri ifadeye elverişli bir karakter taşıyordu. Bu alfabe ile yazılan kitabelerin en mükemmelleri 8. asra aittir. Siyaset, hukuk ve askerlik kavramlarını nesir dili ile söyleyecek bir seviye gösteren  âbideler,  cemiyette okuma-yazma  ananesinin açık bir delilidir.

Uygurların da kendilerine mahsus alfabeleri ile kültür hayatındaki hizmetleri devam ederken Türkler İslâm dini ile karşılaştırılan Bu yeni dinin kitabı Kur’an’dı. Arap harfleri ile kaydedilmişti. Türkler de müslümanlığı kabul etmiş diğer kavimler gibi dinin tesiri ile kendi alfabe sistemlerine uymayan Arap alfabesini kabul ettiler. Türk ülkelerinde de camiler, medreseler kuruldu.

Orta Çağ’da geniş halk kütlelerinin eğitimine fazla eğilmemekle beraber, medreseler, hür düşünceye açık, fanatizmden uzak bir karakter içinde idi. Eski yunan filozoflarının ortaya koyduğu müsbet fikirlerin tartışıldığı bu manevî havada Türk medreselerinde çalışan ilim adamlarının da insanlığa değerli eserler kazandırdıklarını görüyoruz. Matematik’te Hârezmî (ölümü: 850) ile Aristo ve Eflâtun’u yakından inceleyen mantıkta ve siyaset felsefesindeki görüşleriyle Avrupa’da da tanınan Fârâbî (870-950) ilk müjdecilerdir. Sonraları, tıp, fizik, astronomi ve felsefeye dair eserleriyle İbni Sina (980-1037) ve Beyrunî (970-1051) yetişti. Nihayet Uluğ Bey (1384-1449) en büyük astronom olarak şöhrete ulaştı.

Naklî İslâm ilimleri dışında yalnız pozitif ilimler ve felsefe ile uğraşan adlarını zikrettiğimiz bir kaç Türk ilim adamının bile ortaya koyduğu eserler dikkate alındığı takdirde Orta Çağ Türk medreselerinin ulaştığı seviye ortaya çıkar.

Medreseler, maalesef 15. asrın ortalarından itibaren akla dayanan pozitif ilimlerden uzaklaşmağa başladı. Öğretmekte olduğu nakit ilimlerle uğraşırken kendisini kör bir fanatizme, bilgisizliğin, ezberciliğin, şekilciliğin karanlığına bıraktı, ilerlemenin akla, mantığa, tecessüs Ve gözleme dayandığı unutuldu. Medreseliler, eski üstatların bilgilerini tekrardan ileri gidemediler. Buna karşılık Avrupa milletleri, Rönesans’tan itibaren pozitif ilimlerin ışığında yeni tekniğe bağlı bir eğitim ve öğretime geçtiler. Orta Asya Türkleri ve hatta bütün Türkler bu yeni, teknik, eğitim ve öğretimden zamanında nasibini alamadı. Kültür ve medeniyetimize zarar veren bu durum, siyasette dağılmaya ve bilinen problemlerin doğmasına sebep oldu.

İşte bu üç asırlık maddî ve manevî kayıp ve ıztırapların zemininde 19. asrın sonlarında konumuzun kahramanı İsmail Gaspıralı Kırım ufkunda bir ay gibi, bir yıldız gibi, bir güneş gibi doğdu.

Hiçbir mübalağaya kaçmadan vasıflandırdığımız ve Unesco’nun geri kalmış kavim ve milletlere yaygın eğitimde yol gösterici örnek insan olarak tanıtmasını beklediğimiz İsmail Bey’in hizmetlerini tahlil edebilmek için kısaca hayat hikâyesini gözden geçirmekte fayda vardır.

Gaspıralı, orduda subay bir babanın oğlu olarak 1851 yılında Avcıköy’de doğar. Ailece 1854’te Bahçesaray’a yerleşirler. On yaşına kadar ilkokula devam eden küçük İsmail’i Akmescit jimnazına gönderirler. Bu jimnazda iki yıl kalır. Sonra Varonej askerî okuluna devam eder. Oradan da Moskova askerî lisesinin öğrencisi olur. Bu lisede dindaşı Mustafa Mirza ile tanışır. O sırada Osmanlı Devleti sınırları içindeki Girit’te isyan vardır. Okuduğu lisede huzuru yoktur. Türklere karşı Kuşçuluk ve islâvcılık düşmanlığı körükleniyordu. Bu fanatik hava içinde tatilini okulda geçirmek yerine Türk kardeşlerine yardım için Odesa yolu ile İstanbul’a gitmeğe karar verir. Pasaportu olmadığından yakalanır. Artık liseye dönemez. Zincirli medresesine Rusça hocası olur. Bu sırada fikrî faaliyetini geliştirir. Şostov ailesinin kütüphanesinde mevcut Rus edebiyatı ile siyasî ceryanlara dair kitaplar okur. Ekonomi ve sosyal problemleri inceler. Rusya’da tatbik edilen garpçılık ceryanı ile halka doğru gitme yolundaki çalışmaları öğrenir. 1869’da Yalta’daki Dereköy okuluna öğretmen olur. 1871’de Türkiye’ye giderek subay olmak ister. Bu teşebbüsü gerçekleşmez. Paris’e gider. İki yıl kalır. Fransa’da kültür ve pedagoji yayınlarını takip, eder. 1874’te İstanbul’a döner. Yazarlık hayatına başlar. 1875’te Kırım’a döner. 1878’de Bahçesaray Belediye başkanı olur. 1882’de Usul-i Cedid mektebini açar. Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Hindistan’a, Çin’e, Mısır’a seyahatler yapar. Nihayet 11 Eylül 1914’te hayata veda eder.

Ana hatları ile çizdiğimiz biyografisinden de anlaşılacağı üzere İsmail Gaspıralı küçük yaşta Türk-İslâm aile, terbiye ve cemiyet kültürü içinde yaşarken kendisine yabancı hayat ve kâinat görüşünü Rus okulunda tanımağa başladı. Bu okullarda Türk düşmanlığına dayalı İslâv-Rus fanatizmi ile akla, tecrübeye ve muhakemeye yer veren Batı usulü bilgilerle karşılaştı. İlkokul öğretmeni Hacı İsmail Efendi’nin ve subay babasının tesiri ile akı kültür ve medeniyetin okullarını mukayeseye başladı. Türk okulları mazide kalmış bilgileri öğretiyordu. Skolastikti, hayattan uzaktı. Pozitif ilmin neticelerinden faydalanan Rus eğitim ve öğretimi akla, mantığa, hayata uygundu. Öğrendiği Fransızca vâsıtasiyle Batı medeniyetinin müsbet -menfî taraflarını öğrendi. Yaygın eğitimin, okuma-yazmanın imkânlarından faydalanan insanların yaşadıkları hayatı gördü. İçinde yaşadığı Türk�İslâm cemiyetinin bu yeni kurtarıcı medeniyette yer almasının, onun nimetlerinden faydalanmasının dâvasını basın tarihinde büyük bir hâdise teşkil eden Tercüman’ın 1906 yılının 9’uncu sayısında Danyal Bey’in ağzından şöyle hülâsa eder:

“Milletin hâline âşinâ olmadıkça, millete hizmet mümkün olmayacağını anlamasiyle Danyal Bey bu cihetten ilim ve marifeti artırmağa karar verüp milletin arasına atıldı. Köy düğünlerinde, derviş ve ulemâ meclislerinde, beyler ve ağalar ziyafetlerinde, medrese hücrelerinde ve şâir içtimalarda bulunup az söyleyüp, çok dinleyüp bir sene kadar amelî dersler aldı. Her sınıfın yahşi taraflarını ve uygunsuz hallerini öğrenüp millî zâfın neden ibaret ve milletin neye muhtaç olduğunu anlamıştı. Ne işlemeli, işi nereden tutmak, sönmüş kalpleri ne ile yandırmalı, basireti kesmiş perdeleri ne ile kötermeli (kaldırmalı), gaflet sahrasında serilüp kalmış koca bir milleti ne ile ayağa kaldırup turguzmalı (kaldırmalı) gibi suallerle hayli zaman uğraşmıştır.”

Yine Terakki adlı bir makalesinde İsmail Bey: “Hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır; bu karanlıkta fenere benzer. Buna maârif, yâni bilük (bilgi) derler.”

Hakikat mecmuasındaki bir şiirinde:

Hünersizlik yakışmaz bizim millete

Bin kılıçka bir kalem dâima galiptir

der.

İsmail Bey kültürde halkçılık program ve beyannâmesi karakterini taşıyan bir fikir muhasebesinden sonra Kırımlıların maddeten ve manen kalkınmasında pragmatik bir görüşle işe alfabeden başlamak lâzım geldiğini anladı.

Daha önce arz ettiğim gibi 10. asırdan beri kullanılan Arap alfabesi Türk mantık, muhakeme ve zevkinden çıkmış bir alfabe değildi. Bu alfabede lüzumundan fazla sessiz harf vardı. Bir kaç harfi tek bir işaretle göstermek gibi yetersizlikler yanında sesli işaretlerinin Türkçe sesli sistemini karşılamadığı açıktı. Ayrıca bu alfabede harflerin başta, ortada ve sonda ayrı şekillere girmeleri işaret kalabalığına yol açıyordu. Bir çok harflerin şekilleri, gövdeleri aynı olduğu halde bunlar noktalarla ayrılıyordu.

İşte bu ve buna benzer hususiyet ve aksaklıklar medrese veya onlara bağlı okullardaki alfabe öğretimini zorlaştırıyor, uzun zaman kaybına sebep oluyordu. 5-6 yıl süren ve yazma alışkanlığı da kazandırmayan bu sistem yüzünden yaygın eğitime ve öğretime gidilememişti.

Gaspıralı, “Kırım’da ilk tedris ve terbiyenin olmadığını gördüm, dinî mekteplerimizin korkunç geriliklerini, somadan Zincirli medresesinde gördüm ve bu esasların islahı lüzumuna iman ettim” der.

O, büyük bir cesaret ve irâde ile Usûl-i Cedid (Yeni usul) adını verdiği mektepte 1884’te usûl-ı savtiye (sesli harfler) esasına dayanan alfabeyi tatbik etti. Fanatik çevrelerin reaksiyonlariyle karşılaştı. Yazılarında ve sohbetlerinde iskolastik usûlü tenkidi medreselilerin hoşuna gitmedi. O, ailenin kadın ye erkeklerden kurulu bir topluluk olduğuna inanıyordu. Bu, aslında Batı zihniyeti mânasına gelen Usûl-i Cedid ocağında kızların da okumalarının şart olduğu kanâatini telkine çalıştı.

Başlangıçta maddî ve manevî zorluklarla karşılaşan İsmail Bey İslâm âlemini bu yoldan, uyandırmak için Kazan’a, Türkistan’a, Kafkasya’ya, Mısır’a, Hindistan’a, Çin’e seyahatler yaptı. Gerileme sebeplerini anlattı. Usûl-i  Cedid’i yaydı.  Türkiye’deki  aydınlarla  temasını sürdüren  İsmail Bey tarihî vazifesini tamamladı.

Büyük fikir adamlarımızdan Yusuf Akçora “Hiçbir kimse dâvasını sebat ve ısrarla onun kadar nazariyatta takip ve fiiliyatta tatbike çalışmamıştır” derken haklı ve isabetli bir gerçeği ortaya koymuştur.

Bütün hayatı boyunca, hususiyle meşhur Tercüman gazetesinde “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” prensipini ortaya koymak suretiyle halkının medenî bir seviyeye ulaşması için 35 yılını, hiçbir mükâfat beklemeden, seve seve harcayan terbiyeci, fikir ve dâva adamı, gazeteci, yazar ve şâir İsmail Gaspıralı yeni nesillerin örnek alacağı bir şahsiyettir.

Doğmuşum Avcıköy’de  1851’de

Mekânımdır Bahçesaray mezarım kim bilir nerde

diyen büyük insana şöyle diyorum: Sen, Türk milletinin kalbindesin.

Akmescit 1991

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.